29 Mar 2017

AB stratejilerinin ekonomik-politik arka planı üzerine

Donald Trump’ın ABD başkanı seçilmesi ve görevi devralmasının ardından, »vaatlerini« yerine getirdiğini kanıtlamak için televizyon kameraları önünde şaşaa ile imzaladığı Kanun Hükmünde Kararnameler, içeriklerinden bağımsız kıta Avrupası’nın başkentlerinde »korkulan oluyor« algısının yaygınlaşmasına yol açıyor. Avrupa’daki burjuva medyası – ki gerek ABD ile işbirliğinin derinleştirilmesini isteyen Transatlantikçileri, gerekse de AB’nin ABD’ne rağmen dünya gücü olmasını hedefleyen Avrupacıları destekleyenler olsun – hemen her fırsatta Trump yönetiminin »ırkçılığını ve milliyetçi egoizmini« öne çıkaran haber ve yorumlar yayınlıyor, AB elitleri, bilhassa F. Alman emperyalizminin siyasî temsilcileri Trump’ın serbest ticarete, uluslararası işbirliğine ve Transatlantik ortaklığa »ne denli zarar verdiğini« tekrarlamaktan usanmıyorlar.

Hiç kuşkusuz Trump’ın seçimi kazanması, ABD’nde uzun zamandır devam eden sağcılaşma trendinin hızlandığının bir göstergesi. Aslına bakılırsa Trump, Bush ve Obama dönemlerindeki saldırganlığın takipçisi. ABD emperyalizmi her zaman olduğu gibi, Atlantik ve Pasifik ötesini boyunduruk altına almayı ve savaş kışkırtıcılığını hedefleyen bir politikayı Trump yönetimi altında da devam ettirecek. Aradaki iki temel fark ise, tekelci burjuvazinin bizzat siyaset sahnesinde yer alması ve saldırgan politika hedefinin bugüne kadar asıl rakip olarak görülen Rusya’dan, uzun vadeli stratejik rakip Çin Halk Cumhuriyeti’ne yöneltilmesidir. Ve görüldüğü kadarıyla ABD tekelci burjuvazisi içinde henüz bu strateji konusunda tam bir birlik sağlanabilmiş değil. Sermaye kesimleri arasında Trump’un söylemlerine gösterilen çelişkili tepkiler buna işaret ediyor.
Trump’ın »Önce Amerika« (»America first«) söylemi ise basit bir demagoji değil. Tam aksine, bu söylemi ABD’nin yakın komşularına ve müttefiklerine, yani Meksika’ya, Latin Amerika’nın bütününe, Japonya’ya ve bilhassa AB ile AB’nin patronu F. Alman emperyalizmine yönelik bir meydan okuma olarak görmek gerekiyor. Şüphesiz Trump’ın çelişkili tavırları ve burjuva medyasını karşısına alan çıkışları, kafa karıştırmaya yetiyor. Ancak, dikkatlerin yöneldiği »çelişkili başkan« resminin arkasında emperyalist mekanizma harıl harıl çalışıyor. Ayrıca şu da unutulmamalı: Ronald Reagan başkan olduğunda aynı Trump gibi çelişkili açıklamalarla dikkat çekmiş, ama neoliberal dönüşümün ve emperyalist saldırganlığın büyük ivme kazandığı bir döneme imza atmıştı. Sonuç itibariyle, Trump’un yönetim biçimi ABD tekelci burjuvazisinin hâlen yeni strateji arayışı içerisinde olduğuna işaret etmektedir. Ve bu da ezilen ve sömürülen sınıflar açısından dünya çapında hiç te iyiye delalet değildir.
AB Trump’un »Önce Amerika« söylemi hayli ciddiye alıyor. Bu nedenle Transatlantik ittifak içerisindeki konumunu güçlendirmeye çalışıyor. Britanya’nın AB üyeliğinden çıkışını da bir fırsata çevirmeye çalışıyor. Özellikle AB’nin lokomotifi olan F. Alman emperyalizmi, AB’ne ve egemen siyasete karşı gelişmekte olan tepkileri iktidar ilişkilerine zarar vermeyecek olan bir çizgiye kanalize etmeye çabalıyor. Bu açıdan Ajanda 2010 gibi sosyal yıkım politikalarının mimarlarından ve AB’nin daha da militaristleştirilmesini savunanlardan birisi olan SPD’li Frank-Walter Steinmeier’in F. Cumhurbaşkanı seçilmesi ve gene AB düzeyinde neoliberal dönüşüm, TTIP ve CETA gibi serbest ticaret antlaşmalarının ve militarist saldırganlık politikalarının savunucusu eski AP başkanı Martin Schulz’un SPD şansölye adaylığına getirilmesi bir tesadüf değil. SPD’nin başkanı da olması beklenen Schulz, Avrupa sosyaldemokrasisini AB projesine bağlayan en önemli isimlerden. F. Alman sosyaldemokrasisinin şu an en güçlü AB yanlısı parti olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. F. Alman tekelci burjuvazisi için, nasıl Gerhard Schröder başkanlığındaki SPD-Yeşiller hükümeti büyük »hizmetler« verdiyse, Schulz başkanlığı altındaki SPD’nin de, muhafazakâr CDU/CSU partilerinin yerine getiremeyecekleri »başarılara« imza atması olanaklı gözüküyor. Çünkü SPD, milliyetçi yanları her zaman ağır basan F. Alman muhafazakârlarından daha inandırıcı biçimde AB projesinin savunabilecek konumda. Ancak SPD’yi F. Alman tekelci burjuvazisi için asıl çekici kılan yanı ise, SPD’nin hâlen F. Alman işçi sınıfının küçümsenemeyecek kesimi üzerinde etkin olmasıdır. O açıdan, 2017 Federal Parlamento seçimlerinde güçlenen bir SPD’nin yeniden iktidara ortak edilmesine kesin gözüyle bakabiliriz.
AB’nin ekonomik durumu
AB’nin ciddî bir kriz içerisinde olduğunu sadece sosyalistler ve komünistler değil, bizzat AB elitleri ifade etmekteler. F. Alman tekelci burjuvazisinin bir neoliberal egemenlik projesi hâline gelen AB, hem dünya ekonomik krizinin önemli bir parçası, hem de çözümsüzlüğün bir parçası olmuş durumda. Aslında AB, tüm engellerin kaldırılmış olduğu bir iç pazarın kurumsal güvencesi olarak, hem emperyalist-kapitalist dünya düzeni içerisinde ABD emperyalizminin küçük ortağı olarak yer almakta, hem de ABD emperyalizmine rakip olarak büyümeye çalışmaktadır. O açıdan AB’nin ekonomik ve politik olarak son derece çelişkili bir yapı olduğunu tespit edebiliriz.
Tüm engellerin kaldırılmış olduğu bir iç pazarın ve tek bir para birimi temelinde düzensizleştirilmiş bir malî piyasanın bir ulus devlete ve tek tip vergi sistemine gereksinim duymasına rağmen, AB ile farklı vergi sistemlerine sahip ve birbirleriyle rekabet hâlinde olan ulus devletleri aynı çatı altında toplayan bir ulus devlet üstü yapı oluşturuldu. Gümrük, düzenleme ve para birimleri sınırları olmadığından, sermaye en yüksek kârların yapılacağı mevkilere akmakta ve güçlünün daha güçlü, zayıfın ise daha zayıfladığı bir rekabet yasası AB çatısı altında tüm yıkıcılığını ortaya çıkartmaktadır. Sermaye birikim özgürlüğü ile sermayenin istenildiği gibi en kârlı coğrafyalara transfer edilmesinin serbestliği, aynı ürün ve iş gücünün serbest dolaşımı gibi, AB’nin temel şartlarındandır. Yani serbest sermaye trafiği ilkesi, ulus devlet üstü bir yapı olan AB’nin hukuksal temellerinden birisini oluşturmaktadır ve bu biçimiyle AB dünya çapında yegane örnektir.
AB içerisindeki egemenlik, AB Komisyonu, Avrupa Yüksek Mahkemesi ve Avrupa Merkez Bankası aracılığıyla en güçlü AB üyesi devletlerin elindedir. Ulus devletler ve bu ülkelerdeki tekelci burjuvazi bu kurumlar içerisinde ve aracılığıyla çıkar mücadelelerini sürdürmektedirler. AB’nin seçmen oyu ile oluşturulan tek kurumu olan Avrupa Parlamentosu ise, kâğıttan kaplan misali, ulusal parlamentolardan çok daha güçsüz durumdadır. Egemenliği ellerinde tutan güçlü devletler, özellikle F. Almanya, kriz dönemlerinde AB kurumlarını istedikleri gibi kullanmakta, biçimlendirmekte ve zayıf AB üyesi ülkeleri boyundurukları altına almak için yönlendirmektedirler. AB kurumları için söz konusu olan durum, ortak para birimi Euro ile daha da güçlendirilmektedir.
Euro başlangıçta AB’nin zengin Kuzeyi (Avusturya, F. Almanya, Benelüx ülkeleri, Finlandiya, Fransa) ile yoksul Güneyi (İspanya, İtalya, Portekiz, Yunanistan) arasında bir nevi mübadele antlaşması gibi kurgulanmıştı. Zengin Kuzey böylelikle engelsiz bir iç piyasaya kavuşurken, yoksul Güneyin de uygun kredi koşulları olan ve güçlü bir para birimine sahip olacağı öngörülmekteydi. Ancak 2007 malî krizi ve hâlen devam etmekte olan dünya ekonomik krizi bu sistemi parçaladı ve AB’ni temellerinden sarstı. Yoksul Güney şimdi çok daha kötü bir durumda. Ülke piyasalarını Kuzeyin güçlü ekonomilerine karşı, örneğin devalüasyonla koruma şansları artık yok. Üstüne üstlük F. Almanya’nın dayatmasıyla imzalanan Maastricht Antlaşması’nın malî piyasalar kuralları, Güneydeki AB üyesi devletlerin elini kolunu bağlıyor. Hiç bir şekilde sermaye kaçışını engelleyemiyorlar. Türkiye gibi bir kronik kriz ülkesi dahi güneydeki AB devletlerinden daha fazla olanaklara sahip.
Burada ilginç olan soru şu: İspanya, İtalya, Portekiz ve Yunanistan tekelci burjuvazileri neden hâlâ Euro Bölgesinde kalmakta ısrar ediyorlar? İşin garibi, bu ülkelerde kriz muhalefetinden doğan Syriza, Podemos, 5 Yıldız Hareketi gibi reformist parti ve hareketler dahi neden hâlâ Euro savunusu yapıyorlar? Bu durumu iki nokta ile açıklayabiliriz: Birincisi, bu ülkelerin tekelci burjuvazilerinin ve siyasî temsilcilerinin ABD ve AB tekellerinin stratejilerine olan bağımlılıklarıdır. İkincisi ise, Kuzeydeki zengin rakiplere girişilecek olan bir ihtilafın büyük riskler taşımasıdır. Bir kere böylesi bir ihtilafa girmek için, bugüne kadar savunulan ekonomi politikalarında radikal bir değişim gerçekleştirilmek zorundadır. Yani sermaye, ürün ve iş gücü trafiğine karşı sınır uygulamaları gerekmektedir. Euro Bölgesinden çıkmak veya daha da kötüsü atılmak, bu ülkeleri şimdi içinde bulundukları krizden çok daha derin buhrana sokacağından ve bunun karşısında ortaya çıkacak toplumsal tepkiyi kontrol altına alabilecek bir hükümet olasılığı olmadığından, hiç kimse bu adımı atmaya cesaret edemiyor. Krizin faturasını zaten halklara ödettiklerinden, bu ülkelerdeki tekelci burjuvazi için Euro Bölgesinde kalmaktan başka bir alternatif gözükmüyor.
Britanya, Brexit kararıyla bu açıdan bir istisnayı oluşturuyor. Zaten Euro Bölgesi üyesi olmayan Britanya’nın tekelci burjuvazisi, bilhassa malî oligarşi için AB üyesi olmanın bir çekiciliği kalmamıştı. Londra’nın AB’nin finans merkezi olarak elinde tuttuğu bazı avantajlar, AB üyeliğinden çıkıldığında ortaya çıkacak fırsatlar karşısında çok hafif kalmaktadır. Birleşik Krallık şimdi kendi iç pazarını daha kolay kontrol altına alabilecek, ama aynı zamanda AB’nden ayrılma sürecini de, AB ve Britanya sermayelerinin lehine olan ürün ve sermaye ticareti antlaşmalarını imzalamak için kullanacak.
AB’nin bir geleceği var mı?
Emperyalist bir ittifak ve serbest ticaret bölgesi vasfıyla üye devletlerin işçi sınıfları üzerinde güçlü bir baskı aracı olan AB’nin orta vadede farklı AB ülkelerindeki burjuvazilerin kendi aralarında olan çıkar çelişkileri nedeniyle uzun bir ömrü kalmadığını varsayabiliriz. AB en azından şimdiki üye bileşimiyle son demlerini yaşamaktadır. AB’nin en önemli özelliği ve aynı zamanda en önemli işlevi, büyük tekellerin AB içinde ve dışında, sermaye ve ürün trafiği serbestliği aracılığıyla, çıkarlarını korumaktır. TTIP ve en son Kanada ile üzerinde anlaşılan CETA gibi serbest ticaret antlaşmalarının kuralları öz itibariyle çoktan AB’nin temel şartları arasındadırlar.
AB’nin, bilhassa Euro bölgesinin krizinin derinleşmesi, krizden en fazla etkilenen AB üyesi ülkelerin AB’nde kalma dirençlerini zayıflatması kuvvetle olasıdır. Kaldı ki, güçlü AB ülkeleri arasında uzun zamandır »Çekirdek Avrupa« ve »farklı hızlardaki AB üyelikleri« konseptleri tartışılmaktadır. Bu tartışmalar ise, Güneyin zayıf AB ülkelerinin kamuoyunda tepkiyle karşılanmakta, AB karşıtı hareketlerin güçlenmesine neden olmaktadır. Özellikle Doğu Avrupa’daki AB üyesi ülkeler, ulusal çıkarlarının Brüksel’den ziyade Washington ile güçlendirilmiş bir ittifak sayesinde »daha kolay savunulabileceğini« açıkça ifade etmektedirler. Polonya ve Macaristan gibi ülkeler AB’nin F. Almanya’nın bir egemenlik aracına dönüşmüş olmasına itiraz etmektedirler, ki tüm bu gelişmeler Kuzey ve Güney Avrupa arasındaki kalıcı partnerliği güçleştirmektedirler.
F. Alman tekelci sermayesi gerek Euro’dan, gerekse de Euro krizinden devasa kârlar elde etmiş, Avrupa iç pazarını farklı ülkelerdeki rakiplerini ya küçültmek, ya da hepten yok etmek için kullanmıştır. Aynı şekilde Euro krizi F. Alman sermayesi için büyük bir kredi avantajı sağlamaktadır. F. Almanya’daki bir tekelin aldığı kredi için yüzde 1 düzeyinde faiz ödemesi, buna karşın örneğin bir İtalyan tekelinin krediler için yüzde 3 faiz ödemeye zorlanması, son derece ciddî bir rekabet avantajı anlamına gelmektedir. Bununla beraber düşük Euro kuru, F. Alman sermayesine Euro bölgesi dışındaki piyasalarda daha kolay hakimiyet kurma olanağını sağlamaktadır.
F. Alman ekonomisinin daha da güçlenmesi için sayısız fırsatlar yaratan AB çatısı, aynı zamanda F. Almanya işçi sınıfını boyunduruk altına almayı da kolaylaştırmaktadır. F. Almanya işçi sınıfının başarılı bir şekilde bir kaç parçaya bölündüğünü ve sınıf içi dayanışmanın neredeyse tamamen törpülendiğini söyleyebiliriz. Özellikle ihracat sanayinde çalıştırılan çekirdek kadrolar, reel ücretlerdeki düşüşe rağmen, primler ve özel kâr payı ödemeleriyle tekellerin müttefikleri hâline getirilmişler, sayıları milyonları bulan vasıfsız ve düşük ücretli işçilerin üretim sürecinden mütemadiyen dışlanmaları ile sadece çekirdek kadrolardan ye aidatı alabilen sendikal hareketi ehlileştirmişlerdir. Dünyanın en büyük sendikalarından birisi olan IG Metall sendikası bugün »ulusal rekabet yetisinin korunmasını« sendikal hedef hâline getirmiş, uluslararası sendikal hareket içerisinde sarı sendikacılıktan başka bir şey olmayan »sosyal partnerliğin« en güçlü savunucusu olmuş, emek hareketinin enternasyonalizminden vazgeçmiştir. Böylelikle ve dağıtılan »kırıntılarla« işçi sınıfının ve F. Almanya toplumunun önemli bir kesimi AB’ni kendi bahçesine dönüştüren F. Alman emperyalizminin saldırgan politikalarının ve emperyalist sömürünün gönüllü destekçiliğine ikna edilmişlerdir. »Almanya’nın çıkarları için AB alternatifsizdir« görüşü, bugün F. Almanya’daki hegemonik görüştür ve bizzat sendikal hareket tarafından savunulmaktadır.
AB ve sınıf mücadelesi
Avrupa reformist solu, AB’nin »fiili gerçek« olması nedeniyle, reddedilmemesi ve Avrupa’nın »her köşesinde eşit sosyal standartlar, eşit gelişme koşulları ve barışçıl bir politika gerçekleştirebilmek için«, AB’nin »soldan dönüştürülmesi« gerektiğini savunmaktadır. Komünistler açısından bu savunu gerçekçi olmadığı kadar, antiemperyalist mücadele için de o denli yanlış bir konumlanıştır. Çünkü AB bir kere, gerçek devletlerin aksine »ulusal« sınıf ilişkilerinin bir ifadesi değildir. Sınıf mücadelesinin siyaseten gerçekleştiği alanlar hâlâ ulus devletlerdir ve ulus devletler muhtemelen uzun bir süre sınıf mücadelesinin alanları olmaya devam edeceklerdir. Nihayetinde sınıf mücadelesi yerel ve ulusal düzeyde yürütülmektedir. Ne işçi sınıfı, ne de farklı Ab ülkelerindeki sınıf partilerinin sınıf mücadelesini AB düzeyinde yürütebilme şansları bulunmamaktadır. Farklı AB üyesi ülkelerin işçi sınıfları AB düzeyinde örgütlü olmadıkları gibi, AB ülkelerinin örgütlü bir tekelci burjuvazisi de yek vücut AB düzeyinde bulunmamaktadır.
Bu nedenle AB’ne karşı mücadele hem sınıf savaşımının, hem de antiemperyalist mücadelenin bir gereğidir. Ancak bu mücadelenin biçimi AB üyesi ülkelerin ve AB üyesi olmayan, örneğin Türkiye gibi ülkelerin sınıf partileri açısından farklıdır. Türkiye’nin AB’ne üye olması, Türkiye işçi sınıfının ve halklarının ezici çoğunluğunun çıkarlarına aykırı olduğundan, tümden reddedilmelidir. Ancak bu durum kendisini örneğin F. Almanya işçi sınıfı ve Alman Komünist Partisi (DKP) açısından farklı ifade etmektedir. F. Almanya’nın AB’nden çıkmasının şu an için maddi temelleri bulunmamaktadır. Aynı şekilde AB’nin dağılmasına yol açacak derin bir kriz henüz söz konusu değildir. Üye bileşiminin değişimi, küçülmesi veya »Çekirdek Avrupa« konseptine geçilmesi daha olasıdır. Ancak bu Euro bölgesi için aynı şekilde geçerli değildir. Euro bölgesindeki kriz derinleşmekte, eşitsiz gelişim ağırlaşarak, Güneydeki AB üyesi devletlerin ekonomileri küçülmekte ve sınıf çelişkileri sertleşmektedir. Euro bölgesindeki ülkelerden zayıf olanların borçlarını ödeyemeyecek derecede iflası her an söz konusu olabilir. Bu durumda da, başta F. Almanya olmak üzere, güçlü devletler kendiliğinden bir küçülmeye ve Euro bölgesini bölmeye gidebilirler.
O nedenle DKP içerisinde Euro’nun feshinin ve uzun vadede AB’nin dağılmasının nasıl biçimlenmesi gerektiği konusunda bir tartışma yürütülmektedir. DKP’deki hakim görüş, orta vadede borçların silinmesi talebinin gündemde tutulmasını savunmaktadır.  Bu çerçevede Avrupa reformist solu içerisinde de tartışılan »Eurexit« kampanyasına dikkat çekilmekte ve Euro’nun 1999’da AB üyesi ülkelerin merkez bankalarını birbirine bağlayan Avrupa Para Birimi Sistemine (EWS) geri dönülmesi talepleri gerçekçi bir ön adım olarak görülmektedir. Sonuç itibariyle AB üyesi ülkelerdeki sınıf hareketleri ve sınıf  partileri salt kendi »ulusal« çıkarlarını ön plana çıkarmadan, AB düzeyinde bir çözüm bulma zorunluluğu karşısındadırlar.
Türkiyeli komünistlerin pozisyonu ise, reel durum nedeniyle, daha açık olmak zorundadır. Emperyalizme karşı etkin mücadele verebilmek, burjuvazinin sınıf tahakkümünü sonlandırmanın yolunu açmak için AB’ne de, AB ile olan Gümrük Birliğine de hayır!

***