23 Nis 2016

Terör – Emperyalizmin meşum egemenlik aracı

George W. Bush 20 Eylül 2001 tarihinde ABD Kongresinde yaptığı konuşmada, »Teröre karşı savaşımız El Kaide ile başlıyor, ama onunla bitmeyecek. Bu savaş küresel erimi olan her terörist grup bulunana, durdurulana ve yok edilene dek devam edecektir« diyerek, emperyalizmin yeni »büyük anlatısını« ilân ediyordu. Bu »büyük anlatı« son 15 yılın tüm jeostratejik hedefli, uluslararası hukuka aykırı ve eski Ahit’in »iyi« ve »kötü« tanımları üzerine oturtulmuş müdahale savaşlarının (»Haçlı Seferinin«) temel gerekçesi oldu. Dahası, egemen sınıflar ve emperyalist güçler içeriğini stratejik hedeflerine göre keyfi bir biçimde belirledikleri »terör«, »terörizm« ve »terörist« tanımlarıyla, klasik askerî operasyonların yanı sıra gizli servislerin ve özel timlerin yürüttükleri, yargısız infazların, işkence merkezlerinin ve topyekun yok edilmelerin belirgin emareleri olduğu savaşları yaygınlaştırdılar.

»Teröre karşı savaş« yalanının bir diğer etkisi, hem demokratik kamuoyunda, hem de dünya çapındaki barış hareketleri ile ulusal kurtuluş hareketlerinde kısmî felce yol açması oldu. Çünkü bizzat emperyalist devletler ile dünyanın muhtelif yerlerindeki bölgesel egemen sınıfların lojistik, maddî, siyasî ve askerî destekle büyüttükleri ve kullandıkları »İslam Devleti«, »El Nusra Cephesi« veya »El Kaide« gibi sayısız terör örgütünün barbarlıkları ve sivillere yönelik vahşi eylemleri, »güvenlik« için her aracın »mubah« olduğu algısını yaygınlaştırdı. Hukukun eğilmesi ve burjuva medyasının bilinçli demagojisi ile skandalize edici haber politikasının hukuk dışı devlet tedbirlerini olağanlaştırması sonucunda, kamuoyu burjuva hukuk devleti anlayışı temelindeki polisiye ve yargılama tedbirleri yerine, yargısız infaza dayanan askerî ve gizli servis operasyonlarına »alıştırıldı«. Emperyalizmin yeni »büyük anlatısı« ve bu »alıştırma« özellikle emperyalist ülkelerdeki barış hareketlerinin büyük ölçüde paralize edilmelerine neden oldu.
Aynı zamanda emperyalist yayılmacılığa, iç ve dış politikanın militaristleştirilmesine, sosyal ve demokratik hakların rafa kaldırılmasına toplumsal rıza sağlamaya ve böylelikle de işçi sınıfını kendi yaşamsal sınıf çıkarları için burjuvazinin sınıf tahakkümüne karşı vermesi gereken sınıf mücadelesinden uzaklaştırmaya yarayan bir egemenlik aracı hâline dönüştü.
Ankara, Brüksel, İstanbul ve Paris gibi merkezi kentlerde ve hemen her gün Ortadoğu’nun farklı bölgelerinde patlayan ölümcül bombalar, bu uğursuz sürecin güncelliğini gösterdikleri kadar, sürecin arka planını, neden ve sonuçlarını işçi sınıfının çıkarları açısından analiz etmenin, kamuoyu tartışmalarındaki kavram karmaşasını çözmeye çalışmanın ne denli gerekli olduğunu kanıtlamaktadır. Bu da işçi sınıfının bilinçli, devrimci güçlerine sınıfı ve toplumu aydınlatma, onlara, emperyalist yayılmacılık ve sömürüden bahsetmeden, terörden bahsedilemeyeceğini anımsatma görevini yüklemektedir. Görevi layığıyla yerine getirebilmek içinse, önce kavramlara gerçek anlamlarını yeniden vermek gerekmektedir.
Kavramları yerlerine oturtmak için...
Temel soruyla başlayalım: »Terör« nedir? Nesnel bakıldığında »terör«, belirli hedefler için eşyaların ve/veya – kendi yaşamı dahil – insan yaşamının yok edilmesine yol açacak şiddet araçlarını kullanan eylem metodu olarak tanımlanabilir. Terör kavramı çeşitli mücadele biçimleri ve araçları arasında bir farklılaştırma çabası olsa da, aynı zamanda normatif ve değerlendirici bir kavramdır, yani taraflıdır. Çünkü neyin »terör« olup olmadığı tarihsel ve kültürel geleneklere ve elbette toplumsal sınıfların çıkarlarına göre tanımlanır. Zaten bu nedenle de herkesin kabul edeceği genel ve bilimsel bir »terör« kavramı üzerinde anlaşmak, neredeyse olanaksızdır – çünkü belirleyici olan sınıf çıkarlarıdır. Bu açıdan bizim »terörü« tanımlamak için hareket ettiğimiz temelin işçi sınıfının genel çıkarları olduğunun altını çizmemiz doğru olacaktır.
»Terör« kavramının, burjuva toplumlarının gündelik tartışma dilinde aşağılayıcı çağrışımları olduğundan, genellikle »karşıt« veya »düşman« olarak tanımlananların mücadele metotları ve araçlarını, böylelikle de karşıtların/düşmanların hedeflerini henüz tartışma aşamasında gayri meşru kılmak için kullanılmaktadır. Günümüzde »terör« kavramı egemen politikalara ve koşullara, bilhassa işgallere ve askerî operasyonlara, müdahalelere karşı mücadele edenleri aşağılayan ve »temizlenmesi/kökünün kurutulması« meşru olan »haşarat/insan dışı varlıklar« olarak gösteren emperyalist savaş propagandasının vazgeçilmez bir aracı hâline getirilmiştir.
»Terörizm« ise şiddet uygulayan eylem metotlarının »teröründen« daha fazlasıdır. Terörist pratiğin yanı sıra, şiddet eylemlerini gerçekleştiren yapıların personel ve maddî ağı, ideolojik üst yapıları, stratejik konseptleri ile kolektif ve bireysel motifler »terörizm« kavramı içerisindedirler. Ancak »terörizm« kavramı sadece devlet dışı unsurlar için geçerli değildir: »düzenli« savaşlardan farklı olarak, sivil halka ve yerleşim bölgelerine, askerî olmayan hedeflere yönelik, ordu ve istihbaratın »özel« birimlerinin ortaklaşa gerçekleştirdikleri şiddet de »terörizm« kavramı içinde yer almaktadır. Her ne kadar kavramsal olarak »düzenli« savaşlar ve devlet güçlerinin terörü arasında fark olsa ve bunların uygulanma metotları ve uygulayıcı birimleri farklı olsa da, sonuçta her ikisi de günümüz emperyalist savaşlarının birbirini tamamlayıcı unsurlarıdır.
Ancak eylem metotları tek başına »terör« ve »terörizm« kavramlarını işçi sınıfının çıkarları temelinde ele almak için yeterli olamamaktadırlar. Burada »terör« olarak nitelendirilen eylemlerin toplumsal içerikleri ve hedefleri açısından da bir farklılaştırmaya gitmek zorundayız. Genel ve tarihsel olarak devletlerin ve devlet dışı güçlerin uyguladıkları şiddetin veya »terörün« toplumsal içeriğine ve hedeflerine göre ilerici veya gerici hedeflere hizmet eden bir araç olduğunu söyleyebiliriz. Devlet şiddetinin gerici veya ilerici hedeflere hizmet etmesi konusunda tarihsel örnek olarak Fransız feodalizminin terörü ile Büyük Fransız Devrim sonrasının şiddet uygulamalarını veya Rus Çarının vahşi istibdadı ile Büyük Ekim Devrimi sonrasında Bolşeviklerin karşı devrime karşı uygulamak zorunda kaldıkları şiddeti gösterebiliriz.
Ama asıl sorun »aşağıdan«, yani ezilen ve sömürülenlerin uyguladıkları şiddeti tanımlamakta yatmaktadır. Yakın tarihe baktığımızda antikapitalist devrimci güçlerin, antiemperyalist ve sömürgecilik karşıtı özgürlük hareketlerinin, yüzbinlerce insanın yaşamına mal olan devlet terörüne karşı her defasında şiddete başvurmak zorunda kaldıklarını görebiliriz, ki bu şiddet her defasında ve doğal olarak egemen sınıflar ve emperyalist güçler tarafından »terör« olarak tanımlanmıştır.
İşçi sınıfının bilimsel dünya görüşü şiddetin bir araç olarak kullanılmasını a priori reddetmez. Lenin’in »Ne Yapmalı?« da açıkladığı gibi, şiddet sorunu işçilerin örgütlenmesi ve kitlelerin mobilize edilmesi için verilmesi zorunlu olan asıl mücadelenin bağımlı değişkeni, amaç için aracıdır. Ama asıl belirleyici toplumsal, siyasî, ekonomik kurtuluş için verilmesi gereken sabırlı sınıf mücadelesi olduğundan, bireysel-terörist aksiyonizmin, kontraprodüktif şiddet eylemlerinin Marksizm-Leninizm’de yeri yoktur. Çünkü bireysel ve sivillere yönelik her şiddet eylemi, her durumda ve her defasında gerici hedeflere hizmet eder, kapitalist devletin baskı ve şiddet araçlarını meşrulaştırıcı etkide bulunur. Bu nedenle bireysel ve sivillere yönelik şiddet, işçi sınıfının çıkarları açısından reddedilmesi gereken terör eylemleridir.
Rasyonel ve hümanist bir güç olarak proletaryanın örgütlü sınıf hareketi, komünistler, şiddeti öncelikle toplumsal devinimin, işçi sınıfının ve böylelikle tüm insanlığın kurtuluşu amacıyla kullanılabilecek bir araç olarak görürler. İşte bu toplumsal-tarihsel hedef, mücadele araçlarının seçiminde determine edici rol oynar – örneğin Küba Devriminde gerillanın kitleler içinde kök salması gibi. Tam da bu nedenlerle devrimci şiddet ile kendilerini milliyetçilik, ırkçılık, mezhepçilik üzerinden meşrulaştırmaya çalışan sağcı örgütlerin şiddeti aynı şeyler değildir. Kurtuluş amacının aracı olarak devrimci şiddet, emperyalist güçlerin, kapitalist devletlerin ve faşist örgütlerin terörünün karşıolumudur. Aynı zamanda İrlanda veya Kuzey İspanya’daki burjuva milliyetçiliğinin mücadele biçimlerinden de farklıdır. Sonuç itibariyle devrimci şiddet burjuvazinin sınıf tahakkümünü yıkmaya ve sosyalist demokrasiyi kuracak olan işçi sınıfının iktidarını oluşturmaya hizmet eden araçlardan birisidir ve tam bu nedenle egemen sınıflarca »terör« olarak tanımlanmakta, sınıf mücadelesi de »terörizm« diye yaftalanmaktadır.
Terörün kaynakları
Terörün antik dönemden bugüne her zaman emperyal/emperyalist egemenlikle birlikte var olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Günümüzdeki temel kaynağı ise emperyalizme içkin saldırganlık ve kapitalizm koşullarında çözülmesi olanaksız krizlerdir. Terörizm her şeyden önce gerek kurban sayılarına göre niceliksel olarak, gerekse de uygulanan vahşete göre niteliksel olarak emperyalist devletlerin en önemli egemenlik aracıdır.
Egemen sınıflar baskı aygıtlarını ve yayılmacılığı meşrulaştıran »terörün« işlevselliğinin çok iyi bilincindedirler. Nasıl Soğuk Savaş döneminde masif antikomünist propaganda silahlanma programlarının yürütülmesi ve nükleer cephanenin genişletilmesi için gerekçe olarak kullanıldıysa, bugün de »terör tehlikesi« neoliberal güvenlik rejimlerinin inşa edilmesi, militarizmin yaşamın her alanını esir alması ve emperyalist saldırı savaşları için gerekçe olarak kullanılmaktadır. Egemenlik aracı olarak »terörün« bu işlevselliği, »terör tehlikesine« gerektiğinde ajan-provokatörler üzerinden bizzat Batılı gizli servislerin operasyonlarıyla süreklilik kazandırılmasına yol açmaktadır. Aynı şekilde »terörle mücadele« adı altında yürütülen ve bilinçli olarak yerleşim bölgelerinin bombalanarak yerle bir edilmesi, sivil halkın yaralamalar ve öldürmeler ile infiale sürüklenmesi, iğfaller, öldürülen direnişçilerin cesetlerinin parçalanması gibi çeşitli vahşi uygulamalardan oluşan askerî veya paramiliter güç operasyonları ile »intikam« duyguları deşilmekte, direnişçi güçlerin veya bunlara yakın duran kesimlerin bireysel ve sivillere yönelik şiddete yönelmeleri veya bunları onaylamaları da dolaylı olarak teşvik edilmektedir.
Bireysel terör ve sivillere yönelik şiddet eylemleri egemen sınıfların ve emperyalist güçlerin hem haklı direniş davalarını kriminalize etme ve böylelikle özgürlük, eşitlik, adalet taleplerinin haklılığını boşa çıkartmak, hem de askerî müdahalelere toplumsal rıza almak için yürüttükleri propagandaya malzeme sağlamakta, silahlanmayı, polis teşkilatlarının paramiliterleştirilmesini, devletlerin baskı aygıtlarının güçlendirilmesini ve sonucunda burjuva hukukunun dahi rafa kaldırılmasını meşrulaştırıcı etkide bulunmaktadırlar. Örneğin DAİŞ’in Avrupa’da gerçekleştirdiği terör eylemleri, Batı Avrupa toplumlarında yaygın olan savaş karşıtı tutumu, »hurra yurtseverliğine« ve saldırgan savaş taraftarlığına dönüştürebilmektedir. Aynı şekilde TAK adlı örgütün Ankara’da gerçekleştirdiği terör eylemi, 7 Haziran süreciyle oluşan ve halkları yakınlaştıran gelişmeyi tersine döndürücü etkide bulunmuştur. Bu bağlamda bireysel ve sivillere yönelik terör eylemlerinin hem DAİŞ gibi sansasyonel eylemlerle kadro devşirmeye çalışan cihatçı terör örgütlerinin, hem de politikalarına gerekçe arayan egemen sınıfların işine gelmektedir. İki taraf da bu terörden beslenmektedir. İşte bu gerçekler bireysel ve sivillere yönelik şiddetin gerici hedeflere hizmet ettiğini kanıtlamaktadır.
Aslına bakılırsa ve »terörün belirli siyasî amaçlar için hukuksuz öldürme eylemi« olduğu tanımında kalırsak, en büyük terörün emperyalist güçlerin ve kapitalist devletlerin terörizmi olduğu sonucuna varırız. Yakın tarihe baktığımızda, ABD emperyalizminin 1990 sonrası geliştirdiği stratejilerin ve George W. Bush yönetiminin 2001’den itibaren yürürlüğe soktuğu »Patriot Act« veya »ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi« gibi yasalar ve belgeler ile, başta ABD olmak üzere tüm NATO devletleri ve bunlarla işbirliği içerisinde olan despotik bölge güçlerinin uygulamaları ve politikalarının hem bizzat bunların terörü olduğunu, hem de »karşı terör« olarak da nitelendirebileceğimiz devlet dışı unsurların terörünü teşvik ettiğini görebiliriz.
Emperyalist güçler stratejik hedeflerine ulaşmak için »teröre karşı savaş« kisvesi altında gerçekleştirdikleri askerî müdahaleler, işgaller ve rejim değişiklikleriyle dünyanın çeşitli bölgelerini etki alanları içine alabildiler, ama ne asıl hedeflerine ulaştılar, ne de ilân ettikleri »istikrarı« sağlayabildiler. Tam tersine »yeryüzünün lanetlileri« yoksulluk, ezilme ve sömürüden kurtulamazlarken, yıkılan rejimlerin devlet ve askeri aparatları da »kaybedenler kulübüne« katıldılar. Gerçi Afganistan, Irak ve Libya başta olmak üzere farklı ülkelerde işbaşına getirilen işbirlikçi hükümetler işbirlikçilere belirli avantajlar sağlayabildiler, ama aynı zamanda yeni sorunların da ortaya çıkmasına neden oldular. Yıkılan rejimlerin aparatları, Batının taşeron örgütlerine katılarak, bu örgütlerin (DAİŞ, El Kaide vs.) kendi »hesaplarına« çalışmaya başlamalarına neden oldular. Ve sonunda George W. Bush haklı çıktı: »teröre karşı savaş« sonu olmayan savaşa dönüştü.
Ancak yüzbinlerce askerin işgal gücü olarak konuşlandırılması, dünya çapında gözetleme, özel timlerin uyguladıkları terör, nokta vuruşlu bombardıman ve sistematik işkence istenilen sonucu vermeyince, Obama yönetimi altında strateji değişimine gidildi. Aslında görüntü haricinde herhangi bir değişim olmadı: Değişen, uygulanan terörün teknolojikleştirilmesi, otomatikleştirilmesi, özelleştirilmesi ve uzaktan kumanda edilmesi oldu. Predatör veya Reaper gibi İHA’ların geliştirilmesi ve »Hellfire« roketleri ile donatılmaları, dünya çapında istihbarat, bilgi ve yönlendirme ağlarının oluşturulması, öldürülecek »teröristler« listelerinin hazırlanması ve Blackwater gibi özel şirketlere »görev« verilmesi, strateji değişiminin temel unsurları oldu.
Strateji değişiminin en önemli başarısı, Edward Snowden’in veya Wikileaks belgelerinin ortaya çıkardığı gibi, »terörle savaş« metotlarının kamuoyundan gizlenmesi oldu. Medyada görünür olmayan, kamuoyu algısında da var olamayacağından, emperyalist güçlerin otomasyonla anonimize edilmiş, uzaktan kumandalı »yüksek teknoloji terörü« kamuoyu dikkatinden uzak, ama Bush döneminden çok daha şiddetli bir biçimde sürdürüldü ve hâlen sürdürülmektedir.
Terörün panzehri antikapitalist ve antiemperyalist mücadeledir
Haksızlık, eşitsizlik, adaletsizlik, yani kapitalist sömürü ve emperyalist yayılmacılık, terör ve bireysel şiddetin yeşerdiği topraklardır. Terör ve bireysel şiddet aynı zamanda toplumların dikkatini asıl meydan okumadan, yani toplumsal değişim zorunluluğundan çekme amacına hizmet etmektedir. Terör çirkin yüzü ile aktif katılımı zorunlu kılan ilerici değişimi ve sınıf mücadelesinin gerekliliğini gizlemeye yaramaktadır. Dikkat edilirse cihatçı terör örgütlerinin etkin olduğu coğrafyalarda ve kadrolarını devşirdikleri Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde vahşi kapitalist sömürü koşulları egemendir. İşte terör ve terörizm bir tarafta baskı ve sömürüye direnme enerjilerini çıkmaz sokağa kanalize etmekte, diğer tarafta da ezilen ve sömürülenlerin toplumsal, siyasî ve iktisadî yapıların değişmesi zorunluluğunu bilinçlerine çıkartmalarını engellemektedir.
»Teröre karşı savaş« terör ve vahşi şiddeti sonlandırmamış, aksine çoğaltmıştır. Aslında »teröre karşı savaş« egemen iktidar ve mülkiyet ilişkilerinin devamı, hammadde ve enerji kaynakları ile piyasalara ve nakliyat yollarına hakim olunması, sermaye lehine kâr ve zenginleşme olanaklarının artırılması ve bu politikalara karşı oluşabilecek direniş potansiyellerinin henüz yeşerme aşamasında kırılması için burjuvazinin dayattığı sınıf savaşının ifadesinden başka bir şey değildir. Sonuç itibariyle savaş, üretici güçlerin yok edilip, ardından aynı üretim ve egemenlik koşulları altında daha kârlı üretim yapma metodudur – ve bu metot hep daha fazla terör doğurmaktadır.
O açıdan bilhassa ulusal kurtuluş hareketleri bu gerçekleri görmek, mücadelenin içeriği ve metotları arasındaki diyalektik birliği dikkate almakla yükümlüdürler. Aksi takdirde emperyalist güçlerin ve kapitalist devletlerin terörizminin tuzağına düşülecektir. Günümüz emperyalist-kapitalist dünya düzeninin gerçekliği, 21. Yüzyıl’da da terörün ve terörizmin en etkin panzehrinin antikapitalist ve antiemperyalist mücadele olduğunu göstermektedir. Çünkü aslolan devrimci çalışmanın, metotlarının ve içeriğinin sınıf mücadelesi ile bütünleştirilmesidir. Günümüzün tüm olumsuzluklarına, toplumsal güçlerin ve sınıf hareketinin tüm zayıflığına, asıl düşmanın tüm vahşetine ve askerî-siyasî-maddî üstünlüğüne rağmen bu olanaklıdır. Lenin’in »Ne yapmalı?«da yazdığı gibi, »Her kim ki bu olanağa olan inancını kaybettiyse veya asla bu inanca sahip olamadıysa, onun için hiddetine ve devrimci enerjisine terörden başka bir çıkış yolu bulmak gerçekten zordur«.

***