17 Tem 2016

Darbe girişimi: »acemice« mi, »Erdoğan için« mi?

Türkiye’deki karışık bir geceyi aydınlatma denemesi
Türkiye’de 15 Temmuz’u 16 Temmuz 2016’ya bağlayan gece olağanüstü, kafa karıştırıcı ve ürkütücüydü. Sorumluları »Yurtta Sulh Konseyi« adını kullanan darbeci generallerdi. 260’dan fazla insanın yaşamına mal olan darbe girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı ve basitçe, sadece Türkiye’ye bakarak yanıtlanamayacak bir takım sorulara neden oldu.

Darbeciler kimdi ve arkalarında hangi güçler duruyordu? Yaklaşık üç bin askerin tutuklanmış olması, bu soruyu yanıtlayamıyor. Hükümet tarafından sürekli tekrarlanan ve Gülen hareketi tarafından kontrol edilen bir »paralel devlet yapılanmasının« sorumlu olduğu açıklaması da yeterli değil, ki zaten hükümet propagandalarına yarayan safi spekülasyondan ibaret. Elbette, Gülen hareketinin Erdoğan’a karşı başarılı bir darbe gerçekleştirilmesinde çıkarı var, ancak bu hareket ne yapısal, ne de lojistik ve personel açıdan böylesi bir darbeyi yapabilecek güce sahip. Darbeciler arasında Gülen taraftarlarının olması hayli olası, ama bu da suçlamayı gerekçelendiremiyor.
Darbe girişiminin komuta kademesindeki subayların Ağustos sonunda yapılacak »Yüksek Askerî Şura« toplantısında emekliye ayırılmalarının veya ilişkilerinin kesilmesinin kararlaştırılacağı biliniyordu. Hükümete yakın Türkiye medyasında o nedenle darbecileri »intikam« duygularıyla hareket ettikleri vurgulanmakta. Darbe gerçekleştirme motivasyonu için intikam hissi bir rol oynamış olabilir, ama darbeyi açıklamak için tek başına yetersiz kalmaktadır. Çünkü TSK’nin NATO’nun ikinci büyük ordusu olduğu unutulmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinden, NATO müttefiklerinin TSK’nin her müdahalesinden haberdar oldukları biliniyor, ki bu gerçek yeterince belgelenmiştir.
O açıdan NATO içerisinde – küçük de olsa – darbeden haberdar edilen bir kesimin olması pek reddedebilecek bir olgu değildir. Ki önde gelen NATO üyelerinin izafen hayli geç açıklama yapmaları buna işaret etmektedir. Darbecilerin kısa bir süreliğine ele geçirilen devlet televizyonundan yaptıkları ilk ve tek açıklama, »tüm uluslararası antlaşmalara ve ittifak yükümlülüklerine uyulacağını« vurgulamaktadır. Bu, NATO’ya yönelik açık bir bağlılık sinyaliydi, ancak hiç bir etkisi olmadı. Ayrıca, darbe açıklaması Türkiye’nin realitesine uyan bir analiz ile geniş toplumsal kesimlerin kolaylıkla kabul edebilecekleri talepleri içermekteydi. Ancak darbe denemesi toplumsal desteği yaratamadı.
Olası arka plan güçleri
Burjuva medyası girişimin »acemice darbe girişimi« olduğu konusunda hem fikir. Bu doğru, çünkü: ne hükümet üyeleri tutuklanabildi, ne de kritik kurumlar ele geçirilebildi. Salt Türkiye parlamentosunun, bazı hükümet binalarının veya Ankara’daki Emniyet Müdürlüğünün bombalanmasıyla ve devlet sınırlarını, hava limanlarını, istasyonları, iletişim merkezlerini, devlet medyasını ve özellikle gizli servisleri ele geçirmeden bir darbe başarılı olamaz. TSK’nin üst komuta seviyesinin kısa süreliğine tutuklanması darbenin tek etkili adımıydı, ancak ordunun büyük bir bölümü için herhangi bir etkisi olamadı.
Bu darbe girişiminde »acemice« olan taraf, kötü hazırlanmış olmasıydı. Burada darbecilerin bir tuzağa getirildiklerinin emareleri var. Erdoğan’ın – resmi olarak dinlenmeye çekildiği – bir hafta boyunca görünmemesi ve darbe başladığında hükümet üyelerinin, telefonla medyaya röportaj vermelerine rağmen ele geçirilememiş olmaları gerçeği, hükümetin planlardan haberdar olduğuna veya en azından böylesi bir adımı tahmin ettiğine işaret etmektedir. Belki tam saatini bilmiyorlardı, ama hazırlıklıydılar. Muhtemel olan bir diğer nokta da, darbe planlarına katılan bazı generallerin, darbe başlamadan kısa bir süre önce geri çekilmiş ve darbecileri yalnız bırakmış olmalarıdır. Darbeye doğrudan katılanların haricinde toplam 39 general tutuklandı.
Ayrıca, darbecilerin NATO içerisinde veya ABD’nde Suriye’de askerî angajman taraftarı olan kesimler tarafından cesaretlendirilmiş olup olmadıkları sorusu da kendisini dayatmaktadır. Eğer ABD’nde sürdürülen ve ABD’nin Suriye politikalarında strateji değişikliğini içeren tartışmalar düşünülür ve 24 Kasım 2015’de düşürülen Rus savaş uçağı ile ilgili olarak Rus basınında yer alan ve Neocon’lara yakın ABD ordu güçlerinin Türk ordusunu Rus uçağını vurması için telkin ettikleri haberlerine dikkat edilirse, bu sorunun pek komplo teorisi olmadığı görülebilir. Çünkü darbecilerin askerî araçlarla kendi lehlerine çevirmek istedikleri iktidar kavgasının sadece iç politik nedenleri yok. Ve Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumu, ABD’nin, NATO’nun veya AB’nin Türkiye’nin geleceğini bir kaç intikamcı generalin eline bırakmayacakları kadar önemli olduğu unutulmamalıdır.
Türk hükümetinin spekülasyonlarından da darbecilerin arkasında duran güçlerin ABD’nde olduklarını tahmin ettikleri okunabilir, ki Obama yönetimi kendisini buna hemen karşı çıkmak zorunda hissetmişti. Tagesschau’nun 17 Temmuz 2016 tarihinde internet sayfasında yer alan bir haberde, ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin »meslektaşı Çavuşoğlu ile telefonlaşarak, ABD’nin darbeye katıldığı spekülasyonlarını enerjik biçimde reddettiği« vurgulanıyordu. Ayrıca ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bir açıklamasında, »bu suçlama tamamen yanlıştır ve ikili ilişkilerimizi zedeleyecek düzeydedir« yazıldığı bildiriliyordu.
Asıl faydalananlar
AKP rejimi için darbe girişimi beklenmedik bir hediye değerinde. Bizzat Erdoğan, İstanbul havalimanında yaptığı bir basın toplantısında girişimi »TSK içinde tüm hain unsurların tespit edilmesine yarayan bir lütuf« olarak değerlendirmişti. Rejim şimdi bunu iktidarını uzun süreliğine güvence altına almaya yarayacak adımları atmak için bir fırsat olarak kullanacak. Basının bildirdiğine göre rejim, Erdoğan’ın ilân ettiği »temizlik dalgasına« başladı ve şimdiye kadar, aralarında yaklaşık 2.800 hakimin olduğu 6.000 civarında gözaltı yaptı. Böylece, zaten tek sesli hâle getirilmiş olan adalet ve devlet aparatı tamamıyla »Saray«ın kontrolü altına alınmış olacak. Burjuva medyası dahi, »sadece darbe destekçilerinin değil, ilgisi olmayan Erdoğan muhaliflerinin de tutuklandığını« (FAZ) bildiriyor.
Kafa karıştıran bu geceden sonraki ikinci günde kesinleşen şudur: başarısız kalan bu darbe girişiminin asıl faydalananı AKP rejimidir. O nedenle geceyi değerlendiren ilk makalesinde, »Ordunun bir kısmının ayaklanma denemesi, ülkenin otokratik bir yöne doğru hızlanan gelişmesinde herhangi bir şey değiştirmeyecektir. Tam aksine: sonuç itibariyle bu darbe denemesi Erdoğan’a karşı değil, Erdoğan için olduğunu gösterecektir« şeklinde bir tespit yapan Neues Deutschland yayın yönetmeni Tom Strohschneider’e hak vermek gerekiyor.
Ancak bu, Erdoğan’ın bu darbe girişimini planladığı anlamına gelmiyor. Rejim haberdardı veya en azından tahmin ediyordu, darbeye hazırlıklıydı, muhtemelen darbecileri başarılı bir şekilde manipüle edebildi ve şimdi »acemice« girişimi fırsat olarak kullanıyor. Öyle ya da böyle; başarısız olan darbe girişimi Erdoğan için otoriter başkanlık sistemini inşa etmek ve muhaliflerini susturmak için büyük bir fırsata dönüştü.
Ancak bu süreç 15 Temmuz’da başlamadı, aksine bu sürecin 7 Haziran 2015 parlamento seçimlerinin hemen ardından temposu hızlanan bir geçmişi var. Bu seçim sonuçları Erdoğan’ın başkanlık hayallerini sonlandırmıştı. AKP’nin anayasayı değiştirecek çoğunluğa erişmesi ve tek başına iktidarda kalması olanaksız olmuştu. Hemen ardından şiddetin yoğunlaştığı ve savaşın derinleştiği bir süreç başladı ve 1 Kasım 2015’de AKP’nin yeniden seçim başarısı elde etmesine neden oldu. Korku ve şantaj atmosferi, toplumsal bölünmüşlüğün bilinçli teşviki ve Türk milliyetçiliği ile Sünni mezhepçiliğinin körüklenmesi, AKP’nin iktidarını güvence altına almıştı. Milliyetçi, Sünni-muhafazakâr toplum çoğunluğunu AKP arkasına dizen, ama aynı zamanda halkın yarısını rejime düşman hâle getiren bir iktidar oluştu.
Diğer taraftan rejim dış politikada fiyaskoya uğramıştı. Türk dış politikasının »stratejik derinliği« olarak ilân edilen, sonuçta »değerli yalnızlığa«, yani: dış politik izolasyona dönüştü ve rejim geri adımlar atmak zorunda kaldı. Aslında »değerli yalnızlık« dış politikadaki – bilhassa Suriye politikasındaki fiyaskonun ifadesinden başka bir şey değil. Güç ilişkileri ile politik realitenin kibirli ve taraflı bakışla ele alınması rejime pahalıya mal oldu: Erdoğan ve AKP Türkiye’nin ABD ve AB’ne ne denli bağımlı olduğunu görmek zorunda kaldı.
Rejim 2013 ortasından bu yana, hasar sınırlamaya yönelik bir reaktif dış politika izlemeye çalışmaktadır. Görüldüğü kadarıyla Erdoğan ve ekibi stratejik partnerlikleri yenilemeye ve böylelikle iktidarlarını güvence altına almaya çabalamaktadırlar. Bu hesaplarında başarılı da olabilirler, çünkü teklifleri hayli çekici: küresel sermaye akımlarına açık olan, neoliberal iktisat politikalarını mükemmel bir biçimde uygulayan ve işçi sınıfı ile diğer direniş odaklarının mücadelelerini geri püskürtebilen diktatoryal bir rejim. Otoriter hükümet etme biçimiyle gerekli olan »istikrarı« sağlayabilen ve paramilitarize edilmiş polis teşkilatı ve askerî şiddet gücüyle hem kendi halkına, hem de, gerektiğinde komşu ülkelere karşı harekete geçmeye hazır olduğunu kanıtlayan bir rejim. Emperyalist güçlerin stratejik partneri ve vurucu öncü gücü olarak işlev görmeye hazır olan, ulusal ve uluslararası tekellerin çıkarlarını koruyacak ve Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesinin jandarması olmayı kabul eden bir rejim. Ve bunlara ek olarak da: Ülkenin jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik vazgeçilmez konumu. Hiç kuşkusuz: bölgenin piyasaları ile enerji kaynaklarına engelsiz ulaşım ve nakliyat yollarının kontrolü söz konusu olduğunda Türkiye anahtar rol oynamaktadır.
Erdoğan ve hükümeti bu anahtar role ve darbe girişimi ile son günlerde yeniden konsolide edebildikleri toplumsal desteğe güvenmektedirler. Ayrıca, rejimi destekleyen toplumsal çekirdek grupların yanı sıra neredeyse Türk sermaye fraksiyonlarının hepsinin, sivil ve askerî devlet bürokrasisinin ve milliyetçi kesimlerin hükümet arkasında toplanması söz konusudur. Buna karşın burjuva partilerinin muhalefeti güçsüz ve etkisizdir. ABD ve mülteci sorununda Türkiye’ye ihtiyacı olan AB şimdiye kadar rejimin yaptıklarını sessizce seyretmişti. Bugünler de Washington’un AKP’den »darbecilerin kovuşturulmasında yasalara uyulmasını« istemesine ve AB’nin »keyfiyetten kaçınılmasını« talep etmesine rağmen, gerek ABD’nin, gerekse de NATO ve AB’nin, aynı Türkiye tekelci burjuvazisi gibi rejimi desteklemeye devam edeceklerinden şüphe duymayı sağlayan hiç bir neden yoktur – ülkedeki ekonomik ilişkilere dokunulmadığı müddetçe.
Umutsuzluğa kapılmak için de bir neden yok
Sosyal medyada muhalif kesimlerin AKP’nin şimdi daha hızlı ve güçlü bir biçimde otoriter başkanlık sistemini kuracağına dair yazılar okumaktayız. AKP taraftarlarının abartılı kutlamalarını, AKP’li politikacıların sahneledikleri özgüveni ve tehditkâr cihatçı yürüyüşlerinin resimlerini gören laik ve demokratik kesimler paralize olmuş durumda. Bazı yorumlarda rejimin elde ettiği güç karşısında baygınlık durumunda oldukları okunabilmekte. Bu anlaşılır bir şey, ama umutsuzluğa kapılmak için bir neden değil.
Bir kere tespit edilmesi gereken, hükümetin son günlerde neredeyse 24 saat boyunca 85 bin camiinin minarelerinden yaptırdığı yürüyüş çağrılarına ve bizzat Erdoğan ile başbakan Yıldırım’ın insanları sokaklara davet etmesine rağmen, ülke çapında milyonlar değil, bir kaç yüz bin insanın bu çağrılara uymuş olduğudur. Muhalif kesimleri çatışmaya sokmayı amaçlayan provokasyonlar boşa çıkmıştır. Burjuva medyasında yer alan, »geniş halk kesimleri darbeyi önledi« resmi gerçeklere uymamaktadır. Bir çok kentte fanatik AKP taraftarları sokaklara çıkmıştır, ki o da ancak darbeci askerlerin teslim olmalarını bekledikten sonra. Muhalif kesimler kısa zaman içerisinde AKP rejiminin bu darbe denemesini kendi amaçları için araçsallaştıracağını ve otoriter yolundan vazgeçmeyeceğini görmüşlerdir. Özellikle Kürt bölgelerinde hiç bir olay olmamıştır. Bunun böyle olması, Kürt Özgürlük Hareketinin hassas ve dikkatli tavrının bir sonucudur. Darbe girişimini askerî saldırılar veya Kürt halkını protestolara çağırmak için kullanmamışlardır. Tam tersine, Kürt halkını sükunete davet etmiş ve olanın bir iktidar kavgasından ibaret olduğunu vurgulamışlardır.
Diğer taraftan laik ve Kemalist kesimler için, son kaleleri ve koruyucular olarak gördükleri Türk silahlı kuvvetleri tılsımını kaybetmiştir. Şimdi onlar da, solun yıllardan beri vurguladıkları gerçeği, Türk ordusunun halkın değil, egemenlerin ordusu olduğu gerçeğini görmüşlerdir. Ordu yönetimi tümüyle AKP hükümetinin arkasında durmaktadır. Aynı zamanda, bir kaç saatliğine olsa da, Kürdistan’da on yıllarca var olan gerçeği: savaş gerçeğini bizzat yaşamışlardır. Eğer bu çevrelerde, ordunun kendilerini İslamileşmeden ve AKP rejiminden bir şekilde koruyabileceğine inanlar kaldıysa, şimdi bu umutlarını tamamen kaybetmiş olmalıdırlar.
Rejimin açık diktatörlük yoluna devam edeceğini ve ortaya çıkan fırsatı bunun için kullanacağından hareket edebiliriz. Bu bağlamda »temizlikler« devam edecek ve muhtemelen daha da genişletilecektir. Rejim kamuoyunda, »halkın demokratik direnişi« resmini işlemeye ve bunu adımlarını meşrulaştırmak için kullanmaya devam edecektir. Rejim hâlen Batılı stratejik partnerleri ile Türkiye burjuvazisinin desteğine sahiptir. Ancak toplumsal desteği kırılgandır: yoksul halk katmanları ekonomik gerçeklerle karşı karşıya kalmaktan kurtulamayacaklardır. Batılı partnerlere olan bağımlılık artacak, hükümet ABD ve F. Almanya’nın dikte ettiklerine boyun eğmek zorunda kalacaktır. Diktatoryal bir rejimin inşa edilmesi AKP iktidarını güvenceye alır gibi görünse de, tam da böylesi bir rejim kendi mezar kazıcılarını üretmeye devam edecektir. Kürt Özgürlük Hareketinin kırılmayan direnişi, belki zayıf ve tek tek, ama genişleme tandansı olan sınıf mücadelesi, henüz birbirleri ile bağlantılı hâle getirilememiş direniş odakları, rejimin laik karşıtları, LBGTI, çevre, özelleştirme karşıtı ve diğer sosyal hareketler bir bütün olarak, Kürdistan’ı ve Türkiye’nin Batısını birbirine bağlayacak ve aşağıdan oluşturulacak toplumsal karşıt gücün potansiyelini oluşturmaktadırlar. Şimdi görev bu potansiyeli kullanmak ve barış, sosyal adalet, eşitlik ve demokratikleşme için geniş bir toplumsal ittifakın örülmesidir. Böylesi bir ittifak için darbe girişiminden sonra fırsatlar büyümüştür. Bunun sorumluluğu ilk etapta Türkiye devrimci güçlerine ve Kürt Özgürlük Hareketine düşmektedir: yani ayırıcı olanı bertaraf edip, ortak çıkarlar için ortak mücadeleye başlamaya yönelik meydan okumayı yerine getirmek. Kafa karıştırıcı gece şunu kanıtlamıştır: Türkiye’de henüz son söz söylenmemiştir. Demokratik bir alternatif olanaklıdır ve kendisini uzun süre bekletmeyecektir.
***

*) Bu yazı Almanca kaleme alınan ‘Der Putschversuch: »Dilettantisch« oder »für Erdoğan«? Erklärungsversuch einer verwirrenden Nacht in der Türkei’ başlıklı makalenin Türkçe çevirisidir.