5 Eki 2010

AB Rüyası: »Kedi masası«nda 50 yıl

Günlük gazetesinden, AB ile müzakerelerin başlangıcının 5. yılı nedeniyle bir yazı kaleme almam istendiğinde, önce yıldönümüne denk gelen gazete ve internet yayınlarına bakmamın doğru olacağını düşündüm. Öyle ya, 50 yıldır devam eden Avrupa Serüveni’nin son aşamalarıyla ilgili olarak yapılacak resmî ve siyasî açıklamalar, sürece ilişkin bir çok bilgiyi içerebilirdi. Hem bu açıklama ve haberlerden, gerek Türkiye ve Avrupa’daki karar vericiler ile siyasetçilerin, gerekse de kamuoyunun nabzı ölçülebilirdi.

Onca arama yapmama rağmen bir tek 4 Ekim 2010 tarihli Radikal gazetesinin bu yıldönümünü »Beş yılda bir arpa boyu yol« başlığıyla manşetten verdiğini görebildim. Hükümete yakın duran medyada dahi, Başmüzakereci Egemen Bağış’ın yıldönümüyle ilgili olarak yaptığı bir açıklamanın haberinin dışında, pek bir habere rastlamak olanaklı değildi.

Aynı şekilde Avrupa’daki, özellikle Türkiye’nin AB üyelik süreciyle yakından ilgilenen Almanya’daki medyada da geniş haberlere ve yorumlara rastlamak olanaklı değildi. Almanya’daki gazeteler sadece Federal Cumhurbaşkanı Christian Wulff’un »Türkiye ile adil üyelik görüşmeleri yapılmalıdır« biçiminde söylediği bir sözü haberlere taşımışlardı. Ancak Wulff, göreve geldiğinden bu yana yaptığı ilk büyük konuşma nedeniyle haberlerdeydi. Daha önce üyelik konusunda olumlu sinyaller veren Federal Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle dahi tek bir söz etmemişti.

Tek tük haberler arasında Almanya’nın birinci televizyon kanalı ARD haberlerinde bir de Türkiye’deki toplumun AB üyelik sürecinden duyduğu hayal kırıklığı öne çıkartılmış, kamuoyunda beş yıl önce görülen »heyecanın söndüğü« duyurulmaktaydı. Ve tek bir cümle ile Avrupalıların Türkiye’nin AB’ne üyeliğine genel olarak pek olumlu bakmadıkları.

Toplumlar ve karar vericiler üyeliği istemiyorlarsa...

Diyeceksiniz ki, »müzakereler devam ediyor, bu neyi gösterir ki«. Bence müzakerelerin başlamasının beşinci yıldönümünün haber değeri bile bulmaması, süreç hakkında çok şeyi göstermektedir. Bir kere bu gerek AB’nin, gerekse de Türkiye’nin karar vericilerinin Türkiye’nin AB’ne üyeliği konusunda resmî söylemden çok daha farklı bir ajanda işlettiklerine işaret etmektedir. Türkiye’nin AB’ne tam üyeliği görüldüğü kadarıyla hayli uzak bir tarihe bırakılmıştır, ki AB’nin şu anki konumuyla bağlantılı olarak şimdiden bunun ne zaman olabileceğini dahi söylemek müneccimlikten başka bir şey olamaz.

İkincisi ise, ki bence sürecin en önemli faktörlerinden birisidir, AB ülkelerindeki ve Türkiye’deki toplum çoğunluğunun tam üyeliği sindiremediklerini ve taraftar olmadıklarını göstermektedir. Basın, yapısı gereği toplumu ilgilendiren konuları manşete çıkardığından, »habersizliği« ile tam olarak toplumların »ilgisizliğini« yansıtmaktadır.

Konu, sıradan bir konu değil. Tam üyelik hem AB üyesi ülkelerin, hem de Türkiye’nin geleceği açısından belirleyici bir konu. Ne de olsa 50 yılı aşkın bir süredir AB ile siyasî, hukukî, iktisadî ve kültürel anlamda yoğun ilişkiler içerisinde olan bir ülkeden bahsediyoruz. AB – Türkiye müzakerelerinde atılan veya atılamayan her adım manşete çıkartılsaydı, olağan bir süreçten bahsediyor olacaktık. Demek ki, olağan işlemeyen bir süreç içerisindeyiz.

Dikkatli okur anımsayacaktır: Lüksemburg’da 3 Ekim 2005 tarihinde yapılan bir hükümetler arası konferansta »Türkiye için Müzakere Çerçeve Belgesi« yayınlanarak müzakerelerin, yani »Türkiye’nin AB’ne yakınlaştırma sürecinin« başladığı ilân edilmişti. Türkiye 11 Aralık 1999’da resmen »üyelik adayı« olarak tanınmış, 2002 Kopenhagen AB-Zirvesi’nde, »Türkiye’nin Kopenhagen Kriterleri’nin politik koşullarını yerine getirmesi koşuluyla, 2004 Aralık’ında üyelik müzakerelerinin başlatılması yönünde karar verileceği« karar altına alınmış ve 17 Aralık 2004 Brüksel AB-Zirvesi’nde »müzakerelerin 3 Ekim 2005’de başlatılması« kararı alınmıştı. AB ile Türkiye arasında yürütülen müzakerelerde yol haritasını oluşturan Müzakere Çerçeve Belgesi ise, üç bölümden oluşmaktadır: ilk bölümde müzakerelerin kuralları, ikinci bölümde özü, üçüncü bölümde ise prosedürü yer almaktadır.

Bilindiği gibi »Müzakere Süreci«, Türkiye’nin AB Müktesebatı’nı nasıl ve hangi süre içerisinde kabul edeceğini ve uygulama için gereken idarî yapıyı nasıl oluşturacağını saptamaktadır. Süreç, »tarama süreci«, »müzakere pozisyonlarının hazırlanması«, »müzakerelerin açılması«, »müzakerelerin tamamlanması« ve »Katılım Antlaşması’nın onaylanması« şeklinde çeşitli etaplardan oluşmakta. AB Müktesebatı, yani AB’nin hukuk sistemi ise dört temel kaynağa dayanmaktadır: »Kurucu Antlaşmalar«, »AB Mevzuatı«, »Adalet Divanı İçtihadı« ve uluslararası antlaşmalar. AB’ne üye olan ülkeler AB Müktesebatı’nı benimsemek ve egemenlik yetkilerinin önemli bölümlerini AB’nin kurumlarına devretmekle yükümlüdür.

İlgili AB Zirve’lerine katılıp, daha sonra ülkeye »AB Fatihi« olarak dönen dönemin başbakanları ve söyledikleri hafızalardadır. Ama şöyle bir »Katılım Müzakere Fasılları« olarak adlandırılan müzakerelere bir baktığımızda, ne tür bir »fetih yalanı« ile karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkar. Türkiye’nin üyelik için tamamlaması gereken »Katılım Müzakere Başlıkları« 35 başlık altında ve şu şekilde sınıflandırılmıştır:

No. Başlık Açılış tarihi
1. Malların Serbest Dolaşımı ---
2. İşçilerin Serbest Dolaşımı ---
3. İş Kurma Hakkı ve Hizmet Sunumu Serbestisi Askıya alındı
4. Sermayenin Serbest Dolaşımı 19 Aralık 2008
5. Kamu Alımları ---
6. Şirketler Hukuku ---
7. Fikri Mülkiyet Hukuku 17 Haziran 2008
8. Rekabet Politikası 28 Haziran 2006
9. Mali Hizmetler Askıya alındı
10. Bilgi Toplumu ve Medya 19 Aralık 2008
11. Tarım ve Kırsal Kalkınma Askıya alındı
12. Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı 30 Haziran 2009
13. Balıkçılık Askıya alındı
14. Taşımacılık Politikası Askıya alındı
15. Enerji ---
16. Vergilendirme 30 Haziran 2009
17. Ekonomik ve Parasal Politika ---
18. İstatistik 26 Haziran 2007
19. Sosyal Politika ve İstihdam ---
20. İşletme ve Sanayi Politikası 29 Mart 2007
21. Trans-Avrupa Şebekeleri 19 Aralık 2007
22. Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların
Koordinasyonu ---
23. Yargı ve Temel Haklar ---
24. Adalet, Özgürlük ve Güvenlik ---
25. Bilim ve Araştırma Tamamlandı
26. Eğitim ve Kültür ---
27. Çevre 21 Aralık 2007
28. Tüketicinin ve Sağlığın Korunması 19 Aralık 2007
29. Gümrük Birliği Askıya alındı
30. Dış İlişkiler Askıya alındı
31. Dış, Güvenlik ve Savunma Politikaları ---
32. Mali Kontrol 26 Haziran 2007
33. Mali ve Bütçesel Hükümler ---
34. Kurumlar Çıkartıldı
35. Diğer Konular Çıkartıldı

Türkiye, müzakere sürecinde bu 35 başlıktan sadece 13’ünü açtırabilmiş ve bir tek 25. başlığı kapattırabilmiştir. Açılan diğer başlıklardan bazıları müzakere süreci bitmiş olsa da, Kıbrıs Sorunu nedeniyle kapatılamıyorlar. Türkiye ile aynı tarihte müzakerelere başlayan Hırvatistan’ın bugün itibariyle 35 başlıktan 22’sini tamamlamış olması, Türkiye’nin üyelik sürecinin nasıl yürüdüğüne dair bir ipucu vermektedir. Yani, müzakere sürecinin Türkiye için olumlu gittiğini söyleyebilmek için tek bir neden dahi bulunmamaktadır.

Asıl engel: Türkiye karar vericilerinin emperyal hırsları

Aslına bakılırsa, asıl tartışma konusu müzakere süreci değil. Zaten AB üyeliği kendi başına bir tartışma konusu, ama bir türlü işlemeyen müzakere süreci çerçevesinin arka planına bakmak, gelişmeleri değerlendirmek açısından doğru olacaktır.
Elbette, Türkiye Hırvatistan değil ve müzakere başlıklarının askıya alınmasının veya görüşme süresi bitirilmiş olanların hâlâ tamamlanamamış olmasının arkasında Kıbrıs Sorunu’nun durduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Anımsanacağı gibi 2006 yılında Türkiye, »2009 yılına kadar Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilişkilerindeki sorunları halledip limanlarını açmakla« yükümlü kılınmıştı. Ancak 2009 Aralık’ında gerçekleşen AB Zirvesi’nde, yükümlülük yerine getirilmemiş olmasına rağmen, Türkiye’ye yönelik herhangi bir ek yaptırım kararı alınmadı. Sadece 2010 Aralık’ında durumun tekrar değerlendirilmesi kararlaştırılmıştı. Başlıkların tamamlanmamasını veya askıya alınmasını gerektiren Kıbrıs gibi görünüşte böylesine önemli bir sorunun ertelenmesi hangi anlama geliyor? Bunun için önce AB egemenlerinin Türkiye’ye atfettikleri öneme bakmak gerekecek.

Charles de Gaulle’ün »boğazların efendisi ve bir çok kapının muhafızı« olarak nitelendirdiği Türkiye, AB için jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik önemi paha biçilemez bir ülke. Özellikle enerji ve hammadde kaynaklarına engelsiz ulaşım açısından, nakliye yolları ağının üzerine bir örümcek misali oturan Türkiye’nin, AB’nin (daha doğrusu Almanya-Fransa ve Benelüx ülkelerinden oluşan Çekirdek Avrupa’nın) dış politikası, iktisat politikaları ve »güvenlik ve savunma politikaları« için vazgeçilemez konumda olduğu bizzat AB elitleri tarafından ifade edilmektedir. Peki, buna rağmen »üyelik« söz konusu olduğunda aynı elitlerin kaygılanmalarının nedeni nedir?

Öncelikle Türkiye’nin olası üyeliğinin AB politikaları için, bazı olumlu etkileri olmakla birlikte, sonuçları zor tahmin edilebilecek bir dizi sorunu yaratacağından hareket edilmektedir. Her ne kadar Türkiye’nin stratejik ortağı ABD, Türkiye’nin AB’ne üye olması için bastırsa da, bu sorunların başında Türkiye’deki askerî karar vericilerin »Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası«nda söz sahibi olmak istemeleri gelmektedir. Çekirdek Avrupa, TSK’nin bu durumda »ABD’nin Truva atı« olarak konumlanacağından hareketle, küresel stratejilerde ABD ile olan çelişkilerinde etki alanının zayıflayacağını düşünmektedir. Çekirdek Avrupa, hükümranlık alanında ikinci bir »İngiltere«yi hazmedebilecek güçte değil.

İkincisi, Türkiye’nin üyeliği, zaten türlü sorunlarla boğuşan AB politikasına, çözmesi gereken yeni ihtilaf kaynaklarını taşıyacaktır. Türkiye’nin komşu ülkelerindeki ihtilaflar doğrudan AB’ni etkileyen ve günlük siyasetinin içerisine giren ihtilaflar hâline gelecektir. Bu, özellikle AB sınırlarının, var olan krizlerin AB alanına girmesini engellemek için korunmasını ve bu noktada gene sorumluluğun zor kontrol edilen TSK’ne devredilmesi sorununu beraberinde getirecektir. Polonya’nın AB sınırlarını – bilhassa göç konusunda – yeterince koruyamıyor olması, Brüksel’de kaygıyla izlenmektedir. Bu nedenle sınır korumasında ikinci ve daha fazla sorunlu bir üye istenmemekte, Türkiye’nin NATO üyesi olarak sağladığı »güvenlik« yeterli görülmektedir.

Üçüncüsü, AB Kafkasya’daki çıkarlarını yeniden biçimlendirmek ve sonucunda Rusya’nın politikalarını dikkate almak durumunda olacağı Azerbeycan-Ermenistan İhtilafı’nda farklı bir rol üstlenmek zorunda kalacaktır. Böylece, aynı ABD gibi, etki alanı doğrudan Kafkaslar ile Yakın ve Orta Doğu’ya uzanan ve bu nedenle de askerî angajmanını yükseltmek zorunda kalarak, kısıtlı olan askerî ve malî olanaklarını bu alana seferber etmesi gerekecektir. Çünkü aksi takdirde, ABD’nin bölgedeki politikalarına doğrudan eklemlenmek zorunda kalacaktır. Ancak her iki durum da, AB’ndeki toplum çoğunluğunun savaşlara katılma konusundaki çekinceleri nedeniyle AB politikalarının meşruiyetini kaybetmesine ve AB üyesi ülkelerdeki AB karşıtlığının yeni siyasî mevziler kazanmasına neden olacağından, kabul edilebilir bir risk değildir.

Dördüncüsü, Türkiye’nin AB enerji politikaları açısından kazanacağı belirleyici konumun yaratacağı belirsizliktir. AB’nin enerji açlığının, AB’ne üye olan bir ülke sayesinde hafifletilebileceği akla yakın gelse de, AB enerji politikalarının Türkiye tarafından belirlenir olması, Çekirdek Avrupa’nın enerji tekelleri ve enerji tedarik etme stratejileri için yutulabilecek bir lokma değildir. Kaldı ki, Türkiye’nin komşu ülkelere karşı stratejik silah olarak kullandığı su reservleri AB’nin çözümü zor bir soruna sahip çıkmasını gerektirecektir. Böylelikle de AB, bir barut fıçısından farklı olmayan Ortadoğu’da, tüm dezavantajlarıyla beraber bir taraf olacaktır.

Tüm bu nedenlerle Türkiye’nin AB’ne üye olması, hem kurulduğu günden bu yana sayısız ihtilaf kaynağını kurutamamış sorunlu bir ülkenin bu ihtilaf kaynaklarını AB’ne taşıması, hem de yeni ihtilaf kaynakları sayesinde AB’nin küresel stratejilerinin zayıflaması anlamına geldiğinden, üyelik süreci bizzat AB tarafından sürüncemede tutulmaktadır. Çekirdek Avrupa için tek »ihracat gücü ordusu olan« (G. Soros) Türkiye’nin, bir NATO üyesi olarak AB ile – imtiyazlı veya öncelikli – stratejik partner olarak kalması, AB’ne üye olmasından daha önemlidir.

Aslında beşincisi olarak nitelendirilebilecek ve bence asıl belirleyici başka bir engel daha var: Türkiye’deki karar vericilerin emperyal hırsları. G 20 çerçevesinde küresel stratejilere koopte edilen ve enerji nakil hatlarının üzerinde duran Türkiye, ekonomik büyümesi ve görece güçlenen sermaye birikimi, komşu ülkeler üzerinde askerî gücü sayesinde genişletebildiği etkisi ve en önemlisi, dünya çapında silahlı ihtilaflara katılabilecek düzeye gelen ordusu ile, İsrail’in yanısıra yeni bir bölgesel güç olma hedefini gütmektedir. ABD’nin önümüzdeki dönemde yoğunluğunu Orta Asya’ya kaydırmasından sonra, Ortadoğu’daki »istikrarı sağlayacak tek ülke olarak« Türkiye’yi gördüğünden, bu hedef doğrudan ABD tarafından da desteklenmektedir. Bundan bir kaç gün önce »New York Times«ın tespit ettiği gibi, »ABD bölgesel güç olarak İran’ın bölgedeki etkisini zayıflatacak olan ve ekonomisi güçlenen bir NATO üyesi olarak müslüman ülkelere örnek teşkil eden Türkiye’nin bu gelişmesinden hoşnuttur«. Hoşnut olmayan ise, etki alanının zayıflayacağını tahmin eden Çekirdek Avrupa’dır.

Sonuç itibariyle – yerim yeterli olmadığından, detaylandıramıyorum – Türkiye’deki karar vericilerin bu emperyal yönelimi, AB üyeliğinin önündeki en temel engel olarak değerlendirilmelidir. TSK’nin karar verici kesimi ile uzlaşarak hareket ettiği belli olan AKP hükümeti ve bu hükümeti destekleyen sermaye çevreleri yeni sayılabilecek bir özgüven ile, dünyanın yeniden düzenlenmesinde olabilecek en büyük payı kopartmaya çalışmaktadırlar. Muassır medeniyetler seviyesi, demokratikleşme, insan hakları, özgürlükler ve bu bağlamda başmüzakereci Bağış’ın açıkladığı »(...) aynı şevk ve heyecanla devam ediyoruz; edeceğiz de. Ama artık Avrupalı dostlarımızın bir karar vermesi gerekiyor. Başbakanımızın dediği gibi, Türkiye kapılarda bekletilecek ülke değildir« gibi söylemler, içeride otoriter ve baskıcı, dışarıda ise yayılmacı ve saldırgan bir politikanın meşrulaştırılması için kullanılan söylemlerden başkası değildir.

Doğru, Türkiye bugünkü konumuyla »kapılarda bekletilecek bir ülke« konumunda değildir artık. Ancak 50 yıl boyunca, zenginlerin masasının altındaki »kedi masasına« oturtulmuş olan Türkiye’nin, her ne kadar dünyanın yeni düzenlenmesinden belirli bir pay alması olası olsa da, bölgesel bir güç olduğunda bu zenginler masasında ona yer ayrılması anlamına gelmeyecektir. Tam aksine, bölge halklarının çoğunluğunun çıkarlarına aykırı olan politikaların, bölgeyi sürekli kanayan bir yara hâlinde tutan emperyalist stratejilerin ve küresel sömürünün devamını sağlamakla görevlendirilmiş bir jandarma olmanın ötesine gidemeyecektir. Kaldı ki, Brüksel’de ifade edilen »tam üyelik belki 20-25 yıl sonra« biçimindeki tahminler doğru çıksa bile: 20 – 25 yıl sonra ne AB bugünkü AB olacaktır, ne de Türkiye bugünkü Türkiye.

Tarihte defalarca kanıtlandığı gibi: demokrasi ve özgürlükler ancak halkın kendi eseri olduğunda gerçek demokrasi ve özgürlükler olacaktır. Ne AB üyeliği, ne de bölgesel güç olmak demokratikleşmeye, barışa ve eşitliğe yol açacaktır. Bence yıldönümünün ortaya çıkardığı çıplak gerçek bu kadar basittir.