Almanya’da yapılan Federal
Parlamento Seçimlerinin gösterdikleri...
22 Eylül akşamı televizyonlar bir devrin
sona erdiğini ve ülkenin tarihsel bir dönemeçe girdiğini ilân ediyorlardı.
Evet, Federal Parlamento Seçimlerinin tarihsel bir sonucu olduysa, o da Almanya
Federal Cumhuriyeti’nin kurulduğu günden bu yana – kısa aralıklar haricinde –
her zaman hükümet ortağı ve devlet partisi olan liberal FDP’nin meclis dışında
kalmış olmasıdır. Piyasa radikali politikaların baş temsilcisi FDP’nin
hezimetine tek üzülenler, anlaşılır gerekçelerle, sermaye örgütlerinden
başkaları değil elbette.
Liberallere daha sonra değinmek üzere,
önce seçim sonuçlarına bakalım. Şansölye Merkel’in CDU/CSU grubu yaklaşık 18
milyon seçmenin oyunu alarak birinci parti oldu. SPD yüzde 25,7 ile 2009
seçimlerine nazaran puan kazanmasına rağmen, tarihinin en kötü ikinci seçim
sonucunu almaktan kendisini kurtaramadı. FDP barajı aşamayarak meclis dışında
kalırken, DIE LINKE yüzde 8,6 ile Yeşillerin önünde (yüzde 8,4) ülkenin üçüncü
büyük partisi hâline geldi.
Hemen herkes şansölye Merkel’in ne denli
büyük bir başarı elde ettiğinden bahsediyor. Ancak, Avrupa’nın »kraliçesi«
olarak nitelendirilen Merkel’in topladığı sempati ile seçimleri analiz etmek,
son derece yüzeysel kalacak, ülkedeki güç dengeleri ile Almanya toplumunda
yaygın hissiyatı açıklamaya yeterli olamayacaktır.
»Sosyaldemokratlaşan«
muhafazakârlar?
Seçim sonuçlarının gerçeğe yakın bir
analizini çıkartmak için tek tek partileri kısaca ele almakta yarar var. Önce
Merkel’in CDU’suna bakalım.
16 yıl »hükümdarlık« sürdüren Helmut
Kohl’ün skandallarının ardından partinin başına getirilen Angela Merkel,
belkide öncüllerinden hiç birinin cesaret edemeyeceği adımları atarak CDU’yu
müthiş bir modernizasyon sürecinden geçirdi. »Orantılı ve makul adımlar« adını
verdiği bir siyasetle partiyi merkeze (!) çeken Merkel, bir tarafta partinin
milliyetçi-muhafazakâr kanadını güçsüzleştirirken, diğer taraftan da kendi
sorumluluğu altındaki vahşi neoliberal düzensizleştirme siyasetinin
savunulmasını koalisyon ortağı FDP’ye bırakarak, bu dönüşüm politikasının
travmaya soktuğu kesimlerin hiddetlerinin FDP’ye yönelmesini sağladı. Bir
anlamda Merkel’in FDP’yi »kucaklayarak öldürdüğünden« bahsetmek de olanaklıdır.
Merkel tarafından usta bir biçimde ve
peşpeşe ekarte edilen milliyetçi-muhafazakâr kanat temsilcileri (ki bunların
arasında Friedrich Merz, Roland Koch ve eski cumhurbaşkanı Christian Wulff gibi
isimler de var), CDU’nun giderek »sosyaldemokratlaştığını« iddia ediyorlardı.
Sahiden de zorunlu askerlik uygulamasının kaldırılması, eşcinsel evliliklerin
olanaklı kılınması, sürdürülebilir enerji politikaları lehine nükleer enerjiden
vazgeçilmesi, belirli sektörlerde yasal asgarî ücret uygulamasına geçilmesi,
kiralara üst limit getirilmesi ve eğitim sisteminde SPD’ye yakınlaşılması gibi,
kemikleşmiş muhafazakârların kanını donduran adımlara bakıldığında, bu
suçlamanın pek haksız olmadığı düşünülebilir. Ama işin rengi öyle değil tabii
ki.
Çünkü bu adımların arkasında ideolojik saf
değiştirme değil, reel toplumsal ve ekonomik sorunlar ile orta katmanların
korkuları durmaktadır. Gerçi 1982’den bu yana mütemadiyen derinleştirilerek
uygulamaya sokulan neoliberal dönüşüm politikaları – bilhassa özelleştirmeler,
istihdam piyasasının esnekleştirilmesi ve sosyal bütçe kısıtlamaları - »amiral
gemisi« ihracat olan Alman ekonomisinin kapitalizmin merkez ülkeleri arasındaki
rekabet gücünü artırdı.
Ama bu politikalar diğer taraftan da ciddî
toplumsal sorunlara yol açtı. Örneğin Almanya Avrupa’da ülke çapında yasal
asgarî ücret uygulaması olmayan ender ülkelerden birisi. Bu açığı kompanse
edebilecek yaygın bir toplu iş sözleşmesi ağından da yoksun. Zaten Almanya’daki
çalışanların neredeyse üçte birinin düşük ücret sektöründe istihdam ediliyor
olması ve 1 milyondan fazla çalışanın tam gün çalışmalarına rağmen, yaşamaya
yetecek ücret alamamaları nedeniyle sosyal yardıma başvurmak zorunda kalmaları
da bu nedenledir.
Bu gelişmenin yol açtığı en önemli sonuçlardan
birisi, gelirleri ortalamanın üzerinde olan kesimlerin sosyal güvencesizlik ve
yoksulluk batağına düşme korkusunun yaygınlaşmasıdır. Seçimler öncesinde
yapılan bazı araştırmalar, tam da bunu kanıtlamaktadırlar. Örneğin 30 Ağustos –
2 Eylül 2013 tarihleri arasında Rheingold Enstitüsü tarafından yaptırılan bir
araştırma, şu tespiti yapmaktadır: »Almanlar ülkelerinin adalet gibi değerlerin
erozyona uğradığı ve kriz tehditi altında olan bir cennet olduğu görüşündeler.
Seçmenler, ülkenin geleceğini karanlık kulislerin ve kriz senaryolarının
belirlediğini düşünmektedirler. Kriz karabasanı, Almanya’nın sınırında
beklemektedir.«
Buhran ve kriz tehditlerinin arttığı
dönemlerde küçük burjuvazi ile ülke ortalamasının üzerinde gelire sahip olan
kesimlerin klasik bir özelliği ortaya çıkmaktadır: Kendisinden güçlüye kul
olurken, kendinden zayıfa tekme atmak! Refahını kaybetme korkusu, güvencesizlik
tehditi ve kriz senaryoları Almanya toplumunun geniş kesimleri arasında refah
şövenizmini tetiklemektedir. Ücretler ve çalışma koşulları arasındaki
eşitsizlik ve rekabet, sadece yoksullar ve dışlanmışlar arasında değil,
kapitalizmin merkez ülkelerindeki toplumların küçümsenemeyecek bir kesimini
oluşturan »orta katmanlar« arasında da büyük travmalara yol açmaktadır.
Hegemonik güç olmak isteyen her siyasî parti de öncelikle korkak »orta
katmanların« desteğini almak zorundadırlar.
Merkel, partisini modernizasyon sürecinden
geçirerek en başta bu korkak »orta katmanların« hislerine tercüman oldu ve
»refah düzeyini koruyun« beklentilerine yanıt verdi. Bu çerçevede Merkel’in
»başarılı« olan siyasî stratejisinin çoğunluk toplumunun refah şovenizmine uyan
ve sorun çözmeyi hedefleyen pragmatist yönetim resmini çizmek olduğu
söylenebilir. Merkel hükümetinin bu stratejisinin taşıyıcı sütunu »siyasî ve
toplumsal güvenliği sağlayan güçlü iktidar« algısını yayma çabasıdır. Çünkü bu
biçimde algılandığında travmaya uğrayan seçmenlerin desteğini alabilmektedir.
Ancak bu stratejinin, merkez ülkelerdeki
siyasî temsilîyet krizine egemen bloğun gösterdiği bir reaksiyon olduğunu da
vurgulamak gerekiyor. Bir paradoks olarak görünse de, - ki Merkel’in
»başarısının« sırrını burada görebiliriz – Merkel’in pragmatizmi çoğunluk
toplumunda siyasî elitlere karşı güvensizlik arttığı ölçüde destek
bulabilmektedir. Örneğin Yunanistan’daki protestocuların Merkel’i hedef
göstermesi, uluslararası malî piyasaların boyunduruğu altına giren siyasetçiler
arasında Merkel’in bir istisna ve »Alman çıkarlarını koruyabilen siyasetçi«
olduğu algısını desteklemektedir.
Neoliberalizmin sonu mu?
Seçimler sonrasında Alman basınında yer
alan kimi yorumda, Merkel CDU’sunun »sosyaldemokratlaşarak« SPD’ye
yakınlaşmasının, en azından büyük koalisyon (»İstikrar«) olanağının doğması ve
neoliberal politikaların yılmaz savunucusu FDP’nin meclis dışında kalmasının
neoliberal politikaların sona ermek üzere olduğunu gösterdiği vurgulanıyordu.
Kanımızca bu hayli yüzeysel ve gerçeğe pek uymayan bir tespittir.
Ülke çapında sadece Saksonya eyaletinde
hükümet ortağı olan FDP’nin Federal Parlamento dışında kalması, neoliberalizmin
sonunu değil, FDP’nin neoliberalizmin gereksinim duyduğu bir siyasî formasyon
olma yetisini kaybettiğini ve bu nedenle işlevini yitirdiğini göstermektedir.
Böylesi bir siyasî formasyon CDU’nun
sağında, »Almanya için alternatif« (AfD) partisiyle oluşmuştur. 2013 Mayıs’ında
kurulan ve sağ popülist taleplerle katıldığı ilk ulusal seçimde 2 milyondan
fazla oy (yüzde 4,7) toplamayı başaran AfD, FDP’nin siyasî mirasçısı olduğunu
kanıtlamıştır.
Neoliberalizmin »vurucu gücü« olarak
ortaya çıkan ve hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde »memnuniyetsiz« kesimleri
mobilize ederek seçim başarıları gösteren sağ popülizm fenomeninin Almanya’da
uzun bir süre şansı olamayacağı varsayılıyordu. Bilhassa CDU ve CSU’nun sağ
popülist talepleri siyasî söylemlerine entegre etmeleri ve böylece
milliyetçi-muhafazakâr aktörlere parti içerisinde yaşam alanı tanımasıyla,
aşırı sağcı veya Neonazizm suçlamasına maruz bırakılamayacak bir sağ popülist
partinin kalıcılaşmasını engellemişti.
Ancak FDP’nin içine düştüğü varoluş krizi,
CDU’nun pragmatist merkez siyaseti ve Almanya’nın sınırlarında görülen buhran
hayaleti, muhafazakâr partiler üzerinde sağdan baskı uygulayacak bir siyasî
formasyonun oluşmasını teşvik etti. Nitekim piyasa radikali tedbirleri savunan
iktisat bilimcileri ile Hans-Olaf Henkel gibi sermaye örgütlerinin eski
temsilcilerinin kurduğu AfD, AB yerine Alman ulus devletinin korunmasını, krizle
boğuşan AB ülkelerinin üyelikten çıkartılmasını ve Almanya’ya yönelik göçün
kısıtlanmasını savunan, Euro karşıtı bir program ile hem FDP tabanının oylarını
toplamayı, hem de CDU ve CSU’nun sağ popülist pozisyonlara daha çok sarılmasını
başardı. Örneğin Bavyera Eyalet Seçimlerinden en güçlü parti olarak çıkan
CSU’nun yabancı oto sürücülerinin Almanya otobanlarını ücret karşılığı
kullanmasına yönelik popülist bir kampanyayı sürdürmesi, bunun güzel bir
örneğidir. CSU’nun 15 Eylül 2013 eyalet seçimlerinde elde ettiği başarı da,
böylesi kampanyaları önümüzdeki dönemde daha güçlü sürdüreceğini
göstermektedir.
AfD’nin seçim başarısı, ki parlamentoya
giremese bile sıfırdan yüzde 4,7 oy toplayabilmek Almanya özelinde mutlak bir
başarıdır, refah şovenizminin çoğunluk toplumu arasında ne denli kök saldığını
kanıtlamaktadır. Bu açıdan AfD’nin 2014 Mayıs’ında yapılacak olan Avrupa
Parlamentosu (AP) Seçimlerinde ilk milletvekillerini AP’na sokabileceği
şimdiden kabul görmektedir. Gerçi AP Seçimleri için yüzde 5 barajının
olmamasını bunu kolaylaştıracaktır, ama sonucunda AfD dikkate alınması gereken
yerleşik bir parti olacak ve sağ popülizm, aynı Avusturya ve İsviçre’de olduğu
gibi, Almanya’da da olağan bir görüngü hâline gelecektir. Bu gerçek de, nasıl
sağ popülizmin olağan görüngü hâline geldiği diğer Avrupa ülkelerinde olduysa,
Almanya’da da klasik muhafazakâr partiler ile seçim kaygısına giren
sosyaldemokrasinin sağcılaşmasını teşvik edecektir.
Neoliberalizmin »sol« kanadı
ne durumda?
En geç Schröder-Fischer Hükümeti döneminde
saf değiştirerek, neoliberal cephenin »sol« kanadını oluşturan Alman
sosyaldemokrasisi ve Yeşiller, bir kez daha darbe almaktan kurtulamadılar.
Özellikle 2009 seçimlerinde aldığı büyük hezimet sonrasında, Sigmar Gabriel’in
başkanlığı altında »programatik yenilenme« gerçekleştireceği sözünü veren SPD,
Peer Steinbrück gibi »Ajanda 2010« politikalarının mimarlarından birisini
şansölye adayı göstererek, seçmen nezdinde güven kazanamadı.
SPD seçim öncesinde, »malî piyasalar
kapitalizminin ehlileştirilmesi SPD’nin en ivedi görevidir« diyerek,
yenileceğini ve sosyal adalet savunusunu partinin şiarı hâline getireceğini
ilân etmişti. Sahiden de seçim programına bakıldığında yasal asgarî ücret
uygulamasına gidilmesi, istihdam ve vergi politikalarında çalışanlar lehine
tedbirlerin öncelik kazanması, sosyal düzenleme reformlarının hükümet programı
hâline getirilmesi veya ekolojik sorunları çözecek yenilenebilir enerji
politikaları uygulanması gibi taleplerle, Schröder-SPD’sinden farklı olduğunu
göstermeye çalıştı.
Ancak, 1998 seçimlerinde daha radikal (!)
bir programla iktidara gelen, ama iki yasama süresi boyunca muhafazakâr-liberal
hükümetlerin dahi cesaret edemeyeceği bir neoliberal dönüşümü gerçekleştiren
SPD, seçmenleri yenilenmiş olduğuna ikna edemedi.
SPD, seçim sonuçlarının açıklandığı
saatlerde CDU/CSU ile birlikte büyük koalisyon hükümetine girebileceği
sinyalini vermeye başladı bile. Gerçi partinin en büyük eyalet örgütü olan
Kuzeyren-Vesfalya SPD’si, »CDU/CSU ile hükümet ortaklığına girmeyelim«
çağrısında bulundu ve parti yönetiminden kimi isimler, »hükümete girme kararını
parti tabanına soralım« talebini ileri sürdüler, ama tarihinde her defasında
»ülkenin çıkarları önce gelir« diye devlet aklına teslim olan SPD’nin – büyük
bir anlaşmazlık çıkmadığı müddetçe – büyük koalisyona hayır demeyeceğini
şimdiden iddia edebiliriz. Bir tarafta yaygın medyanın, »seçmenlerin yarısı
büyük koalisyon istiyor« pohpohlamasına ve sermaye fraksiyonlarının açık
desteğine bakar, diğer yandan 2005-2009 büyük koalisyonunda bakanlık yapanların
(hiç bir görev almayacağını söyleyen Steinbrück hariç) bugünkü SPD yönetimini
oluşturduğunu ve Eyaletler Meclisi’ndeki SPD çoğunluğunu düşünürsek, SPD’nin
CDU/CSU ile ortaklığa girmesinin önünde pek fazla engel kalmadığını
söyleyebiliriz. Tabii bu durumda SPD’nin gerçek anlamda bir »programatik
yenilenmesinin« de başka bahara kaldığını vurgulamamız gerekiyor.
Fukuşima Felaketi sonrasında yüzde 20
civarında oy oranı ile büyük sempati toplayan Yeşillerin yenilgisi ise, Almanya
siyasetini yakından tanıyanlar açısından pek şaşırtıcı olmadı. Gerçi yüzde 20
gibi bir oran her halükârda abartılıydı, ama daha seçimlere üç-dört ay kala
yapılan anketlerde Yeşilleri yüzde 15 civarında gören araştırma enstitülerinin
sayısı da az değildi.
Bu anketler, parti içerisinde 2009
seçimlerinde elde edilen yüzde 10,7’lik sonucun aşılabileceği kanısının
yaygınlaşmasına neden oldu. Baden-Württemberg gibi zengin bir eyalette Yeşiller
ilk kez bir eyalet başbakanını çıkartmışlar ve Stuttgart gibi bir kentin
büyükşehir belediye başkanlığını alabilmişlerdi. Bu iyimser hava, partinin önde
gelen isimlerinin siyasî söylemlerinde kibirli davranmalarına neden oldu.
Seçmen tabanı çoğunlukla gelirleri yüksek kesimlerden oluşan Yeşillerin tam da
bu kesimleri etkileyecek vergi artırımı planlarını seçim programına almaları,
yenilginin önünü açtı. Bu program, öncesinde Yeşilleri seçen üst gelir
seviyesinden, organik gıda maddelerine yüksek ücret ödeyebilen, ekolojik
korumanın ve yenilenebilir enerji politikalarının gerekli olduğuna inanan, ama
sosyal vicdanları gelişmemiş eski seçmenlerine çekici gelmedi.
Yeşiller nitekim yüzde 8,4 ile 2009’da
elde ettikleri oranın gerisine düşen bir sonuçla karşılaştılar. Parti yönetimi
bu seçim yenilgisinin sorumluluğunu üstlendi ve yeni bir yönetimin yolunu açtı.
Ancak gerek parti yönetiminde, gerekse de federal meclis grubunda sağ ve sol
kanat arasında başlayan koltuk kavgası, parti politikalarının nasıl
şekillenebileceğini belirsizleştiriyor. Parti ve meclis grubu yönetimindeki
çoğunluğu eş başkan Cem Özdemir’in de içinde bulunduğu ve liberal iktisat
politikalarını savunan sağ kanadın elde etmesi kuvvetle muhtemel. Böylesi bir
durum Yeşillerin CDU/CSU’ya yakınlaşmasını teşvik edecektir. Daha şimdiden bazı
yerel yönetimlerde CDU ile koalisyonda olan yöneticilerden, »yeni koalisyon
olanaklarına açık olmamız lazım« uyarıları gelmeye başladı bile. Aritmetik
olarak CDU/CSU ve Yeşiller hükümetinin kurulması olanağı yok değil. Henüz bunun
siyasî bir temeli yok, ama bu illa da olmayacak anlamına gelmez. Ancak
Yeşillerin böylesi bir adımı atması, kuruluş felsefelerindeki son kırıntıları
da çöpe atmaları anlamına gelecektir. Ayrıca gücünü kaybetmiş bir parti olarak,
seçimlerden güçlenerek çıkan bir şansölyenin önderliğindeki bir hükümete ortak
olmaları, FDP’nin hazin kaderini Yeşillerin de paylaşmasına neden olabilir.
Henüz yeni parlamento resmen toplanmadı ve en geç 22 Ekim 2013’de toplanmak
zorunda. En geç o tarihte Yeşillerin nasıl bir geleceğe doğru yol aldığını
görebileceğiz.
Peki ya Sol ne durumda?
Analizimize parlamentoda temsil edilen
sola odaklanmak durumundayız. Gerçi DIE LINKE haricinde seçime giren diğer
sol-sosyalist-komünist partileri incelemek genel olarak Almanya toplumsal ve
siyasal solunun durumunu masaya yatıracağından, ilginç olurdu. Bunu başka bir
yazıya bırakarak Sol Parti’ye, yani DIE LINKE’ye bakalım.
Resmen 2007 yılında kurulan Sol Parti,
batı eyaletlerinde zayıf görünse de, Almanya’da uzun bir dönem için
parlamentolarda temsil edilen tek sosyalist / sol siyasî formasyon olarak
kalacağını kanıtladı. Seçim öncesinde kimi muhafazakâr yorumcunun »sol,
parlamento dışında kalacak« kehanetine ve bazı araştırma enstitülerinin oy
oranını yüzde 5 civarında görmesine rağmen, parti yüzde 8,6 oyla Almanya’nın
üçüncü büyük partisi konumuna yükseldi. Gerçi bunda FDP’nin meclis dışında
kalmasının da büyük rolü var ve parti 2009 seçimlerine nazaran yaklaşık 1,5
milyon seçmenini kaybetti, ancak, ki bilhassa Federal Parlamento Seçimleri ile
aynı tarihte yapılan Hessen Eyalet Parlamentosu Seçimlerinde barajı üçüncü kez
aşıp, eyalet parlamentosuna girdiği göz önünde tutulursa, alınan oy oranını bir
başarı olarak nitelendirmek gerekiyor. Çünkü hem batı eyaletlerinde de yeniden
yüzde 5 üzeri oy toplayabildi, hem de parti içi ideolojik çatışmaları
erteleyerek, bütünsel bir resim sergileyebildi.
Sol Parti geren parlamento çalışmalarında,
gerekse de parlamento dışı mücadele alanlarındaki girişimleriyle, neoliberal
cepheye parlamentolarda direnen tek muhalefet partisi olduğunu kanıtlamış oldu.
Emperyalist müdahale savaşlarına, silah ihracatına, militaristleşmeye ve
federal ordunun yurt dışına »göreve« gönderilmesine kesin karşı çıkışı ile, antimilitarist
ve savaş karşıtı hareketin en önemli dayanağı oldu. Sosyal politika alanında
geliştirdiği reform önerileri, meclis çoğunluğu tarafından her defasında
reddedilse de, zaman içerisinde SPD ve Yeşillerin, hatta CDU’nun bile siyasî
söylemine girdi. Yasal asgarî ücret tartışmasının toplumsallaşması ve diğer
partilerin de bu konuya yakınlaşması bunun en güzel örneğidir.
Ancak yıllardan beri mütemadiyen devam
eden Sol Parti karşıtı propaganda, Almanya toplumunun – neredeyse genlerine
kadar işlemiş olan – antikomünizmi ve sendika yönetimlerinin hâlâ SPD ile süren
»evlilikleri«, Sol Parti’nin kuşkusuz daha geniş olan seçmen potansiyelini
mobilize etmesini engelledi. 2012 Parti Kurultayında seçilen yeni parti
yönetimi kısa sürede parti içi kanat kavgalarını büyük ölçüde durdurmuş
olmasına rağmen, burjuva basınında yer alan »sekterlik« suçlamasından
kurtulamadı. Neoliberal dönüşümün mağdurlarının arasında da büyük ölçüde
yaygınlaşan refah şövenizmi, sosyal kıskançlık ve ırkçı yaklaşımlar, solun bu
kesimler arasında kökleşebilmesini engelledi.
DIE LINKE her ne kadar Avrupa solunun
büyük çoğunluğu gibi henüz Avrupa merkezci yaklaşımlardan kurtulamamış olsa da,
başta Almanya’daki Kürt kurumları olmak üzere, göçmen temsilîyeti konusunda
haklı eleştirilere maruz kalsa da, sosyal vicdanı temsil eden tek parti
konumunda. Meclisteki SPD, Yeşiller ve DIE LINKE gruplarının sahip oldukları
sandalye sayısına baktığımızda, aritmetik olarak sol tandanslı bir hükümetin
kurulması ve SPD’li bir şansölyenin seçilmesinin olanaklı olduğunu görürüz. Ama
aritmetik çoğunluklar, otomatikman siyasî çoğunluk anlamına gelmediğinden,
bugün için böylesi bir hükümet olanaksız görünüyor. SPD’nin bir şansölye
çıkartabilmesi için hâlâ tek koşul kendisini yenilemesi ve köklerine geri
dönmesidir. Bu ise, Sol Parti’nin destek vereceğini açıklamasına rağmen, uzun
vadede olacak gibi görünmemektedir.
Bu durumda DIE LINKE’nin kendisini
konsolide etmesi, batı eyaletlerinde parti örgütlenmesini güçlendirmesi ve
egemen bloka karşı siyasî alternatif programlar hazırlaması için bir fırsat
doğdu. Reformist bir sol partinin, ki DIE LINKE böylesi bir partidir,
parlamento dışı muhalefet güçleriyle işbirliği içerisinde radikal reform
taleplerini hazırlaması, bunun için toplumsal ittifaklar örmesi, sendika yönetimleri
üzerinde mücadeleci sınıf sendikacılarının baskısını artırmaya destek çıkması,
barış hareketiyle birlikte kamuoyundaki savaş karşıtı hassasiyetleri artırması
ve neoliberal hegemonyaya karşı toplumsal direnci örgütlemesi, ülkenin karşı
karşıya bulunduğu toplumsal ve ekonomik sorunlar göz önünde tutulursa,
fazlasıyla olanaklı. Sol Parti bunları ne denli gerçekleştirebilecek, onu zaman
yanıtlayacaktır, ama en azından bu potansiyele sahip olan tek parti olduğu
teslim etmek gerekmektedir.
Sonuç yerine
Seçimler sonrasında yapılan anketler,
Alman seçmenlerin çoğunluğunun seçim sonuçlarından memnun olduklarını
gösteriyor. CDU/CSU ve SPD’nin oluşturacağı büyük koalisyonu halkın yüzde 58’inin
olumlu bulduğu, buna karşın yüzde 72’lik bir kesimin azınlık hükümeti kurulmasına
kesin karşı çıktığı bildiriliyor. Yeni parlamento bir hükümet kurmakta
zorlanırsa, erken genel seçimlere gidilmesi söz konusu olabilir, ama anketler
bu durumda da sonuçların pek farklı olmayacağını gösteriyor. Tek bilinmeyen
AfD’nin barajı bu sefer aşıp aşamayacağı.
SPD yönetimi halihazırda başlayacak olan
koalisyon görüşmelerinde »fiyatını« yüksek tutmak için yasal asgarî ücret,
emeklilik reformu ve zenginler aleyhine vergi reformunun kendileri için
»kırmızı çizgi« olduğunu açıkladı. Gerçi maliye bakanlığı çok önceden üst vergi
limitinin yüzde 48’e çıkartılmasının toplumsal açıdan ve konjonktür için »sorun
yaratmayacağını« açıklamıştı. Ama bu
durumda yürütülen bütçe politikalarında değişiklik yapılmamasının gerekli
olduğunu da belirtmişti. Yani olası bir büyük koalisyonun vergi artırımını
gerçekleştirmesi muhtemel gözüküyor. Ama bu adım yerel yönetimlerin
bütçelerinin artırılması veya sosyal haklara ve alt yapı yatırımlarına ağırlık
verilmesi sonucunu doğurmayacak. Kimi CDU’lu politikacının şimdilerde »vergi
eşitliğinden« dem vurmasını, bu bağlamda SPD’nin tabanını rahatlatmaya yarayan
bir strateji olarak nitelendirmek olanaklı.
Yeşillerin durumu malum. Gerek parti
yönetiminde, gerekse de programında »yenilenme« kavgaları sürdüğü müddetçe
Yeşillerin CDU/CSU ile koalisyon görüşmelerini sürdürmesini pek olanaklı görünmüyor.
Kaldı ki bilhassa CSU böylesi bir işbirliğine taraftar olmadığını yeterince
açıkladı. O açıdan muhafazakâr-yeşil bir hükümetin oluşması, en azından federal
düzeyde hiç olanaklı görünmüyor. Ama bu, piyasa radikali pozisyonları almaya
yatkın olan Yeşiller yönetiminin ilelebet muhafazakârlarla işbirliğine
girmeyecekleri anlamına gelmiyor. 2017 seçimlerinde – eğer yeni yasama dönemi o
kadar sürerse – Yeşillerin muhafazakârlar için ortak olabilecek »olgunluğa«
erişmeleri muhtemel. Ama şimdi değil.
Bu durumda geriye sadece büyük koalisyon
kalıyor. SPD açısından CDU/CSU’nun vergi politikalarında verdiği yakınlaşma
sinyalleri ve belirli sosyal politika alanlarında küçük reformlara hazır olduğunu
göstermesi, Eyaletler Meclisi’ndeki çoğunluğu ile birlikte ele alınınca, büyük
koalisyonun küçük ortağı olma açısından hiç bir engelin kalmadığı görülüyor.
SPD yönetimi, daha önceki CDU/CSU-SPD hükümetinin ardından alınan büyük
hezimeti çoktan unutmuş gibi.
Öyle ya da böyle; Alman sermayesinin
lehine olan bir hükümet kurulacağından hareket edebiliriz. Almanya’nın ekonomik
durumu ve toplumsal korkular bunu olanaklı kılıyor. Amma velakin korkunun ecele
faydası yok. Sınırda bekleyen buhran hayaleti, yeni bir kriz dalgasıyla
Almanya’yı da kasıp kavurursa, durum çok çabuk değişebilir. Şu an için Almanya
için söyleyebileceğimiz tek tespit var: Batı cephesinde yeni bir şey yok!