11 Şub 2016

Rusya’nın Suriye angajmanının arka planı üzerine

BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi Rusya’nın Suriye iç savaşına müdahil olması ve Suriye hükümetinin isteğiyle askeri operasyonlara başlaması, Türkiye ve dünyadaki ilerici güçler ve barışseverler arasında farklı açılardan yorumlanmakta. Müdahaleyi, Rusya’yı da emperyalist cephe içerisinde görerek, emperyalistler arası kapışma olarak nitelendirenlerden, AKP rejimi ile olan ihtilafı ve Suriye’deki cihatçı çetelere karşı etkin saldırıları nedeniyle Putin sevgisini keşfedenlere kadar geniş bir yelpaze ile karşılaşmak olanaklı.

Rusya’nın emperyalist bir güç olmadığını, ama aynı zamanda antiemperyalist de olmadığını Politika Gazetesi’nin 22. sayısında yeterince kanıtladığımızı düşünüyoruz. Diğer taraftan Rusya’nın gerek askeri alanda, gerekse de siyasi ve diplomatik açıdan attığı adımların genel anlamda emperyalist güçler ile Suudi Arabistan ve Türkiye gibi bölge egemenliği peşinde koşan taşeron güçlerin stratejik hedeflerini tökezlettiğini de söyleyebiliriz. Ancak Rusya’nın Suriye’deki angajmanını salt Suriye’deki çıkarlarıyla açıklamaya çalışmak da yetersiz olacaktır. Dünya siyasetinde oynadığı rol açısından ve uzun vadeli hedefleri temelinde Rusya’nın Suriye bataklığına girmesinin nedenleri hayli karmaşık ve çok boyutludur.
O nedenle Rusya’nın stratejik hamlelerini, dünya siyasetine yönelik politikalarını, ilişkilerini ve bilhassa ekonomi politik nedenleri ayrı ayrı ele alarak irdelemek gerekiyor. Doğru bir tahlil yapabilmek, bu tahlil temelindeki çıkarsamalarla gelişmelerin alabileceği yönü tahmin etmek ve farklı çıkarlar ile çelişkilerin çıkardığı toz ve dumanın ardındaki gerçek resmi görebilmek için böylesi bir irdelemeye ihtiyaç var. Bu sayıdan başlayarak Rusya’nın angajmanının arka planını masaya yatıracağız. Çalışmanın kapsamı nedeniyle irdelememizi tefrika biçiminde yayınlamayı ve gelişmeleri, olanaklı olduğu ölçüde farklı açılardan değerlendirmeyi amaçlıyoruz. On beş günlük bir gazetenin sınırlarına işaret ederek, dipnot kullanmayacağımızı da belirmeliyiz. Ama ilgilenen okurlara istenmesi durumunda dipnot bilgilerini iletebiliriz. Güncel gelişmelerin dayatmasıyla duruma göre araya farklı konuların da girebileceğini anımsatırız.
Suriye, İsrail ve Rusya
Hiç bir gelişme tarihsel bağlantılarından, maddi koşullarından ve ekonomik politik arka planından bağımsız ele alınamaz. Bu, Rusya’nın 1989-1990 karşı devriminden sonra yeniden bir »Global Player« konumuna gelmesi için de geçerlidir. Elbette Rusya’nın bu konumu elde etmesinde Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS ülkelerinin gelişiminin de bir etkisi var. Bu konuda Almanya’daki Bremen Eyalet Bankası Analiz Bölümü şefi Folker Hellmeyer’in bir tespiti hayli açıklayıcı: »Bence Moskova-Pekin-BRICS yayı kazanıyor. (...) 1990’da bu ülkelerin dünya çapındaki yurt işi Gayri Safi Hasıla’daki oranı yüzde 25 idi. Bugün ise bu ülkelerin GSMH toplamındaki oranları yüzde 56. Dünya döviz rezervlerinin yüzde 70’ini kontrol ediyorlar. Yılda ortalama yüzde 4 – 5 büyüyorlar. Yükselen ülkeler sektöründe kendi mali sistemlerini oluşturuyorlar. Gelecek oradadır. Moskova ve Pekin olmaksızın dünyadaki hiç bir sorun çözülemez«.
Uluslararası sermaye kurumlarının ve emperyalist güçlerin özelde Rusya, genelde ise BRICS ülkeleri üzerine yaptıkları değerlendirmeleri, gelişmeleri açıklamak için daha sonraki yazılarda ele alacağız. Şimdi ise resmin, daha doğru bir deyimle, Puzzle’ın küçük bir parçasına bakarak başlayalım.
Yıllar öncesinde George W. Bush yönetiminin »Büyük Ortadoğu Projesine« şekil verdiği dönemde, Irak, Suriye ve Türkiye’den geçecek doğal gaz ve petrol boru hatları, genel olarak enerji kaynaklarının, üretimin ve nakliyat yollarının kontrol altına alınması, ABD’nin Suriye politikaları için yaşamsal önem taşımaktaydı. Günümüzde de bu önem azalmamıştır, ama devreye yeni faktörler girmiş durumdadır. Bu faktörlerden birisi İsrail’dir.
Suriye, İsrail için sadece stratejik açıdan değil, doğal gaz nakliyatı ve petrol kaynakları açısından da önem kazanmıştır. Dolayısıyla İsrail’in Rusya karşıtı cephede yer almasının bir nedeni daha oluşmuştur. Bu ise tersinden Rusya’nın Suriye’de angajmanını artırmasının nedenlerinden bir tanesidir.
İsrail 1967’deki altı gün savaşından bu yana işgal ettiği ve özellikle su kaynakları nedeniyle yaşamsal önem atfettiği Golan Tepelerini, Suriye iç savaşının başlamasıyla daha geniş bir koruma altına aldı. 2013 yılında Alman basınında yer alan küçük bir haber, İsrail’in Golan Tepeleri ile ilgili olarak yeni adımlar atmaya başladığına işaret ediyordu. Suriye sınırına yaklaşık 70 kilometrelik güçlendirilmiş sınır çiti kuran İsrail, ABD’li »Genie Energy« adlı enerji tekeline Golan Tepelerinin 400 kilometrekarelik güney bölgesinde petrol ve doğal gaz arama lisansı vermişti.
Golan Tepeleri, İsrail açısından oldum olası büyük stratejik öneme sahip ve İsrail ordusunun hem Suriye’ye hem de Lübnan’daki Hizbullah güçlerine karşı geliştirdiği saldırılar için askeri açıdan vazgeçilmez bir mevzii. İsrail bu nedenle, BM’de alınan tüm yaptırım kararlarına rağmen, Golan Tepelerini kendi toprağı gibi görüyor ve 14 Aralık 1981’de yürürlüğe soktuğu bir yasa ile Golan Tepelerinde »İsrail yasalarını, yargısı ve idaresini« geçerli kıldı. Doğu Akdeniz’deki »Levante Havzasında« bulunan devasa doğal gaz kaynaklarından gaz çıkartmaya başlayan İsrail, Kerkük’ten başlayarak Rojava’dan geçmesi ve Ceyhan’a ulaşması planlanan yeni boru hattına Golan Tepelerinden geçerek Kilis civarında bağlantı yapmayı planlamaktadır. Şimdi ise Golan Tepeleri petrol kaynakları açısından da ayrı bir önem kazanmış durumda.
Şahinler yuvası Genie Energy
New Jersey eyaletinin Newark kentinde merkezi olan Genie Energy tekeli salt bir petrol ve doğal gaz şirketi değil. Aynı zamanda ABD burjuvazisinin en saldırgan ve en gerici kesimlerinin temsilcileri arasında sayılan isimlerin de yer aldığı etkin bir şirket. Şirketin danışma kurulu şu isimlerden oluşuyor: Dick Cheney, James Woolsey, Bill Richardson, Jacob Rothschild, Rupert Murdoch, Larry Summers ve Michael Steinhardt.
Bu isimlere yakından baktığımızda, ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılır: Dick Cheney 1989-1993 yıllarında ABD Savunma Bakanı ve 2001-2009 yılları arasında da George W. Bush hükümetinde başkan yardımcısıydı. Cheney, Paul Wolfowitz ile birlikte bugün ABD’nin devlet aklı sayılan »Wolfowitz Doktrininin« mimarlarındandır. 2001’e kadar dünyanın en büyük petrol tekellerinden birisi olan »Halliburton« tekelinin CEO’su olan Cheney hâlâ CIA ve Pentagon üzerinde büyük etkiye sahip.
Eski CIA müdürlerinden olan James Woolsey »Neoconlar« olarak adlandırılan muhafazakârların önde gelen düşünce kuruluşlarından »Foundation for Defense of Democrasies« (Demokrasileri Savunma Vakfı) başkanı ve Washington’daki güçlü İsrail lobisi »WINEP« (Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü) üyesi. Woolsey aynı zamanda Cheney, Don Rumsfeld ve Bush hükümetlerinin diğer şahinleriyle birlikte »Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi« PNAC’in hazırlayıcı ekibinde yer aldı.
Bill Richardson ABD’nin eski Enerji Bakanı. ABD’li ve Britanyalı bir dizi medya tekelinin sahibi olan Rupert Murdoch, PNAC kurucularından Bill Kristol’ün yayınladığı neoconcu »Weekly Standard« gazetesini finanse ediyor ve ünlü »Wall-Street Journal«in sahibi. Larry Summers ise ABD’li bankaları koruma altına alan yasaların mimarı olan eski maliye bakanlarından. İsrail lobisinin tanınmış isimlerinden olan Michael Steinhardt da »Demokrasileri Savunma Vakfının« yönetim kurulu üyesi ve aynı zamanda bir Hedge fonunun spekülatörü.
Doğrudan Rusya ile ilgisi olan kişi ise Lord Jacob Rothschild’dir. Rothschild ailesinin üçüncü büyük finans tekeli olan »RIT Capital Partners PLC« adlı şirketi kuran ve yöneten Jacob Rothschild Genie Energy’nin büyük hissedarlarından. Tanınmış Rus oligarkı Michail Chodorkowski tutuklanmadan önce Rusya’da yerleşik »Yukos Oil« tekelindeki hisselerini gizlice Rothschild’e devretmişti.
Görüldüğü gibi Golan Tepelerinde petrol ve doğal gaz arama lisansını alan Genie Energy sıradan bir şirket değil, dünyanın en büyük emperyalist gücünün devlet aparatı ve silahlı kuvvetleri üzerinde büyük etkisi olan, ABD’nin uzun vadeli stratejilerini belirleyen ve Rusya’yı dize getirmeye çalışan isimlerin kontrolü altındaki bir tekeldir.
Golan Tepeleri ve petrol
Rusya’nın, Suriye hükümetinin isteği üzerine cihatçı çetelere karşı hava saldırılarını başlatmasının ikinci haftasında, 8 Ekim 2015’de gene Alman basınında yer alan bir haber dikkat çekiyordu: Genie Energy tekelinin İsrail’de kurduğu »Afek Oil&Gas« adlı şirketin jeologlarından Yuval Bartov, »Golan Tepelerinde ülkenin günlük petrol ihtiyacını uzun yıllar boyunca karşılayacak büyüklükte bir petrol yatağı« bulduklarını açıklıyordu. İsrail kamuoyunda uzunca bir süredir çevreye vereceği zarar ve su kaynaklarına yönelik tehdit nedeniyle protestolarla karşılanan petrol ve doğal gaz araması, tam da Suriye’deki iç savaşın yeni bir ivme kazandığı günlerde bir sonuca ulaşmıştı. Borsalara ve yatırımcılara yönelik yayın yapan farklı gazeteler ve internet sayfaları, İsrail’in Suudi Arabistan’dan sonra ikinci büyük petrol üreticisi olma fırsatını yakaladığı iddiasını ileri sürüyorlardı. Genie Energy ve Afek Oil&Gas yetkilileri, »gerekli koşullar yaratıldıktan sonra 2020’den itibaren günde en az 50 bin varil petrol üretebileceklerini« açıklıyorlardı.
Üretim için gerekli olan en önemli »koşul«, üretilen petrol ve doğal gazın »müşteriye« güvenli bir biçimde nakledilebilmesidir. Suriye’den geçmesi planlanan yeni boru hatları planlarını göz önüne getirdiğimizde, Suriye’de yürütülen vekalet savaşlarının neden günümüzdeki seviyeye ulaştığını görebiliriz. O açıdan, zaten Golan Tepeleri konusunda uzlaşmaz bir tavır sergileyen İsrail’in bundan itibaren daha da uzlaşmaz olacağını ve Suriye’deki Esad rejimini alaşağı etmek için daha fazla çaba göstereceğini öngörebiliriz. Netanjahu hükümeti şimdiden Golan Tepelerini elinde tutacak adımları atmaya hazırlanıyor. Örneğin »Diyaspora Meseleleri ve Eğitim Bakanı« olan, aşırı sağcı-köktenci »Yahudi Evi Partisi« başkanı Neftali Bennett, İsrail’in önümüzdeki beş yıl içerisinde Golan Tepelerine yüz bin yeni yerleşimci göndermeyi planladıklarını açıkladı. İsrail hükümeti, »çözülmekte olan Suriye devleti, Golan Tepelerinin geri verileceği istikrarlı bir devletin olmayacağını gösteriyor« diyerek, uluslararası hukuka hiç bir şekilde uymayacaklarını da ilân etti.
Golan Tepelerindeki petrol kaynakları bulunmadan önce de enerji taşıyıcıları konusu Suriye’deki rejimin alaşağı edilmesi ve Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesi politikalarının en temel motivasyonuydu. ABD, AB, İsrail, Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin Suriye temelinde ortaklaşan çıkarları, üretilen petrol ve doğal gazı yeni ve güvenli nakil yollarından Avrupa ve dünya pazarlarına taşıyabilmek olarak ifade edilebilir. Her ne kadar bölgesel hegemonyayı elde etme konusunda emperyalist güçler ile bölge egemenleri arasında çıkar farklılıkları olsa da, bu temel çıkar hepsini ortaklaştırmaktadır.
Bölgede bulunan doğal gaz kaynaklarının bilhassa Avrupa’nın Rus doğal gazından »bağımsızlaştırılması« politikalarıyla ve aynı zamanda Rusya’nın NATO üyesi ülkeler tarafından kuşatılarak etkisizleştirilmesi hedefiyle de doğrudan bir ilgisi bulunuyor. Doğu Akdeniz’de bulunan devasa doğal gaz kaynakları (ki şu sıralar Mısır kıyılarında da yeni kaynaklar keşfediliyor), Arap Yarımadasının her iki tarafındaki kaynaklar kullanılabilir ve üretilen doğal gaz Türkiye üzerinden güvenli olarak Avrupa’ya aktarılabilirse, Avrupa şu anda doğal gaz ihtiyacının neredeyse yarıdan fazlasını karşıladığı Rusya’ya hiç bir şekilde enerji gereksinimi açısından bağımlı kalmayacak.
Rusya’nın enerji taşıyıcıları konusunda ekarte edilmesi ve alternatif nakliyat yollarının bulunması planları eskiye dayanıyor. Fazla gerilere gitmeden, daha 2009 yılında Suriye’deki Esad rejiminin nasıl bu planlara eklemlenmek istediğini görebiliriz. AKP rejiminin Suriye ile olan ilişkilerinde de belirleyici bir faktör olan yeni boru hatları planları için Esad rejiminin kazanılması görevini 2009 yılında Katar emiri üstlenmişti. 2009’da Şam’da Beşar El-Esad ile buluşan Katar temsilcileri, Esad’a Katar doğal gazını taşıyacak bir boru hattı antlaşması yapılmasını önermişti. Bu öneriye göre, Katar’ın İran Körfezi’nde bulunan Kuzey Alanı’ndan Suudi Arabistan ve Suriye’den geçen bir botu hattının Türkiye’ye ulaştırılmasını öngörülüyordu. Sıvılaştırılmış gaz satışını boru hatları üzerinden satışa döndürmek isteyen Katar’ın çıkarları belliydi: üretim ve nakliyat giderlerini düşürerek, kârlarını artırmak. Ama Katar’ın bu çıkarı, aynı zamanda Rusya’nın ekarte edilmesi hedefiyle de uyum içerisindeydi. Rusya ile olan geleneksel iyi ilişkileri nedeniyle Esad, Ajans France Presse’in bir haberine göre, »Avrupa’nın en önemli doğal gaz tedarikçisi olan Rus müttefikinin çıkarlarını korumak« gerekçesiyle Katar’ın önerisini reddetmişti.
Esad rejimi de Avrupa’nın doğal gaz gereksiniminin farkındaydı ve nakliyat pazarına dahil olmayı hedefliyordu. Bu nedenle 2010’da Irak merkezi hükümeti ve İran ile görüşmelere başlanmış ve İran’ın »South-Pars Alanında« çıkartılan doğal gazı Avrupa’ya nakletmek için 10 milyar dolarlık yeni bir boru hattı planları geliştirilmişti. 2012 Temmuz’unda Suriye, Irak ve İran bu konuda bir niyet antlaşması imzaladılar ve Suriye’deki iç savaş Halep ve Şam’ı da içine çekecek düzeyde şiddetlendi. Cihatçı terör şebekelerinin Suriye’nin büyük kesimlerini ele geçirmesi ve vekalet savaşlarının genişlemesi, 2012’de yapılan niyet antlaşmasını etkisiz bıraktı.
Şimdi ise İsrail’in Golan Tepelerinde bulduğu petrol rezervleri, her ne kadar henüz tam kapsamı açıklanmamış da olsa, Suriye iç savaşını doğrudan etkileyen yeni bir faktör hâline geldi. ABD emperyalizminin stratejik partneri olan İsrail, Suriye devletinin çözülmesi ve dolayısıyla Rusya’nın bölgedeki çıkarlarının hedef hâline getirilmesi için yeni bir nedene daha kavuşmuş oldu.
Ara sonuç
Görüldüğü gibi İsrail, Rusya’nın çıkarlarını baltalamaya çalışan cephede yer alıyor. Ama tersinden de Rusya’nın Suriye’deki askeri müdahalesi de İsrail’in çıkarlarını baltalıyor ve planlarını tehdit ediyor. Çünkü Rusya’nın Esad rejimine destek çıkması ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunması, şimdiye kadar geliştirilen her türlü boru hattı projesinin istenildiği biçimde gerçekleştirilmesini engelliyor. Kaldı ki Golan Tepelerinin Suriye’ye ait olduğuna dair BM kararları ile Golan Tepelerinin belirli bir bölümü için hak talep eden Lübnan Hizbullah’ının varlıkları, her şeyi daha da çetrefilleştiriyor.
Diğer yandan Rusya’nın Suriye’de dikkate alması gereken bir başka faktör de bulunmakta: Esad rejimi sadece Rusya’ya değil, aynı zamanda – hem de daha derin ilişkilerle – İran’a bağımlı. Esad rejimi İran’ın desteğiyle cihatçı terör şebekelerinin saldırılarına rağmen ayakta kalabildi. İran, Suriye, Irak merkezi hükümeti, Lübnan Hizbullah’ından oluşan ve son dönemde Yemen’deki Husilerin katılmasıyla genişleyen »Şii Yayı« Rusya’nın stratejik işbirliğini sürdürmesi gerekli olan bir faktör.
İran, cihatçı terör şebekelerinin ilerideki bir zamanda yaklaşık 20 milyon Müslümanın yaşadığı Rusya’da da bir iç tehdide dönüşmesinden kaygı duyan Putin yönetimi için çok önemli bir müttefik. Lübnan ve Irak’taki Şiilerin de siyasi desteğini alan Putin 23 Kasım 2015’de Tahran’da İran cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile buluşmuş ve iki devlet başkanı yaptıkları açıklamada »İran ve Rusya terörizme karşı verilen mücadele işbirliği ile siyasi ve iktisadi işbirliklerini derinleştireceklerini« açıklamışlardı.
Ancak İran’ın bu işbirliğinin ötesinde olan bir ajandası daha var: İran, ABD ve AB’nin yeniden iktisadi partneri olabilmesi ve ambargoların kaldırılması için ikili bir strateji izliyor. Bir tarafta Rusya ile işbirliğini derinleştirir, Suriye ve Irak’ta gelişmelere doğrudan müdahil olurken, diğer taraftan da nükleer programını kabullendirmek için ABD ile yakınlaşma politikasını ve AB ülkeleriyle işbirliğini sürdürüyor. Ama aynı zamanda da İsrail ve Suudi Arabistan’ın hedefinde bulunuyor.
Rusya, İran’ın bu ikili stratejisine vazgeçilmez partner kalabilmek için gereken yanıtları geliştirmek zorunda. İran’ın bölgesel etkinliğini geri püskürtmeyi hedefleyen İsrail zaten İran ile ilişkileri nedeniyle Rusya karşıtı bir pozisyondaydı. Golan Tepelerinde bulunan petrol rezervleri ve yeni boru hatları planları İsrail’i uzlaşmaz bir Rusya karşıtlığına iten nedenleri artırıyor. Rusya ise Suriye’deki angajmanını sürdürmek zorunda. Böylelikle Rusya’nın içine girdiği Suriye bataklığı daha da derinleşiyor. Ama tüm bunlar, Suriye Puzzle’ının sadece küçük bir parçası.
İzolasyonu kırma ve alternatif oluşturma çabaları
Rusya’nın Suriye’de cihatçı terör gruplarıyla rejim karşıtlarına yönelik hava saldırılarını yoğunlaştırması, özellikle Avrupa’da – gerek burjuva basınında, gerekse de muhalif kesimler ve barış hareketi içerisinde – Rusya’nın hangi hedefler peşinde olduğu konusunda farklı tartışmalara yol açtı. Bilhassa Almanya barış hareketi içerisinde Putin yönetimi ve genel olarak Rusya’nın politikaları üzerine birbirleriyle çelişen değerlendirmeler yapılmakta. Türkiye’deki farklı sol kesimlerin değerlendirmeleri için de benzer bir tespiti yapmak olanaklı. O nedenle yazımızın bu bölümünde Rusya’nın Suriye angajmanının hedeflerini değerlendireceğiz.
Rusya’nın Suriye’deki askeri angajmanı ile, salt Suriye ile sınırlı olmayan iki temel hedefe yönelmiş olduğunu söyleyebiliriz: »Wolfowitz Doktrinine« dayanan ve emperyalizmin dünya çapındaki yönlendirici stratejisinin gereği olan kuşatmanın yol açtığı izolasyonu kırmak ve uluslararası siyasette »nizam kurucu ve koruyucu« alternatif güç olarak kabul edilmek.
Özellikle güncel Ukrayna krizinin başlamasıyla sertleşen izolasyon koşullarından kurtulmak isteyen Rusya, stratejik hamlelerini sadece geleneksel-tarihsel Hinterlandına değil, aynı zamanda ABD emperyalizmi için yaşamsal önem arz eden Ortadoğu’ya da yönlendirdi. Suriye’de sürdürdüğü hava saldırılarıyla fiili bir durum yaratarak, bilhassa ABD ordu yönetiminin Rus ordu yönetimi ile koordinasyon görüşmelerine girmesini sağladı ve bir anda Suriye’ye yönelik tüm emperyalist stratejilerin yeniden düzenlenmesi zorunluluğuna yol açtı. Böylelikle ekonomik ambargolar ve dışındalanma (Exklusion) yaptırımlarıyla oluşturulan izolasyon koşullarını etkisiz bırakarak, uluslararası müzakerelerde belirleyici aktörlerden birisi hâline geldi.
Rusya’nın ikinci hedefi, yani alternatif güç olarak kabul edilme hedefi dış politika anlayışı ve uluslararası ilişkilerde bağımsız ulus devletlere verdiği önem ile doğrudan ilintilidir. ABD ve AB ulus devletler üstü kurum ve yapılanmalarla (G7/G20 Zirveleri, NATO kurulları, AB Komisyonu, Dünya Bankası, IMF gibi) ulus devlet hükümranlıklarını ve ulusal parlamentoların yasama yetkilerini, neoliberal dönüşüm politikalarını ve emperyalist stratejileri gerçekleştirmek amacıyla işlevsiz kılmaya çalışırlarken, Rusya, aynı Çin ve diğer BRICS ülkeleri gibi, ulus devlet iradesinin belirleyici faktör olarak kalmasını savunuyor. Bu savunu günümüzde emperyalizm karşıtı etkide bulunan bir alternatif konsept hâline gelmiştir.
Rusya Federasyonu devlet başkanı Waldimir Putin 2015 Eylül’ünde eski SSCB ülkelerinin üye olduğu »Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü« ve BM Genel Kurulu önünde yaptığı iki konuşmada, bu alternatif konseptin ana hatlarını çizmişti: Rusya’ya göre »ABD ve diğer Batılı ülkelerin uluslararası teröre karşı mücadeleleri tamamen yanlış. BM Şartı’na aykırı müdahaleler ve rejim değişikliği çabaları Ukrayna, Suriye, Irak ve Kuzey Afrika’yı hem istikrarsızlaştırıyor, hem de terör örgütlerinin güçlenmesine yol açıyor«.
Emperyalizme meydan okuma mı?
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Putin’in yaptığı konuşmalara »Rusya özgür dünyaya meydan okuyor« sözleriyle reaksiyon gösterince, Avrupa barış hareketindeki bazı kesimler bunu »emperyalizme meydan okuma« olarak okudular. Bu görüşe katılmıyoruz. Putin’in çıkışının bir meydan okuma olduğu doğru, ama bu – her ne kadar sonuçları emperyalist stratejileri köstekleyen politikalara yol açsa da – bilinçli bir antiemperyalizm değil, tekelleşme tandansı hızlanan Rusya kapitalizmini savunma çabası ve müttefiklere verilen bir mesajdır.
Bir kere Rusya, Suriye’deki rejime destek çıkarak, dış politikasının temel mantığı olan »sadece meşru ve bağımsız ulus devletler dünya çapında güvenliği sağlayabilir« anlayışının altını çizmektedir. Aynı zamanda kendi »terör« ve »terörist« tanımını ön plana çıkartmaktadır: »Ulus devletlerin bağımsızlığını tehdit eden her türlü eylem ve rejim değişikliği çabaları terördür; dış güçlerin girişimiyle kurulan veya desteklenen silahlı hareketler teröristtir«. Rusya bununla birlikte müttefiklerine ve müttefiki olabilecek ülkelere şu mesajı vermektedir: »Dara düştüğünüzde, istemeniz durumunda yardımınıza koşarız«. Bu sıradan bir mesaj değil, ABD öncülüğünde yürütülen sözde »kriz yönetiminin« alternatifsiz olmadığı vurgusudur.
Rusya andığımız iki temel hedefe ulaşmak için 1990 sonrasında ilk kez kendi toprakları ve geleneksel-tarihsel Hinterlandı dışında bulunan bir bölgeye müdahalede bulunarak, her türlü riski göze aldığını da gösteriyor. Risk altına girme kararlılığının birincil adresi Washington’dur. Rusya ABD’ye, kendisine »uluslararası ilişkilerde eşit göz hizasında davranma« ve kendisini »dikkate almak zorunda olduğu« mesajını vermektedir.
Diğer yandan Suriye’deki askeri müdahale, Rusya ordusunun askeri yetilerini göstermek için de önemli bir fırsat olarak görülmektedir. Etkin hava saldırıları ve kusursuz lojistik nakil zinciri oluşturulması burjuva basınında büyük dikkatle not edilmektedir. Özellikle Almanya’daki burjuva basınında Rusya’nın, 2008 Kafkasya Savaşının hemen ardından başlattığı ordu reformunun başarısız olduğu ileri sürülmekteydi. Ancak Rusya’nın aynı anda hem Kırım ve Doğu Ukrayna’da asimetrik/hibrid savaş yürütebilme yeteneğini, hem Kafkasya’daki askeri varlığını zayıflatmadan koruyabildiğini, hem de kısa zamanda son derece karmaşık bir alanda, Suriye’de etkin operasyonlar gerçekleştirebileceğini göstermesi, sadece burjuva basınının iddialarını çürütmekle kalmadı, aynı zamanda emperyalist güçlerin Rusya’yı kuşatarak etkisizleştirme stratejilerinin zayıflığını kanıtladı. Özellikle Rusya donanmasının – aslında askeri stratejiler açısından pek büyük önemi olmamasına rağmen – Hazar Denizi’nden fırlattığı uzun menzilli roketlerle 1.500 kilometre uzaklıktaki hedefleri vurabileceğini kanıtlaması, NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişleme politikasına ve ABD’nin Doğu Avrupa’ya yerleştirmek istediği »Roketsavar sistemine« verilen ciddi bir yanıttı.
Kaldı ki Rusya’nın Suriye’deki Tartus üssünü kaybetmeme kararlılığı tek başına Suriye angajmanı için yeterli bir neden. O açıdan Ortadoğu’da geleneksel olarak en önemli müttefiki olan Suriye rejimine destek çıkması ve askeri savunmasına katılması, pek şaşırtıcı bir sonuç değil. Bir Rus savaş uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi sonucu ortaya çıkan krizi yönetme biçimi, Rusya’nın koyduğu hedeflerden şaşmayacağını da kanıtlamakta. Rus basınından izleyebildiğimiz kadarıyla, uçağın düşürülmesinin Obama’nın Suriye politikalarından hoşnut olmayan ABD’li Neocon kesimlerin girişimiyle ABD ordusunun bir komplosu olduğu kanısı, Rusya yönetimince en güçlü olasılık olarak görülüyor. Rusya yönetimi bu bağlamda »uçak düşürme komplosunun« ters teptiği görüşünde, çünkü uyguladıkları kriz yönetimi ve bu çerçevede atılan adımlarla hem Türkiye’nin Suriye politikalarını sınırlandırdılar, hem de Suriye’ye konuşlandırılan füze sistemleriyle Suriye hava sahasının büyük bir bölümünü kontrol altına alarak belirleyici aktörlerden birisi oldular.
Hesaplar, olasılıklar...
Rusya’nın Suriye özelinde son derece soğukkanlı hesaplara göre hareket ettiğini tespit edebiliriz. Atılan ve atılacak her adımda belirleyici olan Rusya’nın uzun vadeli hedefleridir. Bu aynı zamanda şu anlama gelmektedir: Rusya’nın Esad rejimini ilelebet ve her koşulda destekleyecek olması söz konusu değildir. Esad rejiminin ayakta kalabilmesi için ödenecek bedelin uzun vadeli hedeflere zarar vermesi durumunda Rusya’nın tavrının hemen değişeceğini öngörebiliriz. Gerçi önümüzdeki dönem için böylesi bir şey söz konusu değil, ama Rusya’nın Suriye’de kara kuvvetlerini oyuna sokmak zorunda kalması, Suriye angajmanında değişikliğe gitmesini gerektirecektir. Çünkü hâlâ »Afganistan travmasını« yaşayan Rusya toplumunda kara kuvvetlerinin Suriye’ye gönderilmesi konusunda yüzde 70’e varan bir karşıtlık söz konusu. Kamuoyu desteğine ihtiyacı olan Putin yönetimi için kara operasyonları bir nevi kırmızı çizgiye dönüşebilir.
Ama diğer tarafta Rusya Federasyonu içinde yaşayan Müslüman nüfus arasında, özellikle Kafkasya ve Merkez Asya’da farklı cihatçı örgütlere katılanların sayısı artmakta ve bu durum iç politikada bir tehdit unsuru olarak algılanmaktadır. Aslına bakılırsa Rusya cihatçı terör tehdidini uzun zamandır dikkatle izlemekte. Sadece Rusya içerisinde değil. Örneğin Arap dünyasında 2011 sonrasında meydana gelen devinimler Rusya yönetimi tarafından başından itibaren »olumsuz gelişmeler« olarak değerlendiriliyordu. Rusya, Arap dünyasındaki ülkelerin çoğunluğunun örgütsellikleri zayıf toplumlara sahip olmalarının, tarihsel gelişimlerinin ve büyük ekonomik sorunlarla cebelleşmelerinin bir sonucu olarak burjuva demokrasilerine geçiş yapamayacaklarını ve ayaklanmalar sonrası yapılan seçimlerde İslamist rejimlerin oluşma fırsatlarının ortaya çıkacağı görüşünü savunuyordu.  Böylesi bir gelişmenin Rusya içerisinde de olumsuz etkileri olacağından hareket eden Rusya yönetimi, son yıllardaki gelişmelerle 2011’de yaptıkları tespitin teyit edildiği görüşünde.
Putin bu nedenle gerek 15 Eylül 2015’de Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de yapılan »Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü« toplantısında, gerekse de 28 Eylül 2015’de New York’ta BM Genel Kurulu önünde, İslam Devletinin »dünya çapında bir tehdit oluşturduğunu« ve »bu nedenle uluslararası anti-terör işbirliğinin Suriye’de harekete geçmesi gerektiğini« söylemişti. Cihatçı teröre karşı verilecek mücadelede ne denli ciddi olduklarını kanıtlamak içinse, Dışişleri Bakanlığında terörizmle mücadeleden sorumlu bir Bakan yardımcısı makamı oluşturuldu ve bu makama Rusya gizli servisi FSB’nin bir generali getirildi.
El Kaide gibi cihatçı örgütlerin bilhassa Kafkasya’da uzun zamandan beri örgütlendikleri biliniyor. Örneğin 2007’de El Kaide’ye bağlı olan bir »Kafkasya Emirliği« kurulmuş ve bilhassa Dağıstan’da terör eylemleri artmıştı. Suriye iç savaşının başlamasıyla birlikte Kafkasya’daki cihatçı kadroların Suriye’ye gitmesiyle terör faaliyetlerinde azalma kaydedildi. DAİŞ’in güçlenmesiyle bu gruplar El Kaide’den ayrılıp El-Bağdadi’ye bağlandıklarını ilân ettiler. 2015 başından itibaren ise, cihatçı grupların Rusya’daki örgütlenme faaliyetleri hızlandı. Örneğin DAİŞ sözcüsü Muhammed El-Adnani 23 Haziran 2015’de İslam Devletinin parçası olan »Kafkas Vilayetinin« kurulduğunu ilân etti. Böylelikle Kafkasya’da, daha önce Kuzey Afrika, Yemen, Pakistan ve Afganistan’da olduğu gibi, El-Bağdadi »Halifeliğine« biat etme trendi başlamış oldu.
Rusya, her ne kadar Rusya Federasyonu içerisinde cihatçı terör olaylarında olağanüstü bir artış görülmese de, bu gelişmeyi kaygıyla izliyor. Çeçenya’dan, Dağıstan’dan, Kafkasya’nın farklı bölgelerinden ve Azerbaycan’dan, Tacikistan’a, Kırgızistan’a ve Özbekistan’a kadar geniş bir coğrafyadan Suriye iç savaşına katılmaya giden cihatçı kadroların tekrar geri döndüklerinde Rusya için büyük bir tehlike oluşturabileceklerinden hareket ediliyor. Son yıllarda CIA’nin kontrolünde olan veya ABD yönetimine yakın duran kimi »STK’nın« Kafkasya ve Merkez Asya’da faaliyetlerini artırmaları, dış kuşatmanın yanı sıra, ülke içerisinde de bir istikrarsızlaştırma çabası olarak değerlendiriliyor. Bu açıdan başta DAİŞ olmak üzere, Suriye ve Irak’taki cihatçı terör gruplarının geri püskürtülmesi, Rusya’nın iç güvenlik politikaları açısından da büyük önem taşıyor. Zaten Rusya’nın Suriye’deki hava saldırılarının askeri hedeflerinden bir tanesi de, geriye dönmesi muhtemel cihatçı kadroların yok edilmeleridir. Ancak Rusya’nın kendi Müslüman nüfusu içerisinde cihatçı akımların yayılmasını engelleme hedefine böyle ulaşabileceği pek belli değil. Çünkü emperyalist güçlerin bilinçli bir şekilde mezhepçiliği körükledikleri bir dönemde Rusya’nın Esad rejimine destek olarak gerçekleştirdiği hava saldırılarının, Rusya Federasyonu içinde yaşayan ve çoğunluğu Sünni olan Müslüman nüfus arasında antipatiyle karşılanma olasılığı da bulunuyor.
Tüm bu olasılıklara rağmen Rusya yönetiminin Suriye’deki angajmanı, yazının başında andığımız iki temel hedef ile gerekçelendirdiğini söyleyebiliriz. Rusya elbette kendi Müslüman nüfusunun belirli bir kesiminin sempatisini kaybedebilir ve böylelikle cihatçı akımların bu nüfus arasında taraftar bulmalarına neden olabilir. Böylesi bir risk var. Ancak bu da, Rusya yönetiminin her türlü riski göze alma kararlılığı çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Angajman belirleyici diğer etmenler
Rusya’nın dış ve güvenlik politikalarını değerlendirirken, genellikle Rusya’nın tarihsel deneyimlerinin toplum ve karar vericiler üzerinde bıraktığı etkiler göz ardı edilmektedir. Bilhassa Fransa’nın Napolyon dönemindeki saldırısı ve özellikle Alman faşizminin İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’ndaki işgal denemesinin toplumsal hafızada bıraktığı travmatik izler unutulmamalıdır. Alman faşizminin, diğer emperyalist güçlerin göz yumması ile gerçekleştirdiği saldırılar, Sovyetler Birliği’nde 27 milyondan fazla insanın yaşamına mal olmuş, masif bir yıkıma yol açmıştı. O açıdan böylesi bir deneyimin »bir daha asla tekrarlanmaması« yaklaşımının, bugün dahi geniş toplumsal kesimleri ve farklı sınıflardan siyasetçileri ortak paydada birleştiren bir faktör olduğunu söyleyebiliriz.
Bu nedenle Sovyetler Birliği sınırları içerisinde yer alan, ama bugün Rusya Federasyonu’na ait olmayan bölge ve ülkeler, Rusya tarafından özel »güvenlik ilgi alanı« olarak görülmektedirler. Bu bölge ve ülkelerde Rus milliyetine mensup küçümsenemeyecek sayıda bir nüfusun yaşaması ve NATO’nun doğrudan bu ülkelere yönelik genişleme politikası, özellikle güncel Ukrayna krizi, Rusya yönetiminin savunma ve silahlanma politikalarına geniş toplumsal destek bulmasına neden olmaktadır. Rusya’nın 2008’de bağımsız devletler olarak tanıdığı Güney Osetya ve Abhazya ile Kırım’ın doğrudan, Doğu Ukrayna’nın ise dolaylı olarak Rusya’nın parçası olarak görülme politikaları toplumsal meşruiyete sahiptir.
Emperyalist güçlerin sistematik bir biçimde sürdürdükleri kuşatma politikasına gösterilen temel reaksiyon, savunma bütçelerinin mütemadiyen artırılması olmuştur. Stockholm’deki SIPRI enstitüsünün verilerine göre Rusya 2014 yılında 84,5 milyar Dolar ile, ABD (610 milyar Dolar) ve Çin’in (216 milyar Dolar) ardından yeniden savunmaya en fazla bütçe ayıran üçüncü ülke oldu. Rusya diğer taraftan 15,7 milyar Dolar (2013) ile ABD’nin ardında en fazla silah ihraç eden ikinci ülke konumunu korumaktadır. Dünya çapındaki silah ihracatında ABD’nin payı yüzde 39 iken, Rusya’nın payı yüzde 14’dür.
Rusya’nın dış ve güvenlik politikalarını tüm dış etmenler olduğu kadar, tarihsel ve toplumsal gelişmeler de doğrudan etkilemektedir. 1989/1990 karşı devriminden sonraki kapitalist gelişme, hiç bir sosyal ve yasal kısıtlama olmaksızın eski devlet ticari teşekküllerinin çok kısa bir süre içerisinde korsanvari talanına dayanmaktadır. Gene çok kısa bir süre içerisinde sosyal güvencesizlik devasa boyutlara ulaşmış ve zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum son derece derinleşmiştir. Oligarşik yapılar ve yolsuzluk ekonomisi, muhalif kesimlerin baskı altına alınması, yasama-yargı ve yürütmenin tek elde toplanması ve devlet ile Ortodoks Kilisesinin içiçe geçmişliği, günümüz Rusya kapitalizminin emarelerindendir. Tekelci devlet kapitalizminin koşulları, Putin şahsında milyarlarca Dolar’a sahip oligarkları »kontrol altına alan« güçlü lider görünümü, doğal gaz ve petrol satışından elde edilen gelirlerle hissedilen refah düzeyinin artması ve bağımsız ulus devlet hükümranlığı savunusu, emperyalist kuşatma politikalarıyla birleşince, güncel dış ve güvenlik politikalarına geniş toplumsal destek sağlanabilmektedir.
Sağlanan bu geniş toplumsal destek ve gerçekleştirilen ordu reformuyla askeri yeteneklerin artırılması, Rusya’nın kendi etki alanını korumaya yönelik reaktif jeostratejik politikaları daha büyük bir özgüvenle yürütmesini teşvik etmektedir. Bunun yanı sıra Putin ve Medwedjew gibi yöneticiler üzerinden uluslararası toplantılarda »Ortak Avrupa Güvenlik Mimarisi« veya »BM Şartı temelinde çok kutuplu dünya düzeni« gibi önerilerle emperyalist stratejilerin karşısına siyasal alternatifler çıkartılarak, uluslararası siyasette destek bulma ve »oyun kurucu« olma çabaları yürütülmektedir. Rusya’nın NATO karşıtlığı, gerilimleri azaltmaya yönelik yaklaşımları ve işbirliğini önceleyen dış politika girişimleri, silahsızlanma talepleri, »Lizbon’dan Wladiwostok’a kadar« ortak iktisat ve güvenlik alanı yaratma önerisi ve dünya çapındaki ihtilafların çözümü için sadece BM, AGİT ve Avrupa Konseyi gibi kurumların sorumlu olması savunusu, Rusya’ya Avrupa barış hareketleri içerisinde sempati kazandırmaktadır. Ancak tüm bu gerçeklere rağmen, Rusya’nın, değil sosyalist, antiemperyalist bir ülke dahi olmadığı unutulmamalıdır. Rusya’nın dış ve güvenlik politikaları ile Suriye’deki askeri angajmanının her ne kadar emperyalist stratejileri köstekleyici etkileri olsa da, Rusya Federasyonu kapitalist bir devlettir ve Rus burjuvazisinin tahakküm aracıdır. Ama aynı zamanda da barış ve silahsızlanma politikalarının gerçekleştirilmesi için dikkate alınması gereken bir ülkedir. Çünkü »barış sorunu günümüzün en güncel, herkesi etkileyen sorunudur« (Lenin). Rusya’nın Suriye angajmanını değerlendirirken, temel alınması gereken perspektif, barış sorunu olmalıdır.
Yeni Askeri Doktrin
Rusya, 25 Aralık 2014’de Putin’in imzasıyla yeni askeri doktrini yürürlüğe sokmuştu. 2010’da kararlaştırılan eski doktrin Rusya Güvenlik Konseyi tarafından yenilendi, ama yenilenme kararı 2013 Temmuz’unda, yani güncel Ukrayna krizi ve Suriye angajmanından önce alınmıştı. Bu açıdan yeni askeri doktrini, salt güncel krizlere gösterilen bir reaksiyon olarak değil, aksine Rusya’nın iç ve dış politika alanlarındaki değişimlere yönelik bir strateji belirlemesi okumak gerekiyor, ki bu doktrin aynı zamanda Rusya’nın Suriye angajmanının arka planına da ışık tutuyor.
Yeni doktrinde, eskisinde olduğu gibi, askeri tehlikeler ve tehditler arasında nitel bir ayrım yapılmakta ve askeri tehditler »reel silahlı ihtilaf olasılığının ön adımı« olarak nitelendirilmekte. Askeri tehditlerin liste başına NATO ve ABD yerleştirilmiş. Gerekçe olarak NATO’nun »güç potansiyelini genişletmesi« ve Rusya’ya komşu ülkelerde »yabancı güçlerin askeri kontenjanlarının diskolasyonu« gösteriliyor. Diskolasyon, askeri terminolojide askeri birliklerin ve komuta kademelerinin önceden belirlenmiş bir görevi yerine getirmek için alansal dağılımını tanımlıyor. NATO’nun ve ABD’nin Doğu Avrupa ülkelerine çeşitli askeri birlikleri, radar ve roket sistemlerini konuşlandırmaları ve salt Doğu Avrupalı NATO üyeleri için Rusya’ya yönelik bir eylem planı (»Readiness Action Plan«) kararlaştırdıkları göz önünde tutulursa, Rusya’nın askeri tehdidi ne denli yüksek olarak algıladığı anlaşılabilir. Kaldı ki askeri doktrin NATO’nun BM kararı olmadan gerçekleştirdiği müdahaleleri (1999 Kosova, 2011 Libya savaşları) »küresel işlevli saldırganlık« olarak nitelendiriyor.
Rusya, ABD’nin iki ülke arasındaki nükleer stratejik dengeyi değiştirme çabasında olduğu görüşünde. Gerçi her iki ülke de yaklaşık aynı sayıda nükleer silaha sahip, ama ABD yeni konvansiyonel savunma ve saldırı silahlarının geliştirilmesinde açık ara önde. Bu nedenle yeni askeri doktrinde Rusya’nın »stratejik savunma sistemlerine«, »uzay silahlarına«, »nükleer olmayan stratejik hassas vuruş sistemlerine« ve »küresel vuruş yetisine« sahip olması gerektiği vurgulanıyor. Ayrıca siber saldırılar ve yabancı gizli servislerin »yıkıcı faaliyetleri« de askeri tehditler listesinde yer alıyor.
Askeri doktrin her ne kadar NATO ve ABD’nden gelen askeri tehditleri öne çıkarsa da, bölgesel ihtilaflara da aynı derecede önem atfediyor. »Küresel aşırılık ve terörizm«, sınır aşan organize suçlar, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı da tehditleri artırıcı tehlike potansiyelleri olarak görülüyor. Özellikle Afganistan sınırında uyuşturucu kaçakçılığının devasa düzeyde artmış olması ve genel olarak cihatçı terör örgütlerinin faaliyetleri »önleyici askeri güvenlik tedbirleri« için gerekçe olarak gösteriliyorlar.
Yeni askeri doktrinde Rusya’nın Hinterlandına eskisinden daha fazla dikkat verildiği göze çarpmakta. Gelişmelerin, »Rusya’dan toprak istenmesine kadar« varabileceğini öngören doktrinde yeni askeri tehditler şu üç cümlede özetlenmiş:
»Bilişim ve iletişim teknolojisinin askeri hedefler ve uluslararası hukuka aykırı olan, devletlerin hükümranlıklarına, siyasi bağımsızlıklarına, toprak bütünlüklerine yönelik ve uluslararası hukuk, güvenlik, küresel ve bölgesel istikrar için bir tehdit oluşturan eylemlerin gerçekleştirilmesi için kullanılması;
Meşru devletsel iktidar organlarının alaşağı edilmesinin bir sonucu olarak ve Rusya Federasyonu’na komşu ülkelerdeki Rusya Federasyonu çıkarlarını tehdit eden rejimler inşa etme politikası ve
Yabancı devletler ve bunların oluşturduğu koalisyonların özel servis ve örgütlerinin Rusya Federasyonu’na karşı yıkıcı faaliyetleri.«
İç Politika Bağlantısı
Rusya’nın yeni askeri doktrininde asıl »yeni« olanın, dış ve iç politik risklerin birbirleri ile sıkı sıkıya bağlantılı hâle getirilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Putin yönetimi burada iki tehdit senaryosundan hareket ediyor: Birincisi, Rusya’nın çeşitlilik arz eden toplumsal yapısının etnik ve dini ihtilafların patlak vermesiyle istikrar bozucu ve iktidarı tehdit edici bir gelişmeye evrilmesi. Bilhassa Kuzey Kafkasya’daki cihatçı ve İslamist akımların yaygınlaşması ve »İslam Devletinin« Rusya sınırları içerisinde terör saldırılarını gerçekleştirmesi olasılığının altı çiziliyor.
Daha önemli görülen ise ikinci tehdit senaryosu, yani »anayasal düzenin şiddet yoluyla alaşağı edilmesi«dir. Bu senaryoyu tarif eden iç tehditler de doktrinde şu cümlelerle tanımlanıyor:
»Ülke içerisindeki toplumsal ve iç politik durumu istikrarsızlaştırma faaliyetleri;
Halkın, ama ilk etapta ülkenin genç yurttaşlarının, anavatanın korunması alanındaki tarihsel, zihinsel ve yurtsever geleneklerinin altını oyma hedefiyle enformatik etkileme faaliyetleri;
Milliyetler arası ve sosyal gerilimler ve aşırılığın provoke edilmesi ve etnik ve dini nefret veya düşmanlığın körüklenmesi.«
Aslına bakılırsa bu cümlelerle Rusya’nın en hassas noktası, yani vurulduğunda sisteme en fazla zarar verebilecek »yumuşak karnı« tarif edilmekte. Putin iktidarının temelini oluşturan iktisadî başarıların emperyalist devletlerin uyguladığı ambargolar ve devlet gelirlerinde büyük payı olan petrol gelirlerinin düşük fiyatlar sonucunda azalması, toplumsal hoşnutsuzlukları artırıcı bir faktör olarak görüldüğünden, bunun doğal sonucu olarak askeri doktrinin »iç güvenliğe« de yöneltildiğini ve iç politika sorunlarının »güvenlik sorunu« olarak algılandığını görebiliyoruz.
Askeri doktrindeki bu yaklaşım doğrudan Rusya’nın dünya çapındaki devinimleri değerlendirme biçimiyle bağlantılı. Daha önce de vurguladığımız gibi, Rusya, Arap dünyasındaki devinimleri, komşu ülkelerdeki – bilhassa Ukrayna’daki – gelişmeleri »dışarıdan yönlendirilen süreçler« ve genel anlamda olumsuz gelişmeler olarak algılamakta. Buradan hareketle de, aslında son derece haklı olarak, Rusya’nın kendisinin emperyalist rejim değişikliği planlarının hedefi olduğunu görüyor. NATO ve AB’nin Doğu Avrupa’ya genişlemeleri ve ABD’nin Rusya’nın tüm çeperinde askeri faaliyetlerini artırması, bu değerlendirmeyi güçlendiriyor. Ancak bu değerlendirme ve dış tehdit senaryoları aynı zamanda iç ve dış politikalara toplumsal rıza sağlama ve egemenliği güvence altına alma araçları olarak da kullanılıyor.
Nükleer Olmayan Ve »Lineer Olmayan (Gayrı Nizami)« Savaş Yönetimi
Askeri doktrin, Rusya yönetiminin tehlike ve tehdit olarak algıladığı risklere nasıl bir reaksiyon göstermesi gerektiğini vurgulayarak, Rusya’nın siyasi pratiğine açıklık getiriyor. Görüldüğü kadarıyla Rusya dış tehditlere karşı gerektiğinde nükleer cephanesini kullanma hakkından vazgeçmeyeceğini bu şekilde »dosta düşmana« gösteriyor. Ama, her ne kadar konvansiyonel silahlarla olabilecek büyük saldırılara dahi nükleer yanıt vereceğini açıklasa da, nükleer cephanenin yeterince koruyucu bir şemsiye olamayacağı görüşünün hakim görüş hâline geldiğini söyleyebiliriz.
Bunu doktrinde yer alan »nükleer olmayan caydırıcılık« tanımından okumak mümkün. Bu caydırıcılık yetisine kavuşabilmek içinse ağ tabanlı savaş yönetimine ve »küresel vuruş« yeteneğine sahip olunması öngörülüyor. 2012 Kasım’ında Genelkurmay Başkanlığına getirilen Waleri W. Gerassimow’un askeri doktrinin açıklanmasından hemen sonra yaptığı ve ordunun 2016-2020 silahlanma programında ağırlıklı olarak »hassas vuruş silahlarının, enformasyon ve istihbarat araçlarının ve otomatik yönetim sistemlerinin alımına« öncelik verileceği açıklaması, bugüne kadar doktrinin kelimesi kelimesine uygulanmakta olduğunu kanıtlıyor.
»Nükleer olmayan caydırıcılık« konsepti NATO, ABD ve AB’ne yönelik olarak uygulanan bir stratejiyken, caydırıcılığın Rusya’nın Hinterlandında da sağlanabilmesi için »lineer olmayan (gayrı nizami) savaş yönetimine«, yani dolaylı ve asimetrik biçimlerdeki askeri şiddet ile birlikte ve aynı anda siyasi, iktisadî ve diğer askeri olmayan araçların, bilhassa bilişim teknolojisinin kullanılması, strateji olarak benimsenmiş durumda. »Lineer olmayan« savaş yönetiminin nasıl uygulandığına, özel kuvvetlerin, düzensiz silahlı birliklerin ve özel askeri teşekküllerin kullanıldığı ve halk arasında Ukrayna yönetimine karşı olan protesto potansiyelinin bir toplumsal harekete dönüştürüldüğü Kırım’da yakinen tanık olduk.
Kırım ve Doğu Ukrayna’daki »başarılar«, yeni askeri doktrinde öngörülmüş olan ve 2013’de oluşturulan »Özel Operasyon Komutanlığı« sayesinde elde edilebildi. Doktrine göre »lineer olmayan« savaş yönetimi, sadece Savunma Bakanlığına bağlı askeri birliklerin değil, aynı zamanda İçişlerine, Doğal Afetlerden Korunma Bakanlığına ve gizli servislere bağlı silahlı birliklerin kullanılmasını da öngördüğünden, bunu gerçekleştirebilmek için bir »ağ tabanlı operasyon yönetimi« oluşturuldu ve tüm bu birim ve yönetimlerini tek merkezden komuta altına alabilmek içinse, 2014 Aralık’ında »Ülke Savunması Ulusal Yönetim Merkezi« kuruldu.
Doktrin tüm bunların yanı sıra seferberliğe hazır olma durumunun kapsamının genişletilmesini de gerekli görüyor. Burada söz konusu olan sadece silahlı kuvvetler değil, ülkenin bir bütün olarak seferberliğe hazır duruma getirilmesi, iktisadî ve toplumsal seferberliğin sağlanmasıdır. Örneğin olası bir seferberlik durumunda mali sektöre, vergi sistemine ve para sirkülasyonuna yönelik, hemen uygulamaya sokulacak kurallar hazırlandı. Putin yönetiminin bu şekilde iki adımı hedeflediğini söyleyebiliriz: Birincisi, ülkedeki oligarkların yönetime olan sadakatlerini güvenceye almak, ikincisi de, kriz olasılığı karşısında ekonomiye etkin müdahale araçlarına sahip olabilmek. Bu araçlar aynı zamanda Rusya’da faaliyet gösteren ve üretim yapan uluslararası tekellere yönelik bir kontrol mekanizması oluşturulması işlevini de yerine getirecek.
Toplumsal seferberlik içinse yurttaşların »yurtsever savunma eğitimine« ve bilişim alanında »bütünsel güvenliğin sağlanmasına« ağırlık verilecek. Aslında bu tedbirleri basın ve ifade özgürlüğüne yönelik baskıcı ve kısıtlayıcı uygulamalar olarak okumak gerekiyor. Zaten 2014 Kasım’ında yürürlüğe sokulan »Aşırılıkla Mücadele Stratejisi« tam olarak böylesi  bir güvenlik rejimini inşa etmek için kullanılıyor.
Sonuç
Görüldüğü gibi Rusya, kapitalist-emperyalist dünya sisteminde yer edinebilmek ve çok milliyetli toplumsal yapısı, tekelci eğilimli hızlanan kapitalist gelişmesi ve burjuvazisi-bürokrasisi iç içe geçmiş ulus devlet yapısıyla, hükümranlığını ve Hinterlandı üzerindeki etkisini korumak, alternatif bir güç olabilmek için, elindeki tüm araçları emperyalist güçlerin stratejilerine karşı cepheye sürüyor. Suriye angajmanı bu araçlardan sadece biri, ama gerek BM Güvenlik Konseyi daimi üyeliği, gerekse de fokur fokur kaynayan Ortadoğu kazanındaki çıkar çatışmalarının karmaşıklığı nedeniyle, en güçlü araçlarından birisi.
Suriye iç savaşı, sadece Ortadoğu’nun değil, genel anlamda dünyanın yeniden paylaşımı savaşının muharebe alanlarından bir tanesi. Ama aynı zamanda tüm bölgeyi, hatta dünyayı daha da kızışan bir savaşa sokabilecek bir potansiyele sahip. Rusya bunun farkında ve uzun vadede Suriye’deki ihtilafların kendisini vuracağından emin. O nedenle, Suriye’deki gelişmeler nasıl evrilirse evrilsin, Rusya sonuna kadar belirleyici aktörlerden birisi, belki de emperyalist güçleri engelleyici asıl faktör olacak.
Bu açıdan Rusya’yı ve Suriye’deki angajmanını barış sorunu temelinde değerlendirirken, Rusya’nın stratejik çıkarlarının NATO karşıtlığını, gerilimleri azaltma ve silahsızlanmayı önceleme yatkınlığını, uluslararası ilişkilerde karşılıklı işbirliğine dayanan ve BM, uluslararası hukuk, devletlerin bağımsızlığı gibi emperyalist güçlerin çıkarlarına ters düşen ilkeleri savunmasını zorunlu kıldığını dikkate almak zorundayız.
Ama asıl dikkate almamız gereken, günümüz gerçekleridir: NATO ve AB’nin Doğu Avrupa’ya genişlemeleriyle, Avrupa kıtası 20. Yüzyıl’ın ortalarına kadar var olan statükoya, yani »zenginlerin Avrupa’sı-yoksulların Avrupa’sı« ayrımına geri döndü. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri emperyalist güçlerin, özellikle ABD ve Federal Almanya Cumhuriyeti’nin tam egemenliği altına girdiler. Dış politikaları bütünüyle NATO, ABD ve AB’nin dikte ettikleri yönde ilerlemekte, bilhassa Rusya karşıtı politikaların Avrupa’da kökleşmesine hizmet etmektedir.
Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde kapitalizmin restorasyonu sonucunda, bu ülkeler doğrudan Rusya’ya ve böylelikle de Avrupa’da süren kırılgan barış durumunu tehdit eder hâle gelmişlerdir. Aynı zamanda, bu ülkelerin ulus devlet çıkarlarını ve hükümranlıklarını emperyalist güçlerin çıkarlarının boyunduruğu altına sokmaları nedeniyle, uluslararası ilişkilerde bağımsız ve hükümran devletler olarak davranma veya kabul edilme olanaklarını büyük ölçüde yitirmişlerdir. Bu gerçek Rusya tarafından tehditleri artırıcı gelişme olarak algılanmaktadır.
Karşı devrimin, şüphesiz geçici olan galibiyeti sonrasında insanlık 21. Yüzyıl’da süreklilik arz eden savaşlar durumunda yaşamak zorunda bırakılmaktadır. Bununla birlikte emperyalist devletler ve diğer kapitalist ülkeler arasındaki güç ilişkileri son derece hızlı ve son derece eşitsiz gelişerek, giderek daha az kontrol edilebilir olan çelişkilerin şiddetlenmesine yol açmaktadır. Politika aracı ve devamı olarak savaş, artık teori ve konsept olmaktan çıkmış, gündelik realite hâline gelmiştir. Emperyalist güçler çelişkileri savaşlar aracılığıyla çözmeye çalışmakta, ama, Suriye’de ve Ukrayna’da görüldüğü gibi, çözümden ziyade çelişkilerin derinleşmesine ve yeni ihtilafların ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar. Emperyalist güçlerin hem kendi aralarındaki, hem de Rusya ve Çin gibi ülkelerle olan çelişkileri; hammadde kaynakları, etki alanları, nakliyat yolları ve pazarların hakimiyeti üzerine verilen mücadeleler ve savaşlar, dünyayı kasıp kavuracak ve insanlığı yok olma seviyesine getirebilecek bir tehdidi reel olasılık hâline getirmiştir.
Bu gelişmeler, Leninist emperyalizm teorisinin günümüzde de geçerliliğini koruduğunu kanıtlamakla birlikte, işçi sınıfının devrimci güçlerine, ama bilhassa ve öncelikle komünistlere yaşamsal görevler yüklemektedir: Emperyalist politikaları ve çelişkileri doğru tahlil etmek, anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadeleyi örmek, işçi sınıfının iktidarını kurmak için sınıf içinde kök salarak örgütlenmek ve sınıfla bütünleşmek, işçi sınıfını ve müttefiki katmanları emperyalizm konusunda aydınlatmak ve barış sorunu temelinde geniş toplumsal ittifakları sağlayacak ideolojik mücadeleyi güçlendirmek.
20. Yüzyıl’da sosyalizmin bir yenilgi aldığı doğru, ama bir o kadar doğru olan da 21. Yüzyıl’da sosyalizmin her zamankinden fazla gerekli ve olanaklı olduğudur. Rusya’nın Suriye’deki angajmanı ve günümüzün gerçekliği bir kez daha şu gerçin altını kalın çizgilerle çizmektedir: Ya toplumsal ilerleme ve barış, ya da felaket! Ya sosyalizm, ya da barbarlık!
Bu yazı Politika Gazetesi'nin 25., 26. ve 27, sayılarında tefrika biçiminde yayımlanmıştır.