30 Eyl 2013

Kriz tehditi altındaki »cennet«


Almanya’da yapılan Federal Parlamento Seçimlerinin gösterdikleri...
22 Eylül akşamı televizyonlar bir devrin sona erdiğini ve ülkenin tarihsel bir dönemeçe girdiğini ilân ediyorlardı. Evet, Federal Parlamento Seçimlerinin tarihsel bir sonucu olduysa, o da Almanya Federal Cumhuriyeti’nin kurulduğu günden bu yana – kısa aralıklar haricinde – her zaman hükümet ortağı ve devlet partisi olan liberal FDP’nin meclis dışında kalmış olmasıdır. Piyasa radikali politikaların baş temsilcisi FDP’nin hezimetine tek üzülenler, anlaşılır gerekçelerle, sermaye örgütlerinden başkaları değil elbette.

Liberallere daha sonra değinmek üzere, önce seçim sonuçlarına bakalım. Şansölye Merkel’in CDU/CSU grubu yaklaşık 18 milyon seçmenin oyunu alarak birinci parti oldu. SPD yüzde 25,7 ile 2009 seçimlerine nazaran puan kazanmasına rağmen, tarihinin en kötü ikinci seçim sonucunu almaktan kendisini kurtaramadı. FDP barajı aşamayarak meclis dışında kalırken, DIE LINKE yüzde 8,6 ile Yeşillerin önünde (yüzde 8,4) ülkenin üçüncü büyük partisi hâline geldi.
Hemen herkes şansölye Merkel’in ne denli büyük bir başarı elde ettiğinden bahsediyor. Ancak, Avrupa’nın »kraliçesi« olarak nitelendirilen Merkel’in topladığı sempati ile seçimleri analiz etmek, son derece yüzeysel kalacak, ülkedeki güç dengeleri ile Almanya toplumunda yaygın hissiyatı açıklamaya yeterli olamayacaktır.
»Sosyaldemokratlaşan« muhafazakârlar?
Seçim sonuçlarının gerçeğe yakın bir analizini çıkartmak için tek tek partileri kısaca ele almakta yarar var. Önce Merkel’in CDU’suna bakalım.
16 yıl »hükümdarlık« sürdüren Helmut Kohl’ün skandallarının ardından partinin başına getirilen Angela Merkel, belkide öncüllerinden hiç birinin cesaret edemeyeceği adımları atarak CDU’yu müthiş bir modernizasyon sürecinden geçirdi. »Orantılı ve makul adımlar« adını verdiği bir siyasetle partiyi merkeze (!) çeken Merkel, bir tarafta partinin milliyetçi-muhafazakâr kanadını güçsüzleştirirken, diğer taraftan da kendi sorumluluğu altındaki vahşi neoliberal düzensizleştirme siyasetinin savunulmasını koalisyon ortağı FDP’ye bırakarak, bu dönüşüm politikasının travmaya soktuğu kesimlerin hiddetlerinin FDP’ye yönelmesini sağladı. Bir anlamda Merkel’in FDP’yi »kucaklayarak öldürdüğünden« bahsetmek de olanaklıdır.
Merkel tarafından usta bir biçimde ve peşpeşe ekarte edilen milliyetçi-muhafazakâr kanat temsilcileri (ki bunların arasında Friedrich Merz, Roland Koch ve eski cumhurbaşkanı Christian Wulff gibi isimler de var), CDU’nun giderek »sosyaldemokratlaştığını« iddia ediyorlardı. Sahiden de zorunlu askerlik uygulamasının kaldırılması, eşcinsel evliliklerin olanaklı kılınması, sürdürülebilir enerji politikaları lehine nükleer enerjiden vazgeçilmesi, belirli sektörlerde yasal asgarî ücret uygulamasına geçilmesi, kiralara üst limit getirilmesi ve eğitim sisteminde SPD’ye yakınlaşılması gibi, kemikleşmiş muhafazakârların kanını donduran adımlara bakıldığında, bu suçlamanın pek haksız olmadığı düşünülebilir. Ama işin rengi öyle değil tabii ki.
Çünkü bu adımların arkasında ideolojik saf değiştirme değil, reel toplumsal ve ekonomik sorunlar ile orta katmanların korkuları durmaktadır. Gerçi 1982’den bu yana mütemadiyen derinleştirilerek uygulamaya sokulan neoliberal dönüşüm politikaları – bilhassa özelleştirmeler, istihdam piyasasının esnekleştirilmesi ve sosyal bütçe kısıtlamaları - »amiral gemisi« ihracat olan Alman ekonomisinin kapitalizmin merkez ülkeleri arasındaki rekabet gücünü artırdı.
Ama bu politikalar diğer taraftan da ciddî toplumsal sorunlara yol açtı. Örneğin Almanya Avrupa’da ülke çapında yasal asgarî ücret uygulaması olmayan ender ülkelerden birisi. Bu açığı kompanse edebilecek yaygın bir toplu iş sözleşmesi ağından da yoksun. Zaten Almanya’daki çalışanların neredeyse üçte birinin düşük ücret sektöründe istihdam ediliyor olması ve 1 milyondan fazla çalışanın tam gün çalışmalarına rağmen, yaşamaya yetecek ücret alamamaları nedeniyle sosyal yardıma başvurmak zorunda kalmaları da bu nedenledir.
Bu gelişmenin yol açtığı en önemli sonuçlardan birisi, gelirleri ortalamanın üzerinde olan kesimlerin sosyal güvencesizlik ve yoksulluk batağına düşme korkusunun yaygınlaşmasıdır. Seçimler öncesinde yapılan bazı araştırmalar, tam da bunu kanıtlamaktadırlar. Örneğin 30 Ağustos – 2 Eylül 2013 tarihleri arasında Rheingold Enstitüsü tarafından yaptırılan bir araştırma, şu tespiti yapmaktadır: »Almanlar ülkelerinin adalet gibi değerlerin erozyona uğradığı ve kriz tehditi altında olan bir cennet olduğu görüşündeler. Seçmenler, ülkenin geleceğini karanlık kulislerin ve kriz senaryolarının belirlediğini düşünmektedirler. Kriz karabasanı, Almanya’nın sınırında beklemektedir.«
Buhran ve kriz tehditlerinin arttığı dönemlerde küçük burjuvazi ile ülke ortalamasının üzerinde gelire sahip olan kesimlerin klasik bir özelliği ortaya çıkmaktadır: Kendisinden güçlüye kul olurken, kendinden zayıfa tekme atmak! Refahını kaybetme korkusu, güvencesizlik tehditi ve kriz senaryoları Almanya toplumunun geniş kesimleri arasında refah şövenizmini tetiklemektedir. Ücretler ve çalışma koşulları arasındaki eşitsizlik ve rekabet, sadece yoksullar ve dışlanmışlar arasında değil, kapitalizmin merkez ülkelerindeki toplumların küçümsenemeyecek bir kesimini oluşturan »orta katmanlar« arasında da büyük travmalara yol açmaktadır. Hegemonik güç olmak isteyen her siyasî parti de öncelikle korkak »orta katmanların« desteğini almak zorundadırlar.
Merkel, partisini modernizasyon sürecinden geçirerek en başta bu korkak »orta katmanların« hislerine tercüman oldu ve »refah düzeyini koruyun« beklentilerine yanıt verdi. Bu çerçevede Merkel’in »başarılı« olan siyasî stratejisinin çoğunluk toplumunun refah şovenizmine uyan ve sorun çözmeyi hedefleyen pragmatist yönetim resmini çizmek olduğu söylenebilir. Merkel hükümetinin bu stratejisinin taşıyıcı sütunu »siyasî ve toplumsal güvenliği sağlayan güçlü iktidar« algısını yayma çabasıdır. Çünkü bu biçimde algılandığında travmaya uğrayan seçmenlerin desteğini alabilmektedir.
Ancak bu stratejinin, merkez ülkelerdeki siyasî temsilîyet krizine egemen bloğun gösterdiği bir reaksiyon olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Bir paradoks olarak görünse de, - ki Merkel’in »başarısının« sırrını burada görebiliriz – Merkel’in pragmatizmi çoğunluk toplumunda siyasî elitlere karşı güvensizlik arttığı ölçüde destek bulabilmektedir. Örneğin Yunanistan’daki protestocuların Merkel’i hedef göstermesi, uluslararası malî piyasaların boyunduruğu altına giren siyasetçiler arasında Merkel’in bir istisna ve »Alman çıkarlarını koruyabilen siyasetçi« olduğu algısını desteklemektedir.
Neoliberalizmin sonu mu?
Seçimler sonrasında Alman basınında yer alan kimi yorumda, Merkel CDU’sunun »sosyaldemokratlaşarak« SPD’ye yakınlaşmasının, en azından büyük koalisyon (»İstikrar«) olanağının doğması ve neoliberal politikaların yılmaz savunucusu FDP’nin meclis dışında kalmasının neoliberal politikaların sona ermek üzere olduğunu gösterdiği vurgulanıyordu. Kanımızca bu hayli yüzeysel ve gerçeğe pek uymayan bir tespittir.
Ülke çapında sadece Saksonya eyaletinde hükümet ortağı olan FDP’nin Federal Parlamento dışında kalması, neoliberalizmin sonunu değil, FDP’nin neoliberalizmin gereksinim duyduğu bir siyasî formasyon olma yetisini kaybettiğini ve bu nedenle işlevini yitirdiğini göstermektedir.
Böylesi bir siyasî formasyon CDU’nun sağında, »Almanya için alternatif« (AfD) partisiyle oluşmuştur. 2013 Mayıs’ında kurulan ve sağ popülist taleplerle katıldığı ilk ulusal seçimde 2 milyondan fazla oy (yüzde 4,7) toplamayı başaran AfD, FDP’nin siyasî mirasçısı olduğunu kanıtlamıştır.
Neoliberalizmin »vurucu gücü« olarak ortaya çıkan ve hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde »memnuniyetsiz« kesimleri mobilize ederek seçim başarıları gösteren sağ popülizm fenomeninin Almanya’da uzun bir süre şansı olamayacağı varsayılıyordu. Bilhassa CDU ve CSU’nun sağ popülist talepleri siyasî söylemlerine entegre etmeleri ve böylece milliyetçi-muhafazakâr aktörlere parti içerisinde yaşam alanı tanımasıyla, aşırı sağcı veya Neonazizm suçlamasına maruz bırakılamayacak bir sağ popülist partinin kalıcılaşmasını engellemişti.
Ancak FDP’nin içine düştüğü varoluş krizi, CDU’nun pragmatist merkez siyaseti ve Almanya’nın sınırlarında görülen buhran hayaleti, muhafazakâr partiler üzerinde sağdan baskı uygulayacak bir siyasî formasyonun oluşmasını teşvik etti. Nitekim piyasa radikali tedbirleri savunan iktisat bilimcileri ile Hans-Olaf Henkel gibi sermaye örgütlerinin eski temsilcilerinin kurduğu AfD, AB yerine Alman ulus devletinin korunmasını, krizle boğuşan AB ülkelerinin üyelikten çıkartılmasını ve Almanya’ya yönelik göçün kısıtlanmasını savunan, Euro karşıtı bir program ile hem FDP tabanının oylarını toplamayı, hem de CDU ve CSU’nun sağ popülist pozisyonlara daha çok sarılmasını başardı. Örneğin Bavyera Eyalet Seçimlerinden en güçlü parti olarak çıkan CSU’nun yabancı oto sürücülerinin Almanya otobanlarını ücret karşılığı kullanmasına yönelik popülist bir kampanyayı sürdürmesi, bunun güzel bir örneğidir. CSU’nun 15 Eylül 2013 eyalet seçimlerinde elde ettiği başarı da, böylesi kampanyaları önümüzdeki dönemde daha güçlü sürdüreceğini göstermektedir.
AfD’nin seçim başarısı, ki parlamentoya giremese bile sıfırdan yüzde 4,7 oy toplayabilmek Almanya özelinde mutlak bir başarıdır, refah şovenizminin çoğunluk toplumu arasında ne denli kök saldığını kanıtlamaktadır. Bu açıdan AfD’nin 2014 Mayıs’ında yapılacak olan Avrupa Parlamentosu (AP) Seçimlerinde ilk milletvekillerini AP’na sokabileceği şimdiden kabul görmektedir. Gerçi AP Seçimleri için yüzde 5 barajının olmamasını bunu kolaylaştıracaktır, ama sonucunda AfD dikkate alınması gereken yerleşik bir parti olacak ve sağ popülizm, aynı Avusturya ve İsviçre’de olduğu gibi, Almanya’da da olağan bir görüngü hâline gelecektir. Bu gerçek de, nasıl sağ popülizmin olağan görüngü hâline geldiği diğer Avrupa ülkelerinde olduysa, Almanya’da da klasik muhafazakâr partiler ile seçim kaygısına giren sosyaldemokrasinin sağcılaşmasını teşvik edecektir.
Neoliberalizmin »sol« kanadı ne durumda?
En geç Schröder-Fischer Hükümeti döneminde saf değiştirerek, neoliberal cephenin »sol« kanadını oluşturan Alman sosyaldemokrasisi ve Yeşiller, bir kez daha darbe almaktan kurtulamadılar. Özellikle 2009 seçimlerinde aldığı büyük hezimet sonrasında, Sigmar Gabriel’in başkanlığı altında »programatik yenilenme« gerçekleştireceği sözünü veren SPD, Peer Steinbrück gibi »Ajanda 2010« politikalarının mimarlarından birisini şansölye adayı göstererek, seçmen nezdinde güven kazanamadı.
SPD seçim öncesinde, »malî piyasalar kapitalizminin ehlileştirilmesi SPD’nin en ivedi görevidir« diyerek, yenileceğini ve sosyal adalet savunusunu partinin şiarı hâline getireceğini ilân etmişti. Sahiden de seçim programına bakıldığında yasal asgarî ücret uygulamasına gidilmesi, istihdam ve vergi politikalarında çalışanlar lehine tedbirlerin öncelik kazanması, sosyal düzenleme reformlarının hükümet programı hâline getirilmesi veya ekolojik sorunları çözecek yenilenebilir enerji politikaları uygulanması gibi taleplerle, Schröder-SPD’sinden farklı olduğunu göstermeye çalıştı.
Ancak, 1998 seçimlerinde daha radikal (!) bir programla iktidara gelen, ama iki yasama süresi boyunca muhafazakâr-liberal hükümetlerin dahi cesaret edemeyeceği bir neoliberal dönüşümü gerçekleştiren SPD, seçmenleri yenilenmiş olduğuna ikna edemedi.
SPD, seçim sonuçlarının açıklandığı saatlerde CDU/CSU ile birlikte büyük koalisyon hükümetine girebileceği sinyalini vermeye başladı bile. Gerçi partinin en büyük eyalet örgütü olan Kuzeyren-Vesfalya SPD’si, »CDU/CSU ile hükümet ortaklığına girmeyelim« çağrısında bulundu ve parti yönetiminden kimi isimler, »hükümete girme kararını parti tabanına soralım« talebini ileri sürdüler, ama tarihinde her defasında »ülkenin çıkarları önce gelir« diye devlet aklına teslim olan SPD’nin – büyük bir anlaşmazlık çıkmadığı müddetçe – büyük koalisyona hayır demeyeceğini şimdiden iddia edebiliriz. Bir tarafta yaygın medyanın, »seçmenlerin yarısı büyük koalisyon istiyor« pohpohlamasına ve sermaye fraksiyonlarının açık desteğine bakar, diğer yandan 2005-2009 büyük koalisyonunda bakanlık yapanların (hiç bir görev almayacağını söyleyen Steinbrück hariç) bugünkü SPD yönetimini oluşturduğunu ve Eyaletler Meclisi’ndeki SPD çoğunluğunu düşünürsek, SPD’nin CDU/CSU ile ortaklığa girmesinin önünde pek fazla engel kalmadığını söyleyebiliriz. Tabii bu durumda SPD’nin gerçek anlamda bir »programatik yenilenmesinin« de başka bahara kaldığını vurgulamamız gerekiyor.
Fukuşima Felaketi sonrasında yüzde 20 civarında oy oranı ile büyük sempati toplayan Yeşillerin yenilgisi ise, Almanya siyasetini yakından tanıyanlar açısından pek şaşırtıcı olmadı. Gerçi yüzde 20 gibi bir oran her halükârda abartılıydı, ama daha seçimlere üç-dört ay kala yapılan anketlerde Yeşilleri yüzde 15 civarında gören araştırma enstitülerinin sayısı da az değildi.
Bu anketler, parti içerisinde 2009 seçimlerinde elde edilen yüzde 10,7’lik sonucun aşılabileceği kanısının yaygınlaşmasına neden oldu. Baden-Württemberg gibi zengin bir eyalette Yeşiller ilk kez bir eyalet başbakanını çıkartmışlar ve Stuttgart gibi bir kentin büyükşehir belediye başkanlığını alabilmişlerdi. Bu iyimser hava, partinin önde gelen isimlerinin siyasî söylemlerinde kibirli davranmalarına neden oldu. Seçmen tabanı çoğunlukla gelirleri yüksek kesimlerden oluşan Yeşillerin tam da bu kesimleri etkileyecek vergi artırımı planlarını seçim programına almaları, yenilginin önünü açtı. Bu program, öncesinde Yeşilleri seçen üst gelir seviyesinden, organik gıda maddelerine yüksek ücret ödeyebilen, ekolojik korumanın ve yenilenebilir enerji politikalarının gerekli olduğuna inanan, ama sosyal vicdanları gelişmemiş eski seçmenlerine çekici gelmedi.
Yeşiller nitekim yüzde 8,4 ile 2009’da elde ettikleri oranın gerisine düşen bir sonuçla karşılaştılar. Parti yönetimi bu seçim yenilgisinin sorumluluğunu üstlendi ve yeni bir yönetimin yolunu açtı. Ancak gerek parti yönetiminde, gerekse de federal meclis grubunda sağ ve sol kanat arasında başlayan koltuk kavgası, parti politikalarının nasıl şekillenebileceğini belirsizleştiriyor. Parti ve meclis grubu yönetimindeki çoğunluğu eş başkan Cem Özdemir’in de içinde bulunduğu ve liberal iktisat politikalarını savunan sağ kanadın elde etmesi kuvvetle muhtemel. Böylesi bir durum Yeşillerin CDU/CSU’ya yakınlaşmasını teşvik edecektir. Daha şimdiden bazı yerel yönetimlerde CDU ile koalisyonda olan yöneticilerden, »yeni koalisyon olanaklarına açık olmamız lazım« uyarıları gelmeye başladı bile. Aritmetik olarak CDU/CSU ve Yeşiller hükümetinin kurulması olanağı yok değil. Henüz bunun siyasî bir temeli yok, ama bu illa da olmayacak anlamına gelmez. Ancak Yeşillerin böylesi bir adımı atması, kuruluş felsefelerindeki son kırıntıları da çöpe atmaları anlamına gelecektir. Ayrıca gücünü kaybetmiş bir parti olarak, seçimlerden güçlenerek çıkan bir şansölyenin önderliğindeki bir hükümete ortak olmaları, FDP’nin hazin kaderini Yeşillerin de paylaşmasına neden olabilir. Henüz yeni parlamento resmen toplanmadı ve en geç 22 Ekim 2013’de toplanmak zorunda. En geç o tarihte Yeşillerin nasıl bir geleceğe doğru yol aldığını görebileceğiz.
Peki ya Sol ne durumda?
Analizimize parlamentoda temsil edilen sola odaklanmak durumundayız. Gerçi DIE LINKE haricinde seçime giren diğer sol-sosyalist-komünist partileri incelemek genel olarak Almanya toplumsal ve siyasal solunun durumunu masaya yatıracağından, ilginç olurdu. Bunu başka bir yazıya bırakarak Sol Parti’ye, yani DIE LINKE’ye bakalım.
Resmen 2007 yılında kurulan Sol Parti, batı eyaletlerinde zayıf görünse de, Almanya’da uzun bir dönem için parlamentolarda temsil edilen tek sosyalist / sol siyasî formasyon olarak kalacağını kanıtladı. Seçim öncesinde kimi muhafazakâr yorumcunun »sol, parlamento dışında kalacak« kehanetine ve bazı araştırma enstitülerinin oy oranını yüzde 5 civarında görmesine rağmen, parti yüzde 8,6 oyla Almanya’nın üçüncü büyük partisi konumuna yükseldi. Gerçi bunda FDP’nin meclis dışında kalmasının da büyük rolü var ve parti 2009 seçimlerine nazaran yaklaşık 1,5 milyon seçmenini kaybetti, ancak, ki bilhassa Federal Parlamento Seçimleri ile aynı tarihte yapılan Hessen Eyalet Parlamentosu Seçimlerinde barajı üçüncü kez aşıp, eyalet parlamentosuna girdiği göz önünde tutulursa, alınan oy oranını bir başarı olarak nitelendirmek gerekiyor. Çünkü hem batı eyaletlerinde de yeniden yüzde 5 üzeri oy toplayabildi, hem de parti içi ideolojik çatışmaları erteleyerek, bütünsel bir resim sergileyebildi.
Sol Parti geren parlamento çalışmalarında, gerekse de parlamento dışı mücadele alanlarındaki girişimleriyle, neoliberal cepheye parlamentolarda direnen tek muhalefet partisi olduğunu kanıtlamış oldu. Emperyalist müdahale savaşlarına, silah ihracatına, militaristleşmeye ve federal ordunun yurt dışına »göreve« gönderilmesine kesin karşı çıkışı ile, antimilitarist ve savaş karşıtı hareketin en önemli dayanağı oldu. Sosyal politika alanında geliştirdiği reform önerileri, meclis çoğunluğu tarafından her defasında reddedilse de, zaman içerisinde SPD ve Yeşillerin, hatta CDU’nun bile siyasî söylemine girdi. Yasal asgarî ücret tartışmasının toplumsallaşması ve diğer partilerin de bu konuya yakınlaşması bunun en güzel örneğidir.
Ancak yıllardan beri mütemadiyen devam eden Sol Parti karşıtı propaganda, Almanya toplumunun – neredeyse genlerine kadar işlemiş olan – antikomünizmi ve sendika yönetimlerinin hâlâ SPD ile süren »evlilikleri«, Sol Parti’nin kuşkusuz daha geniş olan seçmen potansiyelini mobilize etmesini engelledi. 2012 Parti Kurultayında seçilen yeni parti yönetimi kısa sürede parti içi kanat kavgalarını büyük ölçüde durdurmuş olmasına rağmen, burjuva basınında yer alan »sekterlik« suçlamasından kurtulamadı. Neoliberal dönüşümün mağdurlarının arasında da büyük ölçüde yaygınlaşan refah şövenizmi, sosyal kıskançlık ve ırkçı yaklaşımlar, solun bu kesimler arasında kökleşebilmesini engelledi.
DIE LINKE her ne kadar Avrupa solunun büyük çoğunluğu gibi henüz Avrupa merkezci yaklaşımlardan kurtulamamış olsa da, başta Almanya’daki Kürt kurumları olmak üzere, göçmen temsilîyeti konusunda haklı eleştirilere maruz kalsa da, sosyal vicdanı temsil eden tek parti konumunda. Meclisteki SPD, Yeşiller ve DIE LINKE gruplarının sahip oldukları sandalye sayısına baktığımızda, aritmetik olarak sol tandanslı bir hükümetin kurulması ve SPD’li bir şansölyenin seçilmesinin olanaklı olduğunu görürüz. Ama aritmetik çoğunluklar, otomatikman siyasî çoğunluk anlamına gelmediğinden, bugün için böylesi bir hükümet olanaksız görünüyor. SPD’nin bir şansölye çıkartabilmesi için hâlâ tek koşul kendisini yenilemesi ve köklerine geri dönmesidir. Bu ise, Sol Parti’nin destek vereceğini açıklamasına rağmen, uzun vadede olacak gibi görünmemektedir.
Bu durumda DIE LINKE’nin kendisini konsolide etmesi, batı eyaletlerinde parti örgütlenmesini güçlendirmesi ve egemen bloka karşı siyasî alternatif programlar hazırlaması için bir fırsat doğdu. Reformist bir sol partinin, ki DIE LINKE böylesi bir partidir, parlamento dışı muhalefet güçleriyle işbirliği içerisinde radikal reform taleplerini hazırlaması, bunun için toplumsal ittifaklar örmesi, sendika yönetimleri üzerinde mücadeleci sınıf sendikacılarının baskısını artırmaya destek çıkması, barış hareketiyle birlikte kamuoyundaki savaş karşıtı hassasiyetleri artırması ve neoliberal hegemonyaya karşı toplumsal direnci örgütlemesi, ülkenin karşı karşıya bulunduğu toplumsal ve ekonomik sorunlar göz önünde tutulursa, fazlasıyla olanaklı. Sol Parti bunları ne denli gerçekleştirebilecek, onu zaman yanıtlayacaktır, ama en azından bu potansiyele sahip olan tek parti olduğu teslim etmek gerekmektedir.
Sonuç yerine
Seçimler sonrasında yapılan anketler, Alman seçmenlerin çoğunluğunun seçim sonuçlarından memnun olduklarını gösteriyor. CDU/CSU ve SPD’nin oluşturacağı büyük koalisyonu halkın yüzde 58’inin olumlu bulduğu, buna karşın yüzde 72’lik bir kesimin azınlık hükümeti kurulmasına kesin karşı çıktığı bildiriliyor. Yeni parlamento bir hükümet kurmakta zorlanırsa, erken genel seçimlere gidilmesi söz konusu olabilir, ama anketler bu durumda da sonuçların pek farklı olmayacağını gösteriyor. Tek bilinmeyen AfD’nin barajı bu sefer aşıp aşamayacağı.
SPD yönetimi halihazırda başlayacak olan koalisyon görüşmelerinde »fiyatını« yüksek tutmak için yasal asgarî ücret, emeklilik reformu ve zenginler aleyhine vergi reformunun kendileri için »kırmızı çizgi« olduğunu açıkladı. Gerçi maliye bakanlığı çok önceden üst vergi limitinin yüzde 48’e çıkartılmasının toplumsal açıdan ve konjonktür için »sorun yaratmayacağını« açıklamıştı.  Ama bu durumda yürütülen bütçe politikalarında değişiklik yapılmamasının gerekli olduğunu da belirtmişti. Yani olası bir büyük koalisyonun vergi artırımını gerçekleştirmesi muhtemel gözüküyor. Ama bu adım yerel yönetimlerin bütçelerinin artırılması veya sosyal haklara ve alt yapı yatırımlarına ağırlık verilmesi sonucunu doğurmayacak. Kimi CDU’lu politikacının şimdilerde »vergi eşitliğinden« dem vurmasını, bu bağlamda SPD’nin tabanını rahatlatmaya yarayan bir strateji olarak nitelendirmek olanaklı.
Yeşillerin durumu malum. Gerek parti yönetiminde, gerekse de programında »yenilenme« kavgaları sürdüğü müddetçe Yeşillerin CDU/CSU ile koalisyon görüşmelerini sürdürmesini pek olanaklı görünmüyor. Kaldı ki bilhassa CSU böylesi bir işbirliğine taraftar olmadığını yeterince açıkladı. O açıdan muhafazakâr-yeşil bir hükümetin oluşması, en azından federal düzeyde hiç olanaklı görünmüyor. Ama bu, piyasa radikali pozisyonları almaya yatkın olan Yeşiller yönetiminin ilelebet muhafazakârlarla işbirliğine girmeyecekleri anlamına gelmiyor. 2017 seçimlerinde – eğer yeni yasama dönemi o kadar sürerse – Yeşillerin muhafazakârlar için ortak olabilecek »olgunluğa« erişmeleri muhtemel. Ama şimdi değil.
Bu durumda geriye sadece büyük koalisyon kalıyor. SPD açısından CDU/CSU’nun vergi politikalarında verdiği yakınlaşma sinyalleri ve belirli sosyal politika alanlarında küçük reformlara hazır olduğunu göstermesi, Eyaletler Meclisi’ndeki çoğunluğu ile birlikte ele alınınca, büyük koalisyonun küçük ortağı olma açısından hiç bir engelin kalmadığı görülüyor. SPD yönetimi, daha önceki CDU/CSU-SPD hükümetinin ardından alınan büyük hezimeti çoktan unutmuş gibi.
Öyle ya da böyle; Alman sermayesinin lehine olan bir hükümet kurulacağından hareket edebiliriz. Almanya’nın ekonomik durumu ve toplumsal korkular bunu olanaklı kılıyor. Amma velakin korkunun ecele faydası yok. Sınırda bekleyen buhran hayaleti, yeni bir kriz dalgasıyla Almanya’yı da kasıp kavurursa, durum çok çabuk değişebilir. Şu an için Almanya için söyleyebileceğimiz tek tespit var: Batı cephesinde yeni bir şey yok!