26 Şub 2015

Küçümsenen bölge gücü: İran

Son dönemlerde ABDli stratejik araştırma kurumlarında İran’ın bölgedeki rolü ve ABD-İran ilişkilerinin geleceği üzerine alışılagelmiş olandan farklı sesler duyuluyor. Washington kulislerinde tekrarlanan bir tespit, ABD’nin İran değerlendirmesinde değişikliğe gitmekte olduğuna işaret ediyor: »Irak dağılıyor. Suriye yangın yeri. Pakistan dağılmaya yol açabilecek tehlikeli bir süreçte. Taliban Afganistan’da yeniden güçleniyor. Libya dağıldı. Suudi Arabistan ciddi bir iktidar krizine girmek üzere. İran ise bölgede bir istikrar adası olarak görünüyor.«

İran ile 30 yılı aşkın bir jeopolitik düşmanlık içinde olan ABD’nden gelen sinyaller, İran nükleer programında atılan adımlar ve Irak merkezi hükümetindeki krizin bizzat ABD ve İran tarafından ortaklaşa çözüldüğü göz önünde tutulursa, kamuoyunun dikkatinden uzakta bir denge değişiminin oluşmakta olduğu görülebilir. İran söz konusu olduğunda Avrupa’dan Türkiye’ye kadar hükümetlere yakın duran strateji uzmanlarında ortak bir özellik göze çarpıyor: İran’ı küçümseme. Ancak bu küçümseyici yaklaşım köklü bir devlet geleneğine sahip olan İran hakkında ciddi yanılgılara yol açıyor. Irak, Suriye ve en son Yemen’deki gelişmeler, İran’ın bölgedeki en önemli güç olma yolunda hayli mesafe aldığını gösteriyor.
ABD’nin İran politikasındaki değişimin ardında yatan en temel neden şüphesiz Pasifik’e yönelme stratejisidir. Bölgedeki askeri gücünü azaltacak olan ABD bir tarafta »istikrar çapası« olacak bir alan yaratmaya çalışırken – ki burada Güney Kürdistan büyük bir rol oynayacak, çünkü ABD Güney Kürdistan’da Kosova’daki Camp Bondsteel formatında bir askeri üs kurmayı planlıyor –, diğer yandan da İran ile olan ihtilafı adım adım çözmeye çalışıyor ve kısmî işbirliği denemeleriyle, ABD-İran yakınlaşmasının olası sınırlarını görmeye çalışıyor.
İran ise özellikle son yıllarda Batı tarafından »istikrar sağlayıcı partner« olarak kabullenme hedefini güdüyordu. Ancak ABD ile olan ihtilafını sürdürdüğü müddetçe de, bu hedefine ulaşamayacağını gördü. Aynı şekilde bilhassa İsrail ve Suudi Arabistan’ın oluşturdukları yeni ittifakın, bölgedeki etkinliğini zayıflatabilecek bir potansiyel taşıdığını da. ABD yönetiminin Afganistan ve Irak’ta yarattıkları kaos ortamını, »İran ile birlikte hareket edilseydi engelleyebilirdik« düşüncesinde olduğundan hareket eden İran egemenleri, DAİŞ çetelerinin saldırılarıyla yeni bir rol oynama fırsatını ellerine geçirdiler. Görüldüğü kadarıyla da bu rolü hayli iyi oynamaktalar.
İran egemenleri, Şahın devrilmesinden sonra ABD’nin Ortadoğu’daki hegemonyasını, Lübnan Hizbullah’ı gibi Arap dünyasındaki muhalif gruplara destek vererek zayıflatma hedefinin peşinde koştular. Bu politikanın arkasında islamist hareketlerin güçlenerek, zaman içinde bölge ülkelerindeki iktidarı ele geçirebilecekleri varsayımı yatmaktaydı. Tahran’daki kimi kesimler, İran tipi siyasal İslam’ın İsrail karşıtı retorik ve islamist hareketlere destek sayesinde, geleneksel Şii-Sünni karşıtlığı aşma ve Tahran öncülüğünde bir Arap-Fars yakınlaşmasını sağlama umudu ifade ediliyordu.
Ancak bu umut hiç bir zaman gerçekleşmedi. Özellikle 2011 sonrasında Arap dünyasında gelişen devinimler, islamist hareketlerin İran’dan ziyade Suudi Arabistan ve Körfez despotlarına sadık kaldıklarını kanıtladı. Dahası, İran’ın Esad rejimine çıktığı açık destek, Sünni Araplar arasındaki Şii karşıtlığını ve böylece İran düşmanlığını derinleştirdi.
Diğer yandan ABD-İran ilişkilerinin salt düşmanlık çerçevesinde değil, hayli değişken bir çizgide ilerlemesi de yeni bir olgu değil. Örneğin ABD’nin 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Afganistan’da başlattığı operasyona İran’ın istihbarat, lojistik ve siyasi destek verdiği hafızalardadır. ABD’nin o dönemlerde Afganistan özel elçisi olan büyükelçi Jim Dobbins, İran’ın verdiği desteğin »belirleyici« olduğunu söylüyor. Ama George W. Bush yönetimi İran’ın yardımına ihtiyacı kalmayınca, eski düşmanlık politikasını yeniden başlattı. Şimdi ise, Pasifik’e yönelme stratejisi ve bölgedeki gelişmeler Washington açısından İran ile yakınlaşma politikasını gerekli kılıyor.
Elbette bu gerçek ABD ve İran arasındaki çeşitli sorunların çözüldüğü ve rekabetin bittiği anlamına gelmiyor. Çekişmenin bir örneğini şu an Yemen’de takip etmek olanaklı. İran uzun zamandır kuzey Yemen’de yaşayan ve ülke nüfusunun üçte birini oluşturan Yemen Şiilerinin (»Husiler«) oluşturduğu »Enserullah« örgütünü destekliyor. Yemen ordusu son on yıl içerisinde Şii nüfusa karşı defalarca askeri operasyon başlatmış, hatta kimi dönemler, askeri ve malî yardım aldığı Suudilerin savaş uçaklarının desteği ile sonuç almaya kalkışmıştı. Başarılı olamadı. Nitekim İran’ın desteğini alan » Enserullah « 2014 Eylül’ünde haftalarca süren çatışmalar sonrasında başkent Sanaa’nın bir kısmını işgal etti ve güneydeki islamist gruplar ile onları destekleyen Sünni aşiretlere karşı harekete geçti. Şu anda aralarında devlet başkanı Abdurabbu Mansur Hadi’nin makamı ve rezidansı ile başbakanlık binasını ve bir roket üssünü elinde tutan » Enserullah «, geçenlerde bir ateşkes antlaşmasını imzaladı. Ama ABD 5. Filosunun Iwo Jima ve Fort McHenry isimli ve toplam 2.400 asker taşıyabilen iki çıkarma gemisinin Aden Körfezi’ne hareket ettiği haberleri, imzalanan ateşkes antlaşmasının pek uzun ömürlü olmayacağını gösteriyor. Bu nedenle, ki açık olarak görülen bu, 2012’de eski başkan Ali Abdullah Salih’i istifaya zorlayan ABD bu sefer İran’ın desteğini almadan Yemen’de istediği »istikrarı« sağlayamayacak.
İran bunun yanı sıra Güney Kürdistan’da da bölgedeki bir diğer stratejik rakibi Türkiye’nin etkisini azaltmak üzere. Irak merkezi hükümetinin Peşmergelerin maaşlarını ödeme kararını almasında ABD ve AB ile birlikte belirleyici rol oynayan İran, hem Barzani yönetiminin bağımsızlık adımlarını ertelemesini, hem de – şimdilik olsa da – Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasını sağladı. Irak ve Güney Kürdistan’ın doğal gaz kaynaklarının »verimli« kalmasını isteyen ABD ve AB’nin çıkarları bu noktada İran’ın stratejileriyle örtüşüyor. Bu çıkar örtüşmesinin orta ve uzun vadede Türkiye’nin bölgedeki etkisini kısıtlayacağını ayrıca vurgulamaya gerek yok. Güvenliği açısından ABD ve İran’a, enerji altyapısının kurulması açısından Batı’ya ve iktisadî sorunlarının çözülmesi açısından Irak merkezi hükümetine bağımlı kalan bir Güney Kürdistan, tüm iyi ilişkilere rağmen Türkiye’nin etki alanından çıkacak. Bu gelişme İran’ın stratejik yaklaşımının bir sonucudur.

Sonuç itibariyle kendi halkına, bilhassa Doğu Kürdistan’a karşı baskıcı politikalar uygulayan Molla rejiminin, bölgedeki rakiplerinden bir adım önde olmayı başardığını teslim etmek gerekiyor. Türkiye ile işbirliği ve rekabet temelinde ilişkilerini kurgulayan, Güney Kürdistan yönetimine yakınlaşırken, aynı anda kendi sınırları içerisinde yaşayan Kürt halkına idamları reva gören ve Aden Körfezi’nden İran Körfezi’ne, Bağdat’tan Şam’a ve Beyrut’a kadar geniş bir coğrafyada etkinliğini artıran, ABD’nin yeni istikrar partneri olmaya aday İran’ı küçümsemek, Molla rejimine verilebilecek en büyük siyasi destek anlamına gelmektedir. İran’ı değerlendirirken, bu ülkenin Ortadoğu’nun değişen dengelerinde başrollerden birisini oynamaya aday aktör olduğu unutulmamalıdır.