20 Tem 2011

Topyekün propaganda (II)

Ya da; asıl mesele Demokratik Özerkliği meşruiyetsiz kılmak

Silvan Çatışması üzerine yürütülen tartışmalar, sadece böylesi olaylardan sonra gösterilen olağan tepkilerle sınırlı kalmadı ve muhtemelen kalmayacak da. Çünkü aynı gün Diyarbakır'da Demokratik Özerklik ilân edilmiş ve PKK'ye muhalif bazı Kürt aydınları da yaygın basında yer alan dezenformatif »böylesi bir günde başka işiniz yok mu« korosuna katılmışlardı. Bugün devam eden tartışmalar, asıl meselenin de Silvan değil, Demokratik Özerklik olduğunu göstermektedir.

DTK'nin uzun zamandan beri tartıştığı, Abdullah Öcalan'ın savunma yazılarında ve görüşme notlarında teorik çerçevesini verdiği Demokratik Konfederalizm ve Demokratik Özerklik projesi bu çevreler tarafından Silvan öncesinde de eleştirilmekteydi. Silvan sadece eleştirilerin dozunun artırılmasına vesile oldu. Demokratik Özerklik projesine gelen eleştiriler, eleştiri yapanların bu projeyi »anlamadıklarını« düşündürebilir. Kanımca mesele projeyi »anlamamak« değil. Asıl mesele devlet merkezli bir anlayışla, devlete rağmen devlet ve iktidarın ötesinde olması planlanan bir deneyimi değerlendirmeye çalışmaktır. Konuyu, kendilerini demokratikleşme mücadelesinde Kürt siyasî hareketinin doğal müttefikleri olmaları gerektiğini düşündüğüm Orhan Miroğlu ve Tarık Ziya Ekinci örnekleriyle açmaya çalışalım.

Miroğlu, 18 Temmuz 2011 tarihli Taraf gazetesinde »Yol ayrımı« başlığı ile kaleme aldığı yazısında, Silvan Çatışmasının »yeni bir milat« olduğunu iddia ediyor ve şöyle yazıyor: »Silvan eylemi, yeni bir stratejinin hayata geçirilmesinden başka bir şey değil. Eylemin gerçekleştiği gün Diyarbakır'da ilan edilen demokratik özerklik, yeni stratejinin üzerinde yürüyeceği paradigmayı da gösteriyor. (...) Devletle savaşın demokratik özerkliğin ilan edildiği toprakları korumaya yetmeyeceğini ve böyle bir şeyin yüzyıl savaşılsa bile sonuç vermeyeceğini PKK çok iyi biliyor«.

Miroğlu, bu düşüncelerini gerekçelendirirken, PKK'nin »Silvan eylemi« (ki burada sorgusuz sualsiz psikolojik savaş birimlerinin terimlerini kullanmaktan çekinmiyor) ile Türkiye'deki siyasî iklimi »tersine döndürmeye« çalıştığını, hatta Demokratik Özerklik ilânının »Türkiye'nin batısında yaşayan Kürt nüfusla Türk halkını karşı karşıya getirmek, böylece, tersine göçü zorlamak« amacını taşıdığını ileri sürebiliyor. PKK'nin Demokratik Özerklik ile »yeni bir savaşı göze aldığını« ve Türkiye'yi »yeni bir savaşa ikna etmeye çalıştığını« vurguluyor.

Miroğlu, niyet okuyor. O da, Ahmet Altan ve diğer liberaller gibi AKP'nin ülkeyi »demokratikleştirebileceğine« ve egemenlerin efsanelerine yürekten inanmış gözüküyor. Kişisel kırgınlığını kine dönüştürerek, PKK'nin »baştan aşağı sahte 'Kürt muhipleri'« olarak gerçek niyetinin »Kürtlerin meşru mücadelelerini Ergenekon'un ve yeni ittihatçıların yedeğine almak« olduğunu ima ediyor.

Miroğlu gibi bir insanın böylesine kindar bir noktaya gelmesi, serin kanlı tartışılması gereken ciddî bir konuyu bu denli yüzeysel ve derin bir duygusallıkla ele alması hayli düşündürücü. İşte, efsaneler öylesine etkileyici ki, bir de kişisel kin duygularıyla birleşince, ortaya böylesine değerlendirmeler çıkabiliyor.

Yazık. Aslında Miroğlu'nun içinde bulunduğu psikoloji araştırmaya değer, ama konumuz bu değil. Onun yerine Tarık Ziya Ekinci'nin Demokratik Özerklik konusunda söylediklerine bakmak biraz daha açıklayıcı olacaktır. Çünkü Ekinci'nin yaklaşımları, Miroğlu ve benzer düşünen Kürtlerin genel yaklaşımları ile birebir örtüşüyor.

Liberal Kürt aydınının klişeleri

Tarık Ziya Ekinci 18 Temmuz 2011 tarihli Radikal gazetesine verdiği bir mülakatta, Demokratik Özerklik ilânının »hiç bir anlamı olmadığını belirtiyor« ve şöyle devam ediyor: »İlan etse ne olacak? Ben de demokratik özerkliğimi hadi ilan ettim, beni nereye götürür bu? Önemli olan yasalarla, hukuk çerçevesinde, devlet ve hükümetle anlaşarak belli formüller üretmektir. Şimdi kendi aralarında bir de meclis kuracaklar. Hiç kimsenin tanımadığı ve itibar etmediği bir meclis olur. Zaten şu anda benzeri DTK var. DTK'dan bazıları yeni kurulacak meclise aktarılacak ve yine orada bir karar alacaklar. O kararlar da parti tarafından uygulanacak. Bunun dışında iktidarı, devleti, toplumu, Türkiye'yi ilgilendiren bir şey yok.«(a.b.ç.)

Ekinci asıl favorize ettiği çözüm yolunun eyaletler sistemi olduğunu söylüyor ve diğer yandan da hem BDP, DTK, KCK, PKK ve Öcalan ile Kürt siyasî hareketinin »5 başlı« oluşunu (!), hem de »sözde çok bilimsel ve Marksist Leninist kişilerin« örgütlenmesini eleştiriyor, »şimdi BDP diye meşru bir siyasi parti varken KCK'nin ne anlamı var?« diye soruyor.

Ekinci mülakatı, devlet-iktidar-meclis/siyasî parti biçimindeki demokrasi klişelerine takılı kalmış olan ve toplumsal sorunların sadece devlet ve yönetenlerce »çözülebileceğine« inanan liberal Kürt aydınlarının, Kürt burjuvazisinin ve Kürt orta sınıflarının düşünce dünyalarına tercüman oluyor. Eleştirilerde belirleyici olan sınıfsal bakış. Demokratik Özerkliğe karşı çıkışın temelinde yatan asıl neden budur ve bu noktada Ekinci ve Miroğlu gibi Kürtler, eleştirdikleri devlet ile beraber aynı pozisyonda duruyorlar.

Ama önce başa dönelim: Silvan Çatışması ile Demokratik Özerklik ilânı arasında organik bir bağ kurmak, 20 Temmuz 2011 tarihli Taraf gazetesinde Emre Uslu'nun yaptığı gibi, »demokratik özerklik şiddeti körüklemek için ilan edilmiştir« efsanesini yaratmak, hegemonyanın kamuoyu manipülasyonuna aracı olmaktır. Yanlış ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın, doğruluk kazanmaz. Bu açıdan Miroğlu'nun, kendi kendisini gaza getiren duygusallığını gözden geçirmesi, gelişmeleri doğru değerlendirebilmesine şüphesiz yardımcı olacaktır. Belki o zaman Demokratik Özerklik sayesinde, örneğin kurulacak bir Hakikatleri Araştırma Komisyonu sayesinde PKK'ye yönelik eleştirilerini inceletme, hakkını arama yolunu bulabileceğini görebilecektir.

Klişelere bağlı kalan düşünce, alternatif yaşam kurgularını, »demokrasinin« kendisini her gün sorgulayan ve yeniden yaratan bir demokratikleşme süreci olduğunu, sosyal ve politik haklar ile bireysel ve kolektif hakların ancak bir bütün olduklarında gerçekleşebileceğini görme yetisini köreltiyor. Devlet kutsallaştırılıyor. Devlet kutsallaşınca, toplumun devleti ve iktisatı, yapılanmalarını ve aktörlerini demokratik kontrole tabi tutması »olanaksız« oluyor. Bazı yasalar değişir, anayasal vatandaşlık tanımı getirilirse, yapısal tüm sorunlar aşılır zannediliyor. Ve asıl söz konusu olanın, yani insanı sınırlayan devletin tümüyle aşılması gerektiği görülemiyor.

Halbuki devletin ve partisi AKP'nin Demokratik Özerkliğe karşı çıkışının en temel nedeni, Demokratik Özerkliğin devlete rağmen iktidarsız-devletsiz çözümü öngörmesidir. Devlet, doğası gereği kendisini sınırlandıranı alt etmek ister, gücü yettiği sürece de alt eder. Ama bugün olanaksız, hayal, ütopi görünen her şey, örneğin Demokratik Özerklik tüm esaslarıyla uygulanmaya başladığında ve halk kitleleri buna sahip çıktığında, legalize olur, halk kitlelerinde kazandığı meşruiyeti yasal düzenlemelere dönüşür.

Devletin ve hükümetin Demokratik Özerkliğe karşı çıkışının ikinci önemli nedeni, Demokratik Özerkliğin ancak demokratik ulus ilkesi temelinde gerçekleştirilebileceğidir. Demokratik ulus, gerici ulusçuluk karşıtı bir konsepttir ve bir bütün olduğu ekolojik toplum ve sosyal piyasa anlayışı ile birlikte, kapitalizm karşıtı bir modeldir. Bu biçimiyle »tek dil, tek bayrak, tek millet« anlayışına dayanan hegemonyanın mezar kazıcısıdır. Ekinci ve Miroğlu gibi liberal Kürtler de kendilerini hâlen modern çağın vebası olan gerici ulus anlayışından kurtaramadıklarından Demokratik Özerkliğe karşı çıkmakta, küçümsemektedirler.

Sorun demokrat olunamamasında...

Elbette Ekinci'nin dediği gibi sorunların çözümünde »devlet ve hükümetle anlaşarak belli formüller« üretilecektir. Ancak bu formüllerin devlet ve hükümet tarafından »verilmesi«, devlet ve hükümet karşısında örgütlü toplumsal güç olduğu takdirde olanaklıdır. Devlet yönetiminin iyi niyetinden medet ummak, egemenlerin belirlediği devlet aklının, egemenlerin aleyhine değişeceğini umut etmekle eşanlamlıdır.

Demokratik Özerkliğe karşı çıkışın üçüncü temel nedeni, demokrat olunamamasıyla ilgilidir. Devletçi-iktidarcı burjuva demokrasilerinin salt yeni bir anayasa ve evrensel hukuk normlarına uygul yasal değişimlerle »demokratikleştirilebileceğini« savunmak, demokrat olunabilmesi için yeterli değildir. Bunu Tarık Ziya Ekinci'nin favorize ettiği eyaletler sistemini yaşatan Almanya örneğinde bir ele alalım.

Almanya'nın II. Dünya Savaşı sonrasında ve Holocaust deneyimi üzerinden batı demokrasileri arasında en ilericilerinden sayılabilecek bir anayasası (Bonn Temel Yasası, 1949) var. 16 eyalet üzerine kurulu federal bir cumhuriyet. Sosyal ve demokratik hukuk devleti anlayışını anayasal yükümlülük olarak köklendirmiş. Yerel yönetimleri olabildiğince özerk ve yurttaşların doğrudan katılımına açık. Yurttaşların salt seçimlerle değil, aynı zamanda halk oylamaları, kişisel başvurular ve Anayasa Mahkemesi süreci ile politik kararlrı belirleme hakları var. Tipik, hatta ideal sayılabilecek bir burjuva demokrasisi diyebiliriz.

Ancak Almanya demokrasisi yeterince demokratik değil. Bir kere en başta nüfusunun yüzde onunu oluşturan göçmenlere en temel insan hakkı olan politik katılım hakkını vermiyor, çünkü gerici ulus anlayışı üzerine kurulu. Diğer yandan kendi vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerini, »bütçe konsolidasyonu«, »sosyal devletin yeniden yapılandırılması« v.b. gerekçelerle kısıtlıyor, »uluslararası terörle mücadele« gerekçesiyle demokratik hakları tırpalıyor; ayrıca anayasasına aykırı davranarak ordusunu yurtdışına müdahale savaşlarına gönderiyor. Örnekler çoğaltılabilir, ama kısa tutalım. En önemlisi hükümet politikalarını herhangi bir demokratik meşruiyeti olmayan komisyonlarda tekel lobilerinin yönlendirmesiyle gerçekleştiriyor. Sermaye temsilcilerinin bakanlıklarda müsteşar sıfatıyla hazırladıkları yasa tasarıları Federal Parlamento'da çoğunluğa onaylatılıp, »demokratik« kurallar yerine getirilmiş gibi yapılıyor. Bu nedenle sol muhalefet, sendikalar ve sosyal hareketler başta olmak üzere toplumsal muhalefet, gerçek anlamda demokrasinin oluşturulabilmesi için iktisatın demokratik kontrol altına alınmasını ve enerji ve su tedariki gibi toplumun yaşamsal gereksinimlerin karşılayan kuruluşlar ile kilit sanayilerin toplumsallaştırılmasını talep ediyorlar.

Şimdi, Ekinci gibi böylesi bir burjuva demokrasisini savunmak, eyaletler sistemini favorize etmek, demokrat olunabilmesi için yeterli midir? Veya şöyle soralım, Almanya gibi bir federal cumhuriyet tek başına Türkiye'ye gerçek demokrasiyi getirebilecek midir? Demek ki demokrat olunabilmesi için ilk önce gerici ulus anlayışını reddetmek gerekiyor. Bu da ancak demokratik ulus anlayışını temel alan bir Demokratik Cumhuriyet ile olanaklı olacaktır. Adı isterse Federal Kürdistan Cumhuriyeti olsun, gerici ulus anlayışına bağlı kaldığı sürece bu devlet de demokratik olamayacaktır.

Devam edelim. Ekinci, meşru bir partinin, bu durumda BDP'nin kurulu olmasını yeterli görmektedir. Demokrasinin yegâne siyaset aracı olarak bir partiyi görmek, demokratik bir anlayış değildir. Bir kere siyasî partiler amaç değil, araçtırlar. Aynı zamanda yürürlükte olan kısıtlayıcı (hatta Türkiye örneğinde antidemokratik) yasalara göre kurulduklarından, iktidarı ve gücü yeniden üretirler. Halbuki demokrat olmak en başta yaşamın her alanında iktidarı ve hiyerarşileri törpülemeye, gücün yetiyorsa yok etmeye çalışmayı ve her kişinin etnik veya dinsel kökenine, sosyal statüsüne, cinsine veya cinsel tercihine bakılmaksızın bütün politik karar mekanizmalarına eşit haklı katılımını ve oluşturulan zenginliklerden eşit pay almasını savunmayı gerekli kılar.

Bu nedenle Demokratik Özerklik modeli, iktidarsız-devletsiz bir çözümü öncellerken, aynı zamanda siyaseti küçük bir azınlığın egemenlik aracı olmaktan çıkartıp, toplumun en küçük biriminden en yukarıya doğru komünler ve meclisler üzerinden yönetime katılmasını ve doğrudan demokrasiyi öngörmektedir. Böylesine bir model liberal Kürt aydınlarının düşünce dünyasında yer almadığından, Ekinci Kürt siyasî hareketinin kurumsal çoğulculuğunu reddetmekte ve klasik siyasî parti anlayışı ile iktidar ilişkileri içerisinde yer alınabileceğini savunmaktadır.

Ekinci mülakatından Çatı Partisi tartışmaları da payını alıyor, ama o konuyu üçüncü bölüme saklayalım.

Toparlayacak olursak; en zayıfın perspektifinden bakışla, yani ezilen, yoksul ve emekçi halk kitlelerinin durduğu yerden bakınca, Demokratik Özerklik modelinin salt Kürt Sorunu'nun adil, barışçıl ve demokratik çözümü için değil, Türkiye'nin bütünü ve bölgedeki komşu ülke halklarının geleceğini şekillendirmesi için de önemli bir çıkış yolu olarak gözükmektedir. Liberal Kürtler, Demokratik Özerkliği küçümsemek yerine, insanların herhangi bir ayırıma uğramadan, ülke ve toplumun yönetimine nasıl eşit haklı birer birey olarak katılabilecekleri konusunda kafa yormaları gerekir. Burada bir tüyo verelim: kıstas, örneğin Gever'de yaşayan bir köylü kadın ile örneğin bir Garip Ensarioğlu'nun politik, ekonomik, sosyal ve kültürel yaşama ve politik karar mekanizmalarına eşit katılımının ve eşit haklı pay alabilmelerinin sağlanmasıdır. Hatta örnek, cinsel tercihi nedeniyle ülkesinden kaçarak Türkiye'ye sığınmış bir transgender mülteci ile, hadi diyelim bir Mustafa Koç olabilirse çok daha makbule geçer.

Demokratik Özerklik bu eşitliği sağlamak için bir temel olabilir. Ama liberal Kürtlerin önermeleri, en fazla statükonun görünüşünün değişmesini sağlayabilir, fazlasını değil!

* * *