2 Tem 2013

Brüksel Konferansı*

*) Bu yazı 29 Haziran 2013'de yayınlanmıştır.

Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın önerisiyle başlatılan konferanslar süreci, Ankara ve Amed Konferanslarından sonra, bugün Brüksel’de başlayacak olan Avrupa Konferansı ile devam ediyor. Konferansların önemi, bilhassa barış ve çözüm sürecinin toplumsallaşmasına katkısı üzerine çokça yazıldı-çizildi. O açıdan konferansın gerçekleştirildiği bugünlere değinmek yararlı olacak.

Perşembe günü basına düşen ve hem birbirleriyle, hem de barış süreciyle pek alakalı değilmiş gibi görünen üç haber, nasıl bir dönemden geçtiğimizi ve bu haberlerin konferans bileşenlerince neden dikkate alınması gerektiğini gösteriyor.
İlk haber kuşkusuz Türkiye’nin güncel gündemini, yani Gezi kıvılcımıyla başlayan isyanın arka planıyla da bağlantılı: Türk-İş’in yaptığı Haziran 2013 Açlık ve Yoksulluk Sınırı Araştırması’na göre Türkiye’de dört kişilik bir aile için açlık sınırı 1.021 Lira, yoksulluk sınırı ise 3.328 Lira olduğu ortaya çıkmış. Net asgarî ücret ise sadece 773 Lira. Hane başına borçlanmanın had safhaya çıkmasıyla finanse edilen görece refahın kırılganlığı, ortalamanın üzerinde geliri olan iyi eğitimlilerinin yoksulluk sınırına düşme tehlikesinin artması ve uluslararası malî piyasalarına bağımlı Türkiye ekonomisinin karşı karşıya olduğu yeni bir kriz dalgası, »Haziran İsyanının« arkasındaki sosyal sorunun devasa boyutuna işaret ediyor.
Diğer haber ise, AKP hükümetinin TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesini değiştirmek için hazırladığı kanun tasarısıyla ilgili. Tasarıya göre TSK’nin yeni görevi »Yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurtdışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır« biçiminde ifade edilecek.
Bu kanun tasarısı uzun zamandır sürdürülen ve kirli savaşla finansman gerekçesi hazırlanan »modernizasyonun«, yani TSK’nin emperyalist müdahale savaşlarını yürütme yetisini kazandırılmasının büyük ölçüde tamamlanmış olduğunu göstermektedir. Muhtemelen »TSK’nin darbe yapmasını engelliyoruz« demagojisiyle savunulacak olan bu tasarı, özünde Türkiye sermayesinin yurtdışındaki yatırımlarını askerî güvenceye almanın ve yeni pazarları »fethetmenin« bir adımıdır.
Üçüncü haber ise, AB üyelik müzakereleri ile ilgili. Bu habere göre Almanya şansölyesi Merkel, bir tarafta müzakerelerin üç yıllık aradan sonra yeni bir fasıl açılarak sonbaharda devam ettirilmesini »temel olarak doğru olduğunu«, ama »Türkiye’de göstericilere yönelik şiddet konusunda ise hiç bir şey olmamış gibi yapılamayacağını« vurgulamış.
AB üyelik tartışması oldum olası hem AB elitleri, hem de Türkiye karar vericileri tarafından sürekli iç politika malzemesi olarak kullanılmıştır. Çekirdek Avrupa, Kopenhag Kriterleri’ni Türkiye’ye karşı emperyalist politikaları ve stratejik çıkarları savunmak için bir »şartlı rehin« olarak kullanırken, Türkiye karar vericileri de üyelik tartışmasını bir tarafta içeride »demokratikleşiyoruz« söylemine gerekçe olarak, diğer tarafta da Kıbrıs Sorununu kendi »şartlı rehini« hâline getirerek Türkiye sermayesinin çıkarlarını kollamak için kullanmaya devam etmiştir.
Peki, bu haberlerin konferanslar süreci ile bağlantısı nedir? Telgraf biçiminde sıralayacak olursak; konferanslarda oluşan irade, demokratikleşme ve kalıcı bir barışın, sosyal adalet olmaksızın gerçekleşemeyeceğini görmek, sadece demokratik değil, aynı zamanda sosyal bir cumhuriyet için de mücadele etmek zorundadır. İkincisi, resmî devlet sınırları içerisinde tesis edilen barışın, bölgesel emperyalizm hevesleri çerçevesinde biçimlenen ve küresel çapta gerçekleştirilen müdahale savaşlarına katılmayı önceleyen sözde »savunma politikaları« ile ayakta kalamayacağını kabul etmek durumundadır. Bu nedenle Brüksel’den, dört parçası ile Kürdistan başta olmak üzere, tüm bölge halklarına yönelik barışçıl geleceği ortak kurma beyanı yankılanmalıdır. Üçüncüsü ise, demokratikleşme ve barışın AB üyeliğinin değil, ülke ve bölge halklarının yaşamsal bir gereksinimi olduğu görülmeli, ama aynı zamanda AB’nin neoliberal dönüşümüne ve militaristleştirilmesine karşı verilen mücadelenin parçası olunduğu vurgulanmalıdır.
Sadece bu üç haber bile, konferanslar sürecinin küresel önemini vurgulamaya yetiyor. Hiç kuşku yok; geleceğimizin ortaklaşa şekillendirilmesi, küresel gelişmelerle kopmaz bir bağ içinde. Öcalan’ın uzattığı elin önemi de burada görülmekte – tabii, görmek isteyene.