21 Şub 2013

Merkel’in yeni »Türkiye siyaseti« mi?



Alman şansölyesi Angela Merkel 24 – 25 Şubat 2013’de Türkiye’yi ziyaret edecek. Merkel’in basın sözcüsü ziyarette her iki ülkede Alman-Türk üniversitelerinin kurulma planlarının görüşüleceğini açıklamış olsa da, asıl görüşme başlıklarının daha farklı olacağını herkes biliyor. Bunların başında şüphesiz Suriye ve bölgedeki gelişmeler duruyor.

Merkel’i kısa zaman sonra takip edecek diğer isim ise, Fransa başkanı François Hollande. Çekirdek Avrupa’nın taşıyıcısı bu iki ismin peşpeşe Türkiye’ye gelecek olması ve bu çerçevede önceden verilen sinyaller, AB-Türkiye ilişkilerinde bazı değişiklikler olacağına işaret ediyor. Ama bu değişiklikler, AKP hükümetinin iç politikada puan toplamak amacıyla dile getirdiği – Şanghay İşbirliği Örgütü gibi - »yeni arayışlarla« değil, AB’nin »yeni« Türkiye değerlendirmeleriyle doğrudan bağlantılıdır.
Gerek Almanya, gerekse de Fransa karar vericileri, Türkiye’nin AB üyeliğine uzun zamandır pek sıcak bakmıyorlardı. Merkel’in 2012 Kasım’ında sarf ettiği »Biz Türkiye’nin tam üyeliğine karşıyız, ama önemli bir ülke olan Türkiye’yi kaybetmek de istemiyoruz« sözleri hâlâ hafızalarda. Fransa da son döneme kadar muhafazakâr başkan Sarkozy’nin blokaj pozisyonunda duruyordu. Ancak geçen hafta Ahmet Davutoğlu ile buluşan Fransa dışişleri bakanı Laurent Fabius, AB’nin bölgeler politikasını ilgilendiren 22.  müzakere başlığının açılmasına yönelik Fransa vetosunun kalktığını »müjdeledi«.
AB bürokrasisinde »küçük, ama önemli« diye nitelendirilen bu adım hayli soğukkanlılıkla karşılandı, çünkü henüz sevinmek için bir neden yok. Bugüne kadar 35 müzakere başlığından sadece bir tanesi »halloldu«. Ayrıca 12 başlık açıldı, ama Kıbrıs ihtilafı nedeniyle bloke durumdalar. Gene de Fransa’nın açıklaması AKP’nin »başarı hanesine« not edilecek. AB bürokrasisinin koridorlarından haber alanlar, Paris’in Türkiye’ye yönelik siyasetini değiştirmesi için özellikle Berlin’in bastırdığını biliyorlar. Peki, Türkiye’ye en fazla »imtiyazlı ortaklığı« öngören Almanya’nın bu tavır değişikliğinin ardında ne yatıyor?
Değerlendirmede revizyon
Türkiye özellikle son yıllarda Alman sermayesinin en önemli partnerlerinden birisi hâline geldi. Hâli hazırda 5.000 Alman şirketi Türkiye’de üretim yapıyor ve faaliyet gösteriyor. Erdoğan’ın son Avrupa ziyaretlerinde yaptığı açıklamalar, Brüksel’de »Erdoğan seçim kampanyası için AB’den daha olumlu bir tavır bekliyor« biçiminde algılandı. Ve Türkiye-Almanya ticaretindeki reel sayılar, Erdoğan’ın bu beklentisinin yerine getirilmesini sağlamak için güçlü bir pozisyon yakaladığını gösteriyor: 2012’de Türkiye’nin Almanya’ya yönelik ihracatı 14 milyardan 13 milyar Dolar’a gerilerken, Irak’a – özellikle Güney Kürdistan’a – yönelik ihracatının yaklaşık 11 milyar Dolar’a yükselmiş olması, Alman sermayesini kaygılandırmaya yetmiş gibi görünüyor.
Ancak bu, resmin sadece bir detayı. Merkezi Berlin’de olan ve hükümete yakınlığıyla tanınan Bilim ve Siyaset Vakfı uzmanı Günter Seufert, Berlin ve Paris’in »Türkiye konusundaki hareketsizliğin Avrupa’nın pozisyonunu zayıflattığını« görmeleri gerektiğini ve »müzakere süreci yürümediği takdirde herhangi bir yaptırım şansının olmadığını« belirtiyor. [1] Erdoğan’ın İslam Dünyası, Rusya ve Çin ile flört etmesi ve »günden güne güçleniyoruz« pohpohlanmasında bulunması, AB elitlerini rahatsız ediyor, ama aynı zamanda Türkiye değerlendirmelerinde revizyona gitmeye zorluyor.
Bugüne kadar Almanya ve Fransa’daki karar vericiler arasında yaygın olan görüş, farklı bir kültür çevresine ait olan Türkiye’nin Avrupa’da yeri olamayacağıydı. Aynı zamanda Türkiye’nin AB üyeliği sorusunun her defasında – özellikle seçimler öncesinde – Avrupalıların refah şövenisti ve Türkiye karşıtı tavırlarını »oya« dönüştürmek için iç politika malzemesi hâline getirilmesi, vazgeçilmez bir muhafazakâr gelenek hâline gelmişti. Bu nedenle en iyimser olanlar bile, Türkiye’nin 25 yıldan önce AB üyesi olamayacağını ifade ediyorlardı.
Ancak küresel gelişmeler ve Türkiye sermayesinin sermaye birikiminin zorladığı bölgesel emperyalizm hevesleri, algının değişmesine, değerlendirmelerin yeniden ele alınmasına neden oluyor. AB içi tartışmalarda Türkiye’nin Avrupa standartlarındaki bir demokrasiye sahip olmadığını kabul etmek gerektiği, ama buna rağmen yola devam edilmesinin AB’nin çıkarlarına olduğu görüşü ağırlık kazanıyor.
Büyük tekellere danışmanlık yapan emekli Alman amirali Ulrich Weisser bu görüşü ısrarla savunanlardan. Weisser şöyle yazıyor: »Öylesine iyi gerekçelendirilmiş olan ve kendi sistemimiz için vazgeçilmez ilkelerin, AB üyeliği konusunda tek geçerli ölçü olarak kalıp kalmayacağını kendimize sormalıyız. Halbuki çıkarlarımız, güvenliğimiz, iktisadî işbirliklerimiz ve istikrarsız stratejik bir bölgede etkide bulunma olanaklarımız Türkiye’nin jeopolitik değerini dikkate almamızı gerektirmektedir.« [2]
Weisser, Javier Solana ve Robert Cooper türünden pragmatik AB elitlerinin çizgisinde düşünüyor ve »iyi huylu emperyalizmin« (Solana) çıkarları için burjuva demokrasisinin ilkelerinden feragat edilebileceğini belirtiyor. Hatta bu noktada Çekirdek Avrupa anlayışının gereğini yerine getirmeyi, yani »iki farklı hızda yol alan AB« konseptini öneriyor ve bu şekilde Türkiye’nin »esnekleşen« bir AB’nin üyesi olabileceğini savunuyor.
Paris ve Berlin’in bu önerilere sıcak bakıp bakmadıklarını söylemek için henüz erken. Çünkü görüldüğü kadarıyla Türkiye’nin AB üyeliğine yönelik »kültürel« itirazlar şu an için ağır basıyor. Ancak gene de, devlet politikalarının duyguların değil, reel çıkarların yönlendirdiği gerçeğinden hareketle, Türkiye’nin bölgedeki, bilhassa Rusya, İran, Irak, Suriye ve İsrail’le değişmekte olan ilişkilerinin, ABD’nin bölgeye yönelik stratejilerinin ve Türkiye’nin jeostratejik konumunun AB’nin siyasetini yönlendirmek için sürekli olarak hep yeniden değerlendirmeye tutulduğu söylenebilir.
Çıkar çelişkileri ve ortak çıkarlar birliği
Türkiye’nin 2001 krizinin ardından uyguladığı konsolidasyon politikaları, özellikle güçlü bir toplumsal desteğe sahip olan AKP hükümetleri dönemindeki uygulamalar sonucu elde ettiği iktisadî başarılar, her ne kadar kırılgan bir ekonomi olsa da, Türkiye egemenlerine göze çarpan bir özgüven verdi. Bu özgüven ile bölgesel emperyalizm heveslerine kapılan ve küresel stratejilerden daha büyük paylar alabileceği kanısında olan Türkiye karar vericileri, giderek AB’den bağımsız analizler yapmaya başladılar, ki bu ülkenin karşı karşıya kaldığı koşulların da bir zorlamasıydı.
Enerji bağımlılığı, Türkiye karar vericilerinin stratejilerini geliştirirken dikkate almak zorunda oldukları en önemli etken. Örneğin AKP, İran konusunda AB’den çok farklı düşünüyor. Tarihsel ilişkiler, 15 milyar Dolar’lık ticaret hacmi, uzun ortak sınır, ortak sorunlar (bilhassa Kürt sorunu) ve İran gazına olan bağımlılık, AKP’yi AB’nin tersi bir pozisyon almaya zorluyor. AKP, Batı’nın İran nükleer programını engelleme girişiminin tersine, sorunun tüm Ortadoğu’yu kapsayan, yani İsrail’in nükleer programını da içerecek bir konseptle çözülebileceğini savunuyor. Türkiye her ne kadar Suudî Arabistan ve Körfez ülkeleriyle birlikte bir »Sünnî hegemonya projesini« takip etse de, İran’ın bölgedeki etkisinin, gücünün çok iyi farkında ve olası bir Batı-İran savaşında en çok zararın Türkiye’ye düşeceğini görebilecek kadar gerçekçi.
Diğer yandan sıkı iktisadî işbirliğine dayanan Türkiye-Rusya ilişkileri de, AB’nin çıkarlarına ters yönde seyrediyor. Rusya, bilhassa enerji sektöründe Türkiye’nin en önemli partnerlerinden birisi hâline geldi. Basına yansıyan haberler, şu an 18 milyar Doları bulan ticaret hacminin katlanarak artırılması için adımların atıldığını gösteriyor. Rusya doğal gazına olan bağımlılıklarını azaltmak isteyen Çekirdek Avrupa ülkeleri, hummalı bir alternatif arayışı (örn. Nabucco Boru Hattı) içerisindeyken, Avrupa’ya doğal gaz satışına bağımlı olan Rusya ise, Karadeniz’den Batı Avrupa’ya doğal gaz nakliyatını güvence altına almak için inşa ettiği »South Stream« boru hattı için Türkiye ile işbirliğini arıyor.
Bunlarla birlikte Türkiye, Suriye’deki gelişmeleri belirleyen en önemli ülke hâline geldi. Suriye ile olan 877 kilometrelik sınır, sözde Suriye muhalefetinin Türkiye topraklarından beslenmesi ve AKP’nin islamist terör gruplarını önemli ölçüde kontrol altında tutabiliyor olması, AB’nin Türkiye olmaksızın Suriye’de belirleyici aktörlerden birisi olabilmesini neredeyse olanaksızlaştırıyor. Bu açıdan Türkiye’nin AB karşısında aldığı, »siz olmadan da yolumuza devam edebiliriz« tavrının içi kof bir tehdit olmadığını söylemek için yeterince neden var.
Gene de Türkiye egemenleri ile AB karar vericileri arasındaki çelişkiler Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaştığı anlamına gelmemektedir. Tam aksine, Türkiye’nin başta NATO olmak üzere Batılı emperyalist güçler ile olan ilişkisi, şimdiye kadar olmamış biçimde güçlü ve sürdürülebilir seviyededir. Hatta AKP hükümeti ile onları destekleyen sermaye fraksiyonlarının uzun vadeli egemenlik çıkarları ile AB’nin ve ABD’nin Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu-Üçgeni’ndeki iktisadî, siyasî ve stratejik çıkarları örtüşmektedir. Bu ilişkilerde değişmiş olan, Türkiye egemenlerinin AB ile olan ilişkilerinde daha güçlü bir pozisyon kazanmış olmalarıdır. Ancak bu güçlü pozisyonu uzun süre ayakta tutabilmek, kırılgan ekonomi ve çözülememiş olan Kürt sorunu nedeniyle, Türkiye egemenleri için hiç te kolay olmayacaktır.
Almanya ve Fransa, Türkiye’nin hem bu güçlenen pozisyonunun, hem de karşı karşıya kaldığı rizikoların çok iyi farkındadır. Türkiye’nin bölgesel güç hâline geldiği, hatta girdiği stratejik ortaklıklar sayesinde bölgede belirleyici güçlerden birisi olmak üzere olduğu, ABD ve Britanya’nın desteğine sahip olduğu, henüz ekonomik büyümesinin devam ettiği, bu büyümenin yarattığı sermaye birikiminin Ortadoğu ve Afrika’ya açılma stratejilerini zorladığını ve AKP hükümetinin hâlâ geniş bir toplumsal desteğe sahip olduğu bilinmektedir. Ancak Türkiye’nin »yumuşak karnını« oluşturan tüm ihtilaflar, ülke ekonomisinin sıcak paraya olan müthiş ihtiyacı, Kürt hareketinin kitlesel direniş dinamiği ve istikrarsızlığı kronikleşmiş Ortadoğu’da her an beklenmedik gelişmelerin bütün planları altüst edebileceği de hesaba katılmaktadır.
Aslına bakılırsa AB’nin, daha doğrusu Almanya ve Fransa’nın Türkiye’ye yönelik olan siyasetlerinde esaslı bir rota değişikliğini gerektirecek şartlar henüz olgunlaşmamıştır. Türkiye’ye yönelik siyasetlerinde »yeni« olan, bir tarafta AB dışından da destek bulabilmiş ve bu şekilde müzakere gücünü artırabilmiş olan bir partnere verilebilecek ek tavizlerin ne olabileceğinin araştırılması, diğer tarafta da AB’nin kendi yapılanmasını değişen koşullara uyumunu sağlama çabalarıdır.
Gerek Merkel, gerekse de Hollande Türkiye’yi ziyaret etmeye elleri boş gelmeyecek, muhtemelen de elleri boş dönmeyeceklerdir. Bir kere Merkel de, Hollande da önümüzdeki on yıl içerisinde Türkiye’nin AB’ne üye olamayacağını çok iyi bilmekteler. Kıbrıs karşılıklı olarak »şartlı rehin« hâlindedir. Kıbrıs sorunu var olduğu, yani Türkiye Kıbrıs’ın AB ile olan Gümrük Birliği’ne dahil edilmesini engellediği müddetçe, açılmış olan 12 müzakere başlığının halledilmesinin olanaksız olduğunu Paris de, Berlin de, Ankara da bilmektedirler. Kaldı ki daha açılmamış olan müzakere başlıklarının halledilmesi de uzun bir süre alacaktır. Formel açıdan müzakere başlıklarının halledilmesi, Türkiye’nin AB’ne üye olmasının değişmez önkoşuludur. Bu önkoşulun da önümüzdeki on yıl içerisinde yerine getirilmesi olanaksız olacağına göre, Merkel’in de, Hollande’ın da müzakere sürecinin devam etmesi yönünde verecekleri sözler, onları hiç bir siyasî rizikoya sokmayacaktır.
Diğer yandan AKP hükümeti de bölgedeki gelişmelerin, özellikle Suriye’de umut edilen rejim değişikliğinin hâlâ gerçekleşmemiş olması ve aynı zamanda Tunus ve Mısır’daki yönetim krizlerinin, o hülyası görülen bölgesel önderliğin çok sınırlı olduğunu gösterdiğini ve bölgesel önder olabilmek için AB’nin desteğinin gerektiğini kavramış durumda. Zaten Almanya dışişleri bakanı Guido Westerwelle’nin bugünlerde Türkiye’nin AB’ne yakınlaştırma sürecinin hızlandırılmasını istemesi de, Türkiye’nin AB’nin desteğine ihtiyacı olduğunu görmesindendir.
Bu karşılıklı reel bağımlılıklar, ister istemez karar vericilerin esnek reel politikalar geliştirmelerine ve pragmatik davranmalarına neden olmakta. O nedenle gerek Merkel’in, gerekse de Hollande’ın Türkiye’ye çantalarında çeşitli »hediyelerle« gelecek olmaları büyük bir olasılıktır. Getirecekleri »hediyelerin« arasında şüphesiz Avrupa’daki Kürt kurumlarına yönelik sertleşme politikaları, askerî yardımlar ve bir dizi yatırımlar olacaktır. Ama en büyük »hediye« Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına AB’de serbest dolaşım hakkının verilebileceği vaadi olacaktır. Bu ise »ev sahibinin« ne kadar »misafirperver« olacağına, yani karşılığında neleri vermeye yanaşacağına bağlıdır. Önümüzdeki yerel seçimler ve bilhassa ilk kez gerçekleştirilecek olan cumhurbaşkanlığı seçimleri düşünülecek olursa, »Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına serbest dolaşım hakkını söke söke alan lider« olma düşüncesinin, Erdoğan için ne denli çekici olabileceği tahmin edilebilir. Asıl mesele, Erdoğan’ın böylesi bir desteğe karşı ne kadar bonkör olmayı göze alabileceğidir.
Merkel’in Türkiye ziyaretine Almanya açısından baktığımızda ise, Almanya’nın Türkiye siyasetinde sadece taktiksel bir değişimin söz konusu olduğu görülebilir. Çünkü bu siyasetin özü, Kaiser Wilhelm döneminden beri değişmemiştir ve sadece Almanya sermayesinin iktisadî, siyasî ve stratejik çıkarlarının korunması üzerine kuruludur.
***
[1] Bkz.: 19 Şubat 2013 tarihli Frankfurter Rundschau gazetesi: http://www.fr-online.de/politik/eu-beitritt-annaeherung-an-die -tuerkei, 1472596,21861424.html
[2] Ulrich Weisser: Für eine Revision der Türkei-Politik (Türkiye siyasetinin revizyonu için), 31 Ocak 2013 cicero.de