14 Kas 2016

Brexit sonrası AB’nin geleceği üzerine

Britanya halkları sağ popülist ve ırkçı söylemlerin zirve yaptığı bir tartışma sürecinden sonra AB üyeliğinden çıkılması lehine oy kullandılar. Burjuva medyası bu sonucu »milliyetçiliğin« bir zaferi olarak eleştirdi. Avrupa’nın reformist solu ise, çoktan neoliberal cephenin parçası olan sosyaldemokrasi ile aynı çizgide, Britanya’nın AB’nden çıkmasının »sosyal Avrupa« mücadelesini zayıflatacağını iddia ediyor. Hatta burjuvazinin demagojik söylemi olan »Britanya’nın ayrılması İslam düşmanı, ırkçı, milliyetçi ve aşılmış olan ulus devletçi yaklaşımların sonucudur« safsatasını tekrarlıyor.

Kuşkusuz »Brexit-Kampanyasının« taşıyıcısı olan siyasî formasyonların bir kesimi ırkçı, milliyetçi ve sağ popülist partilerdi. Avrupa’daki reformist solun perspektifsizliği, AB kurumlarının verdiği rahatlık içinde mücadeleyi parlamentarizmle sınırlandırması ve AB elitizminin savunuculuğunu yapması, Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi, Britanya’da da işçi sınıfının ve emekçi halkların küçümsenemeyecek kesimlerinin ırkçı ve milliyetçi propagandanın etkisi altına girmelerine neden oldu. Ancak bu gerçek, AB’nden çıkılması için oy kullanan 17,4 milyon Britanyalının tümünün ırkçı ve milliyetçi olduğu anlamına gelmiyor. Tam aksine: bu suçlamalar AB üyeliği sorununun Britanya’da her zaman sermaye ve emekçi halkları karşı karşıya getirdiğini ve Britanya Komünist Partisi (CPB) başta olmak üzere, sol ve devrimci güçlerin de »emperyalist AB projesine Hayır!« dediklerini gösteriyor.
Nitekim CPB referandum sonrası yaptığı açıklamasında, sonucun »Britanya halkları için bir zafer« anlamına geldiğini ve »Britanya’nın egemen kapitalist sınıfına, emrindeki politikacılara ve AB, ABD, IMF ve NATO’daki emperyalist müttefiklerine indirilen önemli bir darbe« olduğunu vurguladı. Britanyalı komünistler, referandum sonuçlarının »tüm AB-IMF-NATO-Yayı için bir yenilgi hâline getirilmesi mücadelesine devam edeceklerini« söylüyorlar. Britanya komünistleri ve solunun »Hayır«ının, ırkçı ve milliyetçi güçlerin »Hayır«ının tam karşıolumu, enternasyonalist dayanışma ve sosyal talepleri ile sermayenin Avrupa’sının alternatifi olduğunu görmemiz gerekiyor.
Lenin’in güncelliği
Ancak böylesi bir alternatif için mücadelenin kolay olmayacağı çok açık: Galler ve İngiltere’de seçmen çoğunluğu AB’ne »Hayır« derken, Kuzey İrlanda ve İskoçya’da AB’nde kalınması taraftarları çoğunluktaydı. Şimdi ise gerek İskoçya’da, gerekse de Kuzey İrlanda’da referandum sonuçlarının tersine çevrilmesi için girişimler başlatıldı. Referandumun genel olarak Britanya devleti için, bilhassa toprak bütünlüğü açısından önemli etkileri olacağından şüphe yok.
ABD emperyalizminin en önemli müttefiki olan emperyalist Britanya devletinin toprak bütünlüğünün çözülmesine üzülmeye elbette hiç bir neden yok. Kuzey İrlanda ve İskoçya’nın bağımsızlıklarına kavuşması bu ülkedeki emekçi halkların ve işçi sınıfının çıkarına, Britanya’daki egemen sermaye sınıfının ise aleyhine olacaktır. Ama bu bağımsızlık çabaları salt Britanya’nın AB’nde kalması için bir silaha dönüştürülürlerse, o zaman bağımsızlıkların halkların lehine olacak sonuçları tersine çevrilecektir.
Çünkü AB halkların değil, emperyalist devletlerin kendi aralarındaki gerilimleri Avrupa çatısı altında koordineyle hafifletmek, ortak çıkarlarını savunmak ve başta ABD emperyalizmi olmak üzere, diğer devletlerle olan rekabetlerini kendi lehlerine çevirmek için oluşturdukları bir ittifak, iktisadî ve siyasî bir yapıdır. AB anayasası üye devletlere kapitalizmi, militarizmi ve yayılmacılığı zorunlu kılan yegane anayasadır. AB, günümüzde patronajı altına girdiği F. Alman emperyalizminin en önemli tahakküm aracı, dünya gücü olma hedefinin güçlü bir manivelası hâline gelmiştir.
AB, halklar arası dostluğun, dayanışmanın ve »insan haklarının« korunduğu bir birlik değil, yayılmacı-militarist-saldırgan dış politikasını NATO savaş politikalarıyla eş güdümlü hâle getirmiş, üye devletlerin her türlü hükümranlık haklarını rafa kaldıran, üye devletlere ve çeperindeki komşu ülkelere neoliberal iktisat politikalarını, kapitalist ekonomiyi ve silahlanmayı dikte eden, dünya çapında emek, doğa ve hammadde sömürüsünü katmerleştirmeyi hedefleyen bir emperyalist yapıdır. Bu açıdan Britanya işçi sınıfı ve halkları için AB üyeliğinden çıkmak, AB’nde kalmaktan daha kötü sonuçlar doğurmaz. Aksine, sınıf mücadelesini yükseltmenin yeni olanaklarını yaratabilir.
Bu noktada, günümüzü anlayabilmek için Lenin’e başvurmak yanlış olmayacaktır. Lenin 1915 Ağustos’unda, tam Birinci Dünya Paylaşım Savaşının ateşlerinin ortasında günümüz gelişmelerine ışık tutan bir makale kaleme almıştı. Lenin »Avrupa Birleşik Devletleri şiarı üzerine« başlıklı yazısında emperyalist ekonomilerin eşitsiz gelişim yasallığı nedeniyle, »Avrupa Birleşik Devletleri« biçimindeki yapıların – aynı AB gibi –, en güçlü emperyalizmin boyunduruğu altında olmaktan başka türlü var olamayacağına dikkat çekiyor ve böylesi bir birliği »gerici veya olanaksız« olarak karakterize ediyordu. F. Alman emperyalizminin güdümündeki günümüz Avrupa’sı Lenin’in bu tespitini doğruluyor. Bu açıdan Brexit-Referandumunun, bu analizin doğruluğunun tarihsel bir ifadesi olarak Lenin’in ne denli güncel olduğunu kanıtladığını vurgulayabiliriz.
Brexit ve reformist illüzyonlar
Gerek AB’nin diğer üye ülkelerinde, gerekse de Britanya’da bilhassa emekçi kitleler, AB’nin çalışma ve yaşam koşullarını kötüleştiren, sosyal kazanımların zorla geri alınmasını kolaylaştıran ve meşruiyeti şüpheli komisyonlar ve kurumlar üzerinden ulusal parlamentoları işlevsizleştirerek, »demokrasinin« içini oyan bir yapı olduğunu görüyorlar. Seçimlere katılmakla hiç bir şeyin değişmediği, »yukarıdakilerin« istediklerini yaptıkları, yolsuzluklarla zenginleştikleri, »halktan uzaklaştıkları« kanısı yaygınlaşıyor, ki bu kanı yanlış değildir.
Böylesi bir durumda, sosyal ve toplumsal, iktisadî ve siyasî tüm sorunların nedenlerini göçmenlerin ve mültecilerin varlığına dayandıran ve kurumsallaşmış ayrımcılığın, yaygınlaşan refah şovenizminin ve hükümetlerce teşvik edilen ırkçı yaklaşımların zehirlediği toplumsal atmosferi kullanan ırkçı, milliyetçi ve faşist grup ve partiler sadece Britanya’da değil, tüm Avrupa’da giderek daha fazla mevzii kazanıyorlar. Milliyetçi ve faşist demagoji, emekçi kesimlerin haklı tepkilerini göçmenlere ve mültecilere kanalize ederek, sorunların asıl sorumlularının ve sisteme içkin yapısal krizlerin üstünü örtüyor, sınıf mücadelesini zayıflatıyor ve asosyal-antidemokratik politika ve uygulamalara yönelebilecek toplumsal direnç mekanizmalarını kırıyor.
Brexit kampanyasında ve Avrupa’daki diğer ülkelerde görüldüğü gibi, işçi sınıfının, emekçi ve yoksul kitlelerin ekonomik ve sosyal durumlarının kötüleşmesinin artacağına dair sınıfsal hassasiyet ve içgüdülerinin yarattığı tepkinin, asıl düşmana değil de, göçmenlere ve mültecilere yönelmesinin temel sorumlusu Avrupa reformist soludur. Reformist illüzyonlar peşinde koşan ve özünde sosyal demokratlaşmış, yani salt kapitalizmin sivriliklerini törpüleyebileceğini, AB’nin saldırgan ve gerici emperyalist niteliğini parlamenter yoldan »ilerici ve sosyal« biçimde dönüştürebileceğine inanan sol partiler, bu politikalarıyla Lenin’in »gerici veya olanaksız« olarak karakterize ettiği bir birliği gerçekleştirmeye çalışmakta, sermayenin Avrupa’sını her gün yeniden üreterek, ezilen ve sömürülen kesimlerden uzaklaşmakta ve kitleleri ırkçı, milliyetçi, faşist demagojinin kucağına itmektedirler.
Brezit, AB’nin nihaî ve parçalanamaz bir yapı olmadığını kanıtlamıştır. Reformizmin inandığının aksine, AB »ebedi« bir yapı değildir. Sermayenin ihtiyaçları gerektirdiğinde değişebilir, küçültülebilir, hatta feshedilebilir. Nitekim F. Alman emperyalizmi Brexit’e hemen reaksiyon göstermiş ve bir zamanlar rafa kaldırdığı »Çekirdek Avrupa« veya »Farklı Hızların Avrupa’sı« dosyalarını tartışmaya sokmuştur. F. Alman Dışişleri Bakanı Steinmeier, AB’nin kurucu ülkelerindeki meslektaşlarını davet ederek ve bu şekilde diğer 21 AB üyesi ülkeyi ekarte ederek, atılacak adımları görüşmüştür. Sonuç itibariyle AB öyle ya da böyle değişmektedir, değişecektir, ama bu değişimde belirleyici olan sermaye çıkarları ve emperyalist stratejilerdir. Bugünkü yapısıyla AB, reformist solun hayal ettiği gibi, »aşağıdan yukarıya, sosyal Avrupa’ya« dönüştürülemez. Bu, etobur bir aslanı zorla vejetaryen yapmaya çalışmak kadar anlamsız ve beyhude bir çabadır.
Reformist solun burjuvazinin tuzağına düştüğü bir diğer nokta da, AB sayesinde »ulus devletin aşıldığı« efsanesidir. Ulus devletlerin »aşıldığı« iddiası, sermaye temsilcilerinin halkların oylarıyla oluşturdukları ulusal parlamentoların hükümranlıklarını sermaye lobicilerinden oluşan »komisyonlara« aktararak, parlamenter kontrol mekanizmalarının aşılmış olduğu gerçeğinin üstünü örtmektedir. AB’ne üye devletlerin, böylelikle bu ülkelerde yaşayan halkların yaşamsal çıkarları üzerine belirleyici karar verme yetkilerinin ulusal parlamentolardan alınıp, AB, NATO, IMF veya uluslararası finans piyasaları gibi yapılara teslim edilmesi, ulus devletin aşıldığının değil, halkların oylarıyla belirleyici olma haklarının aşılmış olduğunun ifadesidir.
Asıl sorun, şimdiki hâliyle burjuvazinin sınıf tahakkümünün bir aracı olan ulus devletin »aşılmasında« değil, AB üyesi devletlerin ve AB’nin kapitalist eşitsizlik ve rekabet ilişkileri üzerine kurulu olan temelleridir. Kaldı ki uluslar (en ilerici anlamında eşit milliyetlerden oluşsa da) ve ulus devletler kişilerin, parti veya grupların öznel istemlerinden bağımsız var olan olgulardır. Bu açıdan Brexit aynı zamanda ulus devletlerin emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmesi gereken mücadelenin arenası, muhabere alanı olduklarını kanıtlamaktadır. Her kapitalist ulus devlette olduğu gibi, Britanya’da da tarih sınıf mücadeleleri ile yazılmaktadır. Britanya’nın ilerici mi, yoksa gerici bir gelişme yolu izleyeceğini bundan sonraki sınıf mücadeleleri ve güçler dengesi belirleyecektir. AB’nden çıkma kararının, sınıf mücadelesi için yeni olanaklar yaratma potansiyelini taşıması ötesinde bir etkisi olmayacaktır.
Brexit ve AB’nin geleceği
Burjuva medyasının ve reformist solun iddia ettiği gibi, Brexit sonucunda Britanya’nın iflas etmesi ve »siyasî ve kurumsal bir depreme« yol açacak olması söz konusu değildir. Bir kere Britanya emperyalist devlet olarak varlığını sürdürecek, toprak bütünlüğü bozulsa dahi, kapitalizm gerçeğinden kopmayacaktır. Nasıl AB üyesi olmayan emperyalist devletler varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlarsa, Britanya açısından da bu gerçek değişmeyecektir. Kaldı ki, şimdiden Britanya ve AB arasında engelsiz ürün, hizmetler ve sermaye trafiğinin sürdürülebilir kılınması için gerekli adımlar atıldı bile. En az iki, en fazla 15 yıl sürecek olan ayrılma süreci bunun için kullanılacaktır. Zaten Euro Bölgesinde olmayan Britanya kapitalist ekonomilerin yaşam damarlarını iki yönlü açık tutmaya devam edecektir.
Diğer yandan Brexit özellikle F. Alman emperyalizminin küresel stratejileri açısından önem kazanıyor. Bir tarafta Brexit tartışılır, AB’nin dağılma sürecine girdiği görüşleri ileri sürülürken, diğer tarafta da Britanya haricindeki AB üyesi devletler neredeyse kamuoyunun dikkatinden uzak yeni strateji belgeleri geliştiriyor ve karar altına alıyorlar. Örneğin 2003 yılında kabul edilen »Avrupa Güvenlik Stratejisi« (ESS) yerine geçen »Ortak vizyon, ortak eylem – Daha güçlü Avrupa« başlığı altında »AB Küresel Stratejisi« (EUGS) kabul edildi. Bu strateji belgesi AB’nin dış, güvenlik ve savunma politikalarının militaristleştirilmesine yeni bir ivme katacak. F. Alman emperyalizminin uzun zamandır savunduğu bu militarist çizgi, daha önceleri Britanya’nın muhalefeti nedeniyle tartışılamıyordu bile – Brexit ile bu engel artık aşılmış durumda.
Zaten F. Alman emperyalizmi Brexit kararının alınmasının hemen ardından, »AB’nin dünya çapında daha güçlü rol oynayabilecek derecede kendisini konsolide edene deki Almanya’nın elinden geleni yapacağını ve öncü rolünün gereğini yerine getireceğini« (F. Dışişleri Bakanı F. W. Steinmeier) açıklamış ve böylelikle Britanya’nın AB’nden ayrılmasının AB’nin geleceğini etkilemesini F. Almanya’nın her halükârda engelleyeceği sinyalini vermişti. Bugünlerde »AB Küresel Stratejisini« değerlendiren burjuva medyasındaki AB uzmanları dahi, F. Almanya’nın »ipleri elinden bırakmamaya kararlı olduğunu« vurgulamaktalar.
Yeni strateji belgesi Britanya’nın AB’nden ayrılması ile birlikte, »AB’nin içeride ve dışarıda ciddî bir kriz yaşadığını« kabul ediyor, ama aynı zamanda da bu »krizi« AB’nin »geleceğin en güçlü küresel aktörlerden birisi olabilme fırsatını içerdiğini« vurguluyor. Bunun içinse, »ortak, kapsamlı ve bütünsel bir AB Küresel Stratejisinin zorunlu olduğu« belirtiliyor. Bunu F. Alman emperyalizminin diğer AB üyesi ülkelere yönelik bir dayatma olarak okumak da mümkün. Aynı şekilde strateji belgesinde Rusya’nın artık bir »stratejik karşıt« olarak tanımlanıyor olması da dikkat çekiyor. Belgede »AB’nin güçlendireceğiz, Doğu’daki üyelerimizin ve komşularımızın savunma yetilerini yükselteceğiz ve komşularımızın AB ile olan ilişkilerini özgürce belirleme haklarını savunacağız« denilerek, Rusya’ya karşı çok açık bir tehdit potansiyeli oluşturuluyor. Belge bu çerçevede AB’nin »stratejik iletişim olanaklarını iyileştirerek çeşitli alanlarda kamuoyu diplomasisine ağırlık verileceği« vurgulanıyor, ki bu Rusya’ya karşı geliştirilecek olan ihtilaf politikaları için AB kamuoyunda propagandanın yoğunlaşacağına işaret ediyor.
Brexit’in bir sonucu da, AB’nin, tam F. Alman emperyalizminin çıkarları doğrultusunda, özerk savaş yürütebilme yetisini kazanmasının önünü açmış olması. Belge, Lizbon Stratejisinden ileri giderek, »üye devletler dışsal krizlere reaksiyon gösterebilmek ve Avrupa’nın güvenliğini sağlayabilmek için askerî yetilerin gerekli gördüğü kara, hava, uzay ve deniz alanlarında tüm önemli teçhizatla kendilerini donatmalıdır« diyerek, savunma giderlerinin artırılmasını zorunlu kılıyor. Bu çerçevede de »Avrupa savunma sanayinin Avrupa’nın stratejik özerkliği ve inandırıcı güvenlik ve savunma politikası için vazgeçilmez önemi« vurgulanıyor.
Görüldüğü kadarıyla F. Almanya ve Fransa militaristleştirme çalışmalarını Britanya’da AB’nden çıkış kararı verilmeden çok daha önce başlatmışlar ve hesaplarını da Brexit üzerine kurmuşlar, çünkü gerek »AB Küresel Stratejisi« belgesi, gerek F. Alman ve Fransa Dışişleri Bakanlarının »Güvensiz bir dünyada güçlü bir Avrupa« adlı siyaset önerileri, gerekse de F. Almanya’nın »Federal Ordu için Beyaz Kitap« adlı yönergesi Britanya’sız bir AB kurgusundan hareket ediyorlar. Federal Savunma Bakanı von der Leyen’in bu bağlamda söylediği bir söz de ifşa edici: »Artık önceden olanaksız olan işbirlikleri ve planlamalar olanaklı oldu. Britanya’ya uzun süre müsamaha göstermek zorunda kaldık. Şimdi Avrupa’nın güvenlik politikalarını daha da hızlandırabiliriz«.
F. Almanya ve Fransa, Avrupa kamuoyunda yaygın olan TTIP karşıtlığından da pek etkilenmiyorlar. TTIP gerçekleştirilemese bile, aynı onun kadar etkisi olan ve Kanada ile yapılacak olana serbest ticaret antlaşması (CETA) için koşullar yaratılmış durumda. F. Alman hükümetinin ortağı olan SPD ve Fransız sosyalistleri CETA’dan yana tavır alarak, bu antlaşmanın önünü açtılar. ABD’li tekellerin de Kanada ile olan ilişkileri üzerinden CETA’dan faydalanacakları düşünülürse, TTIP’in gerçekleşmemesinden ABD emperyalizminin olumsuz etkilenmeyeceği de söylenebilir. Bu, ABD’nin AB konusunda değişen çizgisi ile de uyumlu: ABD daha önceleri AB’nin özerk savaş yürütme yetisini kazanmasına karşı çıkarken, şimdi »savaş giderlerinin paylaşımının kolaylaştırılması« gerekçesiyle silahlanma adımlarını destekliyor. Hatta, AB’nin özerk savaş yetisini kazanmasının, NATO operasyonları için ek destek olacağını savunuluyor.
O açıdan, Brexit’in sonuçlarının salt Avrupa ile sınırlı kalmayacağını, emperyalist güçler arasında – tüm yapısal çelişkilerine rağmen – stratejik çıkar örtüşmelerini öne çıkardığı tespitini yapmak olanaklıdır. Avrupalı emperyalist güçler ve ABD, AB’nin bir »Avrupa Birleşik Devletleri« statüsüne dönüşmesini zaten hiç ön görmemişlerdi. AB en başından emperyalist çıkarların savunucusu bir çatı olarak kurgulanmıştı ve Britanya’nın AB’nden çıkması, bu temel amacın değişmesine neden olmayacaktır. Sonuç itibariyle AB’nin geleceğinin başta F. Alman emperyalizmi olmak üzere, Çekirdek Avrupa güçleri tarafından belirleneceğini ve emperyalist stratejilerin uygulanmasını olanaklı kıldığı müddetçe de AB’nin yıkılmayacağını söyleyebiliriz. AB gibi emperyalist yapıları yıkabilecek olan yegane alternatif, ancak ve ancak devrimci yoldan yaratılabilir. Ve bu alternatifin hedefi sosyalizmdir. Emperyalizm, tüm gücüne rağmen proleter devrimin arifesi, kapitalist toplumların batmakta olan güneşidir. İnsanlığın geleceği, hiç kuşkusu proletaryanın »Güneşli Dünyası«ndadır.

***