24 Eyl 2010

Yeni tip ırkçılık: »Biyolojizm« ve »Kültüralizm«

Federal Merkez Bankası eski yönetim kurulu üyesi Thilo Sarrazin’in ileri sürdüğü tezlerin Batı Avrupa toplumlarının merkezinde ne denli yerleşik olduğunun kanıtını, İsveç’te yapılan Parlamento Seçimleri bir kez daha kanıtladı. »İsveçDemokratları« adını kuzu postu gibi taşıyan ırkçılar, bir Avrupa ülkesinin parlamentosuna daha girmeyi başardı.

Aslına bakılırsa bu kendiliğinden olan bir gelişme değil. Batı Avrupa demokrasilerinin neoliberal dönüşümü, sosyal devlet erozyonu, dış politikanın militaristleştirilmesi ve yeni »tehdit« algıları gerekçe gösterilerek yürütülen demokratik hak budanımı, imtiyazlı coğrafya halklarını yeni travmalara boğuyor. Avrupa’daki sosyaldemokrat ve yeşil partilerin cephe değiştirerek, neoliberal cephenin »ılımlı kanadını« oluşturmaları, özellikle orta katmanların, neoliberalizmin agresif-asosyal retoriğine karşı göstermeleri beklenen direnci zayıflatıyor, »biyolojik ve kültürel nedenlerden dolayı entegre olmayan müslüman göçmenler« demagojisi karşısında korku toplumunun doğal reflekslerini göstermelerine neden oluyor.

Gelişmeler, yeni tip bir ırkçılığın -»biyolojizm« ve »kültüralizm«in- Avrupa toplumlarını boyunduruğu altına almaya başladığını gösteriyor. Tartışmalarda dikkat çeken husus, özellikle banal ırkçı söyleme başvurmadan, sözde bilimsel (!) gerçeklerin, »müslüman göçmenlerin kültürel olarak Avrupa’ya uyum sağlayamadığını« ve »biyolojik yapılarından dolayı daha fazla çocuk doğurarak, Avrupa toplumlarının zekâ seviyesinin düşmesine neden olduklarını gösterdiği« iddia ediliyor ve akabinde de, »bu toplumsal tabuların artık tartışılması gerektiği« ileri sürülüyor olmasıdır.

»Üstün Avrupa kültürünün, müslüman göçmenlerin aşırı çoğalması sonucunda tehdit altında olduğu«, »İslamın, demokrasi düşmanı bir din olduğu« veya »Avrupa’nın bir islamî tsunami tehditi ile karşı karşıya olduğu« türünden iddialar, ciddîyetleri ile tanınan liberal veya muhafazakâr gazetelerde dahi yer alabiliyor. Sarrazin’in psoydo-bilimsel verilere dayandırdığı kitabının bir-iki haftada 650 bin gibi bir satışa ulaşması, aralarında Necla Kelek gibi göçmen kökenlilerin de yer aldığı elitlerin Sarrazin’e sanki »mağdur«muş gibi sahip çıkmaları, ırkçı tezlerin çoğunluk toplumlarının ezici bir kesimi tarafından doğru olarak kabul edildiğini gösteriyor.

Ancak, bu yaklaşım sadece müslüman göçmenleri hedef almıyor. Aynı zamanda çoğunluk toplumlarına mensup işsizler, sosyal yardıma muhtaç olanlar ve yoksullar da »sosyal parazitler« suçlamasının kapsamına alınıyor, bir nevî »sosyal ırkçılığa« maruz bırakılıyorlar. Sonuçta da, ücretlerin düşürülmesi, çalışma koşullarının sertleştirilmesi ve refah seviyesinin azalması tehditi altına bunalan orta katmanlar, ki bunlara büyük işletmelerin çekirdek kadro işçileri de dahildir, genel olarak yoksulları ve müslümanları, kendi yaşam standardlarını tehlikeye sokan tehdit unsurları ve devletin otoriter yöntemlerle kendi »mahalleleri« dışında tutmasını istedikleri »toplumsal tortu« olarak görüyorlar.

Joost Lagendijk Çarşamba günkü Radikal’daki makalesinde, Avrupa’daki İslam karşıtı partilerin yükselişini »bir azınlığın aşırılığı« olarak görüyor ve »felaket tellallığı yapmanın alemi olmadığını« söyleyerek, Avrupalıların çoğunluğunun bu partilere karşı çıktığını iddia ediyor. Lagendijk oy verme konusunda haklı. Ama mesele çoğunluğun oy vermesi değil, mesele bu »aşırı« partilerin, sosyaldemokratlar ve yeşiller dahil, etabile olmuş bütün partilerin ve dolayısıyla Batı Avrupa demokrasilerinin giderek daha otoriter ve göçmenlerden ve yoksullardan başlayarak, sonucunda Avrupa toplumlarının genelini etkileyecek antidemokratik, baskıcı ve yaptırımcı bir politikaya yönlenmelerine neden olmasıdır. Söz konusu olan, Lagendijk’in dediği gibi »bir azınlığın yanlışı« değil, çoğunluk toplumunun ırkçı histerisidir. Yeni tip ırkçılık, çoğunluk toplumlarını, sorunların gerçek nedenlerine karşı körleştirmektedir.

Maalesef bu gidişata dur diyebilecek olan Avrupa politik ve toplumsal solu, aynı korkudan donan bir tavşanın ürkekliği ile hareket ettiğinden, toplumsal direnç mekanizmalarını tetiklemekten hayli uzak ve sosyal sorunların etnitize edilmesine karşı bir tavır alamamakta. Halbuki tüm çelişkilerin egemen iktidar ve mülkiyet ilişkileri üzerine kurulduğunu, Avrupa’da yayılan ırkçılık »virüs«ün, saf kültürde kapitalizm virüsü olduğunu, ırkçılığın ve neoliberalizmin panzehirinin demokrasinin demokratikleştirimesi olduğunu soldan iyi bilen yok gibi.

Ama bilmek yetmiyor – Avrupa solu bunun gereğini bilincine çıkartmadıkça, meydan sağ popülizme kalacak. Gelişmeler, Avrupa’nın, demokrasinin içinin iyice oyulacağı karanlık bir yöne doğru gittiğini gösteriyor.