5 Ara 2016

ABD Seçimleri: Brexit’in ardından ikinci darbe mi?

Tüm öngörüler yanlış çıktı. Bu satırların yazarı da beklentisinde yanıldı. Anketler Hillary Clinton’un kazanacağını öngörüyordu ve »şeytanlaştırılmış« Donald Trump’ın şansı olmadığını iddia ediyorlardı. Ancak, nasıl Brexit kararı konusunda öngörülenin tersi olduysa, ABD başkanlık seçimlerinde de Clinton yerine Trump seçildi. Seçimin hemen sonrasında ise gene bazı iddialar ileri sürülmekte: »kızgın beyaz işçi sınıfı faşizmi seçti«; »eğitimsiz kesimler ABD’nin ve dolayısıyla dünyanın geleceğini tehlikeye attılar«; »dünya şokta«, »ABD’ne artık güvenilemeyecek« vs. Bu iddiaların ve tespitlerin de yanılgı olduklarını söylemek mümkün. En başta, »kızgın beyaz işçi sınıfının faşizmi seçmiş« olduğu iddiasının, 1933 Almanya’sı için ileri sürülenlerde olduğu gibi, bir efsaneden ibaret olduğunu vurgulamak gerekiyor. Faşizm her zaman güçlü olanlara karşı çıkmak yerine, kriz dönemlerinde daha yoksul olanlara tekme atan küçük burjuva orta katmanlar tarafından taşınır. Yoksullaşma korkuları, refah şovenizmi ve toplumsal bölünmedir, küçük burjuva orta katmanları ırkçılaştıran, faşistleştiren ve ayrımcı söylemlerin peşinden gitmesini sağlayan. ABD başkanlık seçimleri sonuçları Trump’ın en fazla oyu gelir düzeyi ortalamanın üzerinde olan kesimlerden aldığını gösteriyor. Yoksullar, düşük gelirlilerden değil. Bu gerçek, işçi sınıfının »faşizmi seçtiği« iddiasını baştan çürütüyor.

Trump bilhassa Wisconsin, Michigan, Pennsylvania ve Ohio gibi alt yapı yatırımlarının azaldığı, ücretler üzerindeki baskının arttığı, merkezi hükümete güvenin azaldığı ve fabrikalardaki iyi gelirli çekirdek kadronun kredilerini ödeyememe ve yoksullaşma korkusunu yaygın olarak yaşadıkları eyaletlerdeki işçi ve hizmetlilerin oylarını topladı. Sekiz yıl önce Barack Obama’yı seçen kesimler, bu sefer Clinton’a değil Trump’a oy verdiler. Aynı sekiz yıl önce olduğu gibi, oylarını değişim istemi ile kullandılar. Her ne kadar Trump kitlelerin güvenine yeterince sahip olmasa da, statükoyu ve nefret uyandıran iktidar güçlerini temsil eden Clinton’a tercih edildi. Kitleler, bilhassa beyaz ABD’liler işsizliğin azaldığını ve sağlık sigortası reformunun yapılabildiğini görüyorlar, ama bunların düşük ücretli işlerin yaygınlaştırılması ve sağlık sigortası primlerinin pahalılaştırılarak, sırtlarına yüklenmesi pahasına yapıldığına inanıyorlar. Sağlık sigortası primlerinin rekor seviyelere ulaşması, üniversite harçları ve konut kredilerinin yükünün olağanüstü ağırlaşması, ABD işçi sınıfının ortalama 50 – 100 bin Dolar gelire sahip olan kesimlerinde ciddî travmalara yol açtı. Statükonun temsilcisi olarak gördükleri Clinton’un giderek inandırıcılığı yitirmesi, Bernie Sanders’in mobilize ettiği sola yatkın seçmenlerin baskısıyla seçim propagandasına »sosyal içerik« katmasının güven kazandırmaması ve Trump’ın »Amerika’yı yeniden güçlü yapalım« sloganına etkin bir karşılık verememesi, zamanında Obama’ya oy veren seçmenlerin önemli bir bölümünü kaybetmesine neden oldu. Sonuçta Trump merkezî hükümetin politikalarından rahatsız olan, ama şimdiye kadar oy kullanmayarak protestolarını ifade eden kesimleri de mobilize etti ve Britanya’da Brexit lehine oy verenler veya F. Almanya’da sağ popülist partilere seçenler gibi, egemen bloka »tokat« atma fırsatını görenlerin oylarını da kazanabildi.
Trump’ı seçen kesimlerin, özellikle işçi sınıfının çeşitli katmanlarının kendilerine zarar vermiş oldukları çok açık. Ancak, Trump’ın seçim kampanyasında yaptığı konuşmalardan farklı davranacağını, Kongre ve Senato’daki çoğunluğu arkasına alarak bilhassa altyapı yatırımları artırarak yurtiçi konjonktür motoruna ivme kazandırması ve çoğunluğun reddettiği KHK’ları geçersiz kılması ile kendisini seçenlerin gönlünü hoş tutacağı şimdiden söylenebilir. Bununla birlikte özellikle uluslararası siyaset arenasında seçeceği rotanın belirsizliğinin, NATO müttefikleri arasında ve bilhassa AB’nin emperyalist güçlerinde kaygıları arttıracağını da görmek gerekiyor. O açıdan Trump’ın beklentilerin tersine ABD başkanı seçilmesinin, Brexit’ten sonra AB’nin emperyalist heveslerine vurulan ikinci bir darbe anlamına geldiğini vurgulamak yanlış olmayacak. Öyle ya da böyle; henüz Trump’ın başkanlığı altındaki ABD’nin nasıl bir dış politika izleyeceğini zaman gösterecek.
Peki ama, Trump’ın seçilemeyeceğini öngören anketlerin böylesine iddialı olmasının ardında yatan neden neydi? Neden ABD egemen bloğu, Cumhuriyetçi Trump yerine, Demokrat Partili Hillary Clinton’u önceliyordu? ABD sermaye fraksiyonları ve bunların temsilcileri olan iki siyasî parti içerisinde başlayan değişim sürecinin arka planında ne yatıyor? Dış politikada ABD emperyalizminin – Rusya’ya karşı olduğu gibi – geleneksel yaklaşımlarını reddederek ABD’lilerin sempatisini toplayan Trump’ın başkanlığı bu arka plan açısından hangi anlamı taşıyor? Bu soruların yanıtları, her ne kadar hepsi bu yazıda yanıtlanamasa da, antiemperyalist mücadele açısından değerli ipuçları verecektir.
»Liberal müdahaleciler« - Neocon ortaklığı
ABD emperyalizminin en gerici ve en saldırgan kesimi olan Neoconlar, H. Clinton’u »birleştirici« olarak gören bir strateji değişikliğine gittiler. Bunu, »Center for a New American Security«(Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi) adlı düşünce kuruluşunun yayınladığı bir rapordan (»Extending American Power«) okumak olanaklı. Raporun en önemli özelliği, Demokrat Parti içerisinde militarist ve müdahaleci çizgiyi savunan »liberal müdahaleciler« ile Cumhuriyetçi Partinin şahinleri olan Neoconlar tarafından ortaklaşa kaleme alınmış olmasıdır.
İki kanadın böylesine yakınlaşmasını sağlayan en önemli nedenin, Barack Obama’nın zikzaklı dış politikası olduğunu söylemek mümkün. Gerçi Obama Afganistan ve Irak’ta askerî angajmanı devam ettirerek sorunların derinleşmesinin, Doğu Afrika, Pakistan ve Yemen’de İHA saldırıları ile binlerce sivilin öldürülmesinin ve Rusya ve Çin’e yönelik provokasyonlarla savaş tehdidinin artmasının baş sorumlusu. Ancak, gene de başında bulunduğu hükümet içerisindeki militarist kesimin etkisini azaltan bir başkan oldu. Örneğin Libya ve Suriye’de ABD ordusunun kara müdahalesini engelledi, İran ile nükleer uzlaşının önünü açtı ve Ukrayna’daki karşı devrimci faşist güçlere ağır silahların verilmesini reddetti. Dış politikada bir çok kararı, kendisine yakın olan danışmanlarından oluşan küçük bir ekiple alarak, zamanın Dışişleri Bakanı olan H. Clinton’u ve ekibini önemli ölçüde dışladı, H. Clinton’un daha tehditkâr ve daha saldırgan çizgisini engelledi.
Obama’nın dışlayıcı yönetiminin yol açtığı hayal kırıklığı ve ABD hükümeti içerisinde azalan etkinlikleri, »liberal müdahalecileri« Neoconlara yakınlaştırmaktaydı. Diğer taraftan Trump’ın adaylığı, Neoconların »liberal müdahalecilere« yakınlaşmalarını tetikledi. Çünkü, her ne kadar H. Clinton ve Trump arasında ABD emperyalizminin öncülüğü konusunda pek fark olmasa da, korkuyu ve nefreti körükleyen Trump’ın dış politikada öngörülemez, kontrol edilemez ve güvenilemez bir siyasetçi olduğu kanısı Neoconlar arasında egemen görüş hâline geldi. H. Clinton’a ise, Dışişleri Bakanı olarak izlediği çizgi nedeniyle daha çok güven duymaya başladılar.
Dünyanın ABD hegemonyası altında biçimlendirilmesini, ABD sermayesine yarayan serbest ticaret bölgeleri kurulmasını ve ABD karşıtı olan veya olma potansiyeli taşıyan tüm güçlerin yok edilmesini aynı şekilde savunan Neoconlar ve »liberal müdahaleciler« arasındaki farklılıkları göstermek pek kolay değil. Çünkü iki taraf da hedeflerini gerçekleştirmek için militarist saldırganlığı öncelemektedirler. Aralarındaki en önemli fark BM ve NATO gibi kurumların değerlendirilmesinde yatıyor. »Liberal müdahaleciler«, ABD’nin müdahale savaşlarına belirli bir meşruiyet kazandırabilmek amacıyla, planlarını geliştirmeyi ve uygulamayı olanaklı olduğunca BM ve NATO ile işbirliğinde gerçekleştirmek isterlerken, Neoconlar ABD’nin askerî gücünün yeterince meşruiyet sağladığını ve ABD’nin zorunlu olmadıkça BM gibi uluslararası kurumlarla işbirliğinde hareket etmesinin gerekli olmadığını savunuyorlar.
İşin ilginç tarafı, Neoconlar ile »liberal müdahaleciler« arasındaki bu ufak farkın dahi silikleşiyor olmasıdır. Neoconların önemli isimlerinden, »Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi« PNAC’in mimarlarından, Cumhuriyetçi başkan adayları John McCain ve Mitt Romney’in baş danışmanı olan Robert Kagan gibi Neoconlar artık kendilerine »liberal müdahaleci« denmesinden bile rahatsız olmuyorlar. »Liberal« tanımının, »Yeni Muhafazakâr« olarak Türkçeye çevrilebilecek Neocon tanımlamasından daha az »sorun« çıkartıyor olması işlerine gelen ABD şahinleri, Demokrat Partili akıldaşları ile birlikte H. Clinton’un öncü rolünü kabul ederek, güçlü bir koalisyon oluşturdular.
Küresel strateji raporu: »Extending American Power«
»Liberal müdahaleciler« ve Neoconların birlikte kaleme aldıkları yaklaşık yirmi sayfalık belge, ABD devlet aklına dayanan ve serbest ticaret antlaşmalarından sayısız askerî müdahaleye kadar çok çeşitli militarist ve neoliberal önerilerle dolu olan bir küresel strateji raporu. Dünyanın, ABD’nin öncü rolünün zayıfladığı bir dönemde »daha kaotik ve daha tehlikeli bir yere« dönüştüğü iddia edilen raporda, »muzaffer dünya düzeninin« Rusya, Çin, terörist örgütler, siber suçlar ve iktisadî değişimler tarafından tehdit edildiğini öne sürüyor ve bu »tehditlere« karşı ABD’nin »askerî gücünü daha etkin kullanmasını« talep ediyor.
Ancak raporda bu taleplere değinilmeden önce, ABD hegemonyasının korunmasına yönelik dört »temel ilke« sıralanıyor, ki bunlar farklı sermaye kesimleri arasındaki çelişkilerin – şimdilik – üstünün örtüldüğüne işaret ediyor. Bu »temel ilkeler« şöyle:
»1.) Amerikan gücünün ve uluslararası düzen için en büyük tehditlerin bulunduğu ve, ya yeni yaklaşımların, ya da önceden denenmiş eski yaklaşımların daha tutarlı bir biçimde uygulanması gereken bölgeler olan Asya, Avrupa ve genişletilmiş Ortadoğu’daki ABD yönetim yetisinin geliştirilmesi gerekmektedir.
2.) Bunun için en ivedi adımlardan bir tanesi ulusal güvenlik ve savunma giderlerinin belirgin bir şekilde yükseltilmesi ve Budget Control Act’in [Bütçe Kontrol Yasasının] bütçeyi içine soktuğu deli gömleğinden kurtarılmasıdır. Bununla bağlantılı ikinci ivedi adım, Washington’un elinde olan, ama yeterince kullanmadığı askerî, iktisadî ve diplomatik gücü kullanmak için gerekli olan siyaset önerileri yapmaktır.
3.) ABD’nin iktisadî buhranı ardında bırakmasının bir sonucu olarak askerî, iktisadî ve diplomatik yetenekler için ayrılan bütçelerin olanaklı olduğunca belirgin bir biçimde artırılmasıdır.
4.) Böylelikle bir sonraki Başkanın önünde duran sorun, Birleşik Devletlerin uluslararası öncülüğü daha aktif üstlenmesi için yeterli bütçenin olup olmadığı değil, Amerikan hükümetinin bu iradeye sahip olup olmayacağıdır. Ve eğer önderlik için bu güce ve iradeye sahipse, o zaman asıl belirleyici olan soru, makul emelleri ve gerekli sınırları yansıtan bir biçimde [bu önderliğin] gereğinin nasıl yerine getirileceği sorusudur.«
Raporda yer alan bu »temel ilkeler« bariz bir biçimde ABD egemen bloğunun şimdiye kadar olduğundan daha saldırgan bir politika izlemeyi planladığını gösteriyor. Egemen bloğun iki ana akımı da eski argümanlara geri dönüyorlar: »denenmiş eski yaklaşımlar«, bildiğimiz kanlı savaş politikalarından başka bir şey değil. »Denemiş eski yaklaşımların« şimdiye kadarki başarısızlıklarının nedeni olarak ise, bunların »daha tutarlı uygulanmaması« gösteriliyor. Diğer taraftan, yılda 600 milyar Dolarlık silahlanma bütçesiyle zaten dünya çapında silahlanmaya en fazla para harcayan ülke olan ABD’nin, elbette silah tekellerinin lehine, daha fazla para harcaması »temel ilke« hâline getirilmek isteniyor. Silahlanma bütçelerinin artırılması için yapılan öneriler de »eski«: sosyal giderlerde önemli ölçüde kısıtlamalar yapmak. Kısacası »temel ilkeler« tüm ABD sermaye fraksiyonlarının çıkarlarından başka bir şeyi »korumaya« yönelik değil.
Peki, bu »temel ilkelerin« ve sıralanan taleplerin küresel etkileri ne olacak, özellikle Ortadoğu’da? Raporda altı kalınca çizilerek, »İslam Devletine karşı yürütülen uluslararası çabalar belirgin bir biçimde artırılmalıdır. ABD, İslam Devletini kaçtığı her yerden uzaklaştırma hedefi için gerekli adımları atmaya hazırlıklı olmalıdır« deniyor. Bunu, İslam Devletine karşı yürütülen sözde savaşın sadece Suriye ve Irak ile sınırlı tutulmayacağı biçiminde okumak mümkün. Obama yönetiminin hâlihazırda Libya’da (özellikle Sirte’de) yürüttüğü askerî operasyonları, H. Clinton’un henüz bakanlığı döneminde ifade ettiği »Libya planları« ile birlikte düşününce, ABD’nin Kuzey Afrika’yı da Suriyelileştirmek istediği sonucuna varılabilir.
H. Clinton’un Suriye’ye yönelik yaklaşımları Obama yönetimininkinden farklıydı. H. Clinton Suriye iç savaşının başlangıcından itibaren Esad rejiminin »eldeki her araçla« alaşağı edilmesini savunuyordu. O açıdan başkan seçilmesi durumunda ABD’nin Suriye politikalarında değişiklik olması, hatta ABD ordusuna kara harekâtı başlatma emrini vermesi küçük bir olasılık değildi. Neoconlarla »liberal müdahalecilerin« ortaklaşa kaleme aldıkları rapor Rusya ve İran’ın etkisiyle Suriye’deki »askerî balansın Esad rejimi lehine değiştiğini« kabul ediyor, ama maceraperest taleplerden de geri kalmıyor. Rapor, ABD’nin askerî gücünü »uçuşa yasak bölgelerin oluşturulması için kullanmasını« talep ediyor.
Aynı şekilde H. Clinton’un başkanlığı altında ABD’nin İran politikasında da değişimlerin olması bekleniyordu. H. Clinton’un İran ile varılan nükleer uzlaşıya güvenmediğine değinen rapor, yeni ABD yönetimine şu önerilerde bulunuyor: »Birincisi, Tahran’ın nükleer uzlaşı nedeniyle Washington’un İran hükümetine yönelik yaklaşımlarında bir değişiklik olmayacağını anlaması sağlanmalıdır. İkincisi, ilân edilen politika, Washington’un İran’a ne bugün, nede hiç bir zaman nükleer silah devleti olmasına izin vermeyeceğinin altı çizilmelidir. Üçüncüsü, ABD, askerî, iktisadî ve diplomatik araçlarla İran’ın Ortadoğu’daki hegemonik arzularını kösteklemeyi hedefleyen bir strateji izlemelidir«. İran Körfezinin ABD’nin »güvenliği« için yaşamsal önem taşıdığını vurgulayan rapor, İran Körfezinde ve Hürmüz Boğazında »yeterli sayıda ABD birliklerinin konuşlandırılması zorunluluğunu« belirtiyor. H. Clinton’un internet sayfasında aynı yaklaşımları, aynı kelimelerle okumak mümkün. H. Clinton bölgedeki enerji taşıyıcıları nakliyatının ABD’nin kontrolü altında olmasını savunduğundan, H. Clinton seçilseydi, bölgedeki ABD askerî varlığını artırmaya yönelik bir politika izleyeceği kesindi.
Diğer taraftan H. Clinton yönetimi altında AB ve NATO üyesi ülkelerin – özellikle Rusya’ya karşı – daha saldırgan bir pozisyona itilmelerinin planlandığını da söylemek gerekiyor. Gerek H. Clinton, gerekse destekçileri yaptıkları değerlendirmelerde, »Rusya’nın başkan Putin’in yönetimi altında aldığı tehlikeli yolda, ABD’nin 21. Yüzyıl’da karşı karşıya olacağı jeopolitik tehditlerin en büyüğü hâline geldiği« vurgulanıyor. Bu »tehdide« karşı yapılan »güvenlik önerileri« ise, »Rusya cephesinde bulunan NATO müttefiklerinin savunma yetilerinin daha fazla güçlendirilmesi« ve »Rusya’dan çekinmeden, sürekli olarak bölgede konuşlandırılmış NATO birliklerinin geniş hacimli antrenman ve manevra faaliyetlerinin artırılması« olarak sıralanıyor. Bu da, Avrupa’nın, bilhassa Doğu Avrupa ülkelerinin şimdiye kadar olduğundan daha fazla militaristleştirilmeleri anlamına geliyor.
Sonuç yerine
Daha önce belirttiğimiz gibi, ABD emperyalizminin dünya çapındaki hegemonyasını ayakta tutma hedefi, tüm ABD sermaye fraksiyonlarını ve bunların temsilcisi olan iki siyasî partiyi birleştiren bir hedeftir. Aralarındaki temel sorun, bu hedefe hangi yollardan ulaşılabileceğiydi. Kısa bir zaman öncesine kadar Demokratlar, askerî şiddetin uygulanması konusunda Cumhuriyetçiler kadar kararlı bir duruş sergilemiyorlardı. Gerek H. Clinton, gerekse yakınına aldığı ve muhtemelen hükümetinde karar verici pozisyonlara getirilecek olan danışmanları, diğer Demokratlar kadar kararsız değillerdi ve bunu her fırsatta dile getiriyordular. Bu nedenle de Neoconlar ile »liberal müdahaleciler« yakınlaştılar. Ancak bu yakınlaşmaları, seçmen iradesinin oluşturduğu duvara tosladı.
Gerek Sanders’in, gerekse de Trump’ın seçim kampanyaları, ABD egemen bloğunun halk desteğinden yoksun olduğunu gösterdi. Tarihte defalarca kanıtlandığı gibi, toplumsal hoşnutsuzluk iradeye dönüştüğü anda, egemen sınıfların her istediklerini yapmalarını engelleyebilecek setlerin ortaya çıkabileceğini bir kez daha görmüş olduk. Egemen bloktaki yeni ittifakın bu duruma nasıl bir reaksiyon göstereceğini ise, kısa süre içerisinde görebileceğiz. O zaman değerlendirmelerimizi devam ettirebiliriz.

***