8 Mar 2015

Ukrayna Masalları ve dünyayı bekleyen tehlike

»Minsk II Antlaşması« Ukrayna’ya barışı getirecek mi?
12 Şubat 2015’de Almanya, Fransa, Rusya ve Ukrayna’nın Beyaz Rusya’nın başkenti Minsk’te gerçekleştirdikleri zirve sonuçlandığı andan itibaren burjuva medyasının propaganda bombardımanına tabi tutuldu. »Minsk II Antlaşması« olarak adlandırılan zirve, bir taraftan Alman şansölyesi Angela Merkel’in »kişisel başarısı« olarak takdim edilirken, diğer tarafta zirvenin asıl »kazananının« Putin olduğu algısı yayılmaya çalışıldı.

Açık savaş çığırtkanlığı yapan burjuva medyasının propagandalarını bir yana bırakırsak, zirvenin esas itibariyle Ukrayna halkları için olumlu bazı yanları olduğunu vurgulamamız gerekir. Öncelikle zirvede Ukrayna ihtilafının barışçıl çözümünün olanaklı olduğunun konuşulur olması ve 15 Şubat’tan itibaren ateşkesin geçerli olmasının kararlaştırılması, sivil halk için olumlu adımlardır. Zirveye, her ne kadar başkanlar masasında olmasa da, Doğu Ukrayna halk cumhuriyetleri temsilcilerinin de katılmış olması ve ağır silahların geri çekilerek, iç savaş tarafları arasında bir tampon bölge oluşturulması kararı da olumludur. Çünkü top ateşlerinin, roket ve tank saldırılarının asıl mağduru sivil halktır.
Aynı şekilde Donesk ve Luhansk bölgelerinde yapılacak olan seçimlerin yöntemleri, bu bölgelerin özyönetim bölgeleri olarak kabul edilmesi, »federatif yapının güçlendirilmesi« için anayasa reformunun hazırlanması ve 2015 sonunda yeni bir anayasanın yürürlüğe sokularak, federatif bir yapının oluşturulması üzerine konuşulmuş olması da olumlu adımlar olarak değerlendirilebilir.
»Ama«lar olmasa...
Sivil halk için olumlu tarafları olan »Minsk II Antlaşmasını« muğlaklaştıran »ama«lar olmasa, Merkel’in »barışçıl çözümün alternatifi yok« demesine inanmak olanaklı olabilirdi. Hatta Merkel ile Fransa başkanı Hollande’ın basın önünde »Atlantik’ten Pasifik’e kadar uzanan ve BM Şartını temel alan ortak insani ve iktisadi bir alan yaratma vizyonuna sahibiz« demelerini, barış iradesi olarak yorumlayabilirdik. Ancak »Minsk II Antlaşmasının« uygulanışını »Normandiya Formatında« olan bir kurul ile, yani ABD olmaksızın kontrol edeceklerini açıklayan Almanya ve Fransa emperyalizmlerinin bu söylemlerine şüphe ile bakmayı gerektiren yeterince neden var.
Bir kere somut adımlarla desteklenmeyen barış »mesajlarıyla« böylesi bir ihtilafın çözülebileceğini zannetmek naiflik anlamına gelmektedir. Ukrayna ihtilafını bir iç savaş olarak değil, »Rusya-Ukrayna Savaşı« diye lanse eden ideolojik seferberlik sona erdirilmediği ve Ukrayna yönetiminin Doğu Ukrayna’daki halk cumhuriyetlerinin temsilcileri ile doğrudan ve dolaysız müzakerelere başlamadığı müddetçe, barışçıl bir çözüm olanaksızdır.
Elbette Putin yönetimi altındaki Rusya »demokrasi kalesi« olarak nitelendirilebilecek bir ülke değil. Kapitalist restorasyonun Rusya’yı nasıl dönüştürdüğünü burada ayrıca vurgulamaya gerek yok. Ancak Kiev’de gerçekleştirilen darbeyle başlayan ihtilaf ve iç savaşın Batı emperyalizminin Rusya’ya karşı başlattığı ideolojik seferberlik ve dolaylı müdahalelerle nasıl derinleştirildiğini de unutmamak gerekiyor. O açıdan bu ideolojik seferberliğin köşe taşlarını oluşturan kimi masalları burada bir kez daha anımsatmakta yarar var:
1. Masal: »Rusya Ukrayna’ya savaş açtı«: Ukrayna’daki darbenin örgütlenmesinde ve güncel sonuçlarının ortaya çıkmasında aktif rol oynayan AB’nin belirleyici merkezi güçleri olan Almanya ve Fransa, güya aracılık rollerini gerekçelendirmek için bu söylemi kullanmaktadırlar. Ukrayna ihtilafının barışçıl çözümü için »Putin ve Poroşenko anlaşmalıdırlar« propagandası yapılarak, iç savaşın neden-sonuç ilişkisi tersyüz edilmekte ve bu şekilde NATO’nun tehlikeli çifte stratejisi için kamuoyu desteği yaratılmaya çalışılmaktadır.
Halbuki söz konusu olan bir Rusya-Ukrayna savaşı değil, Rusya’nın önemli bir faktör olduğu Ukrayna iç savaşıdır. Kiev yönetimi Doğu Ukrayna’daki halka savaş açmış ve kendi ülkesinin kentlerini bombardıman altına almıştır. Tersi, yani »ayrılıkçı« olarak nitelendirilen halk cumhuriyeti güçlerinin Batı Ukrayna’daki kentlere bomba atmaları söz konusu değildir.
Ancak bu da gerçeğin sadece bir kısmıdır, çünkü Ukrayna iç savaşına yabancı ülkeler – bir tarafta ABD ve AB, diğer tarafta Rusya – siyasi, lojistik ve dolaylı seviyede askeri olarak katılmaktadırlar. Ukrayna iç savaşı aslında modern bir vekalet savaşıdır. Gene de, neden-sonuç ilişkisini ele aldığımızda, ihtilafın temel nedeninin ABD ve AB emperyalizmlerinin Rusya’nın etki alanını sınırlama çabaları olduğunu vurgulamak durumundayız. Rusya’nın Kazakistan, Beyaz Rusya ve Ukrayna ile birlikte bir »Avrasya Ekonomik Birliği« oluşturma planı, savaş nedeni olarak görülmüştür.
2. Masal: »Rusya Kırım’ı ilhak etti«: İddiaya göre Rusya yürürlükteki BM Şartına aykırı olarak Kırım’ı ilhak ederek, Avrupa’daki »barış düzenini« bozdu, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü zedeleyerek, küresel savaş tehlikesinin ortaya çıkmasına neden oldu.
Gerçek ise biraz farklı: Kırım’ın Rusya Federasyonu’na katılması Ukrayna iç savaşına yol açan bir neden değil, bu ihtilafın, daha doğrusu Kiev darbesinin bir sonucudur. Kırım halkı, Kiev darbesinin ardından gerçekleştirilen bir halk oylamasıyla Rusya’ya katılma kararını onayladı. Bu kararın alınmasında Rusya’nın cesaretlendirici siyasetinden daha çok, Kiev yönetiminin ülkede Rusçayı resmi dil statüsünden çıkarma adımı yatmaktaydı.
Kırım’ın Rusya’ya katılmasının nedenlerinden bir diğeri ise, ABD emperyalizminin 1990’dan bu yana sistematik bir biçimde takip ettiği ve artık devlet aklı hâline getirdiği »Wolfowitz Doktrinidir«. Bu doktrin, »Sovyetler Birliği benzeri bir stratejik rakip hâline gelebilecek her ülkeyi engellemeyi« öngörmektedir. Doktrin çerçevesinde geliştirilen »Full Spectrum Dominance« stratejisiyle Rusya’nın etrafını NATO üyesi ülkelerle çerçeveleme planı uygulamaya sokulmuştur ve NATO ile AB’nin Doğu Avrupa’da 1991’den bu yana attıkları »genişleme« adımları, Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da teşvik edilen sözde »renkli devrimler« (örneğin »Portakal Devrimi«) ve Rusya’nın sınır ülkelerine roket sistemlerinin yerleştirilmesiyle bu plan gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
3. Masal: »Ukrayna’nın kendisini savunma hakkı vardır«: Bilhassa Ukrayna devlet başkanı Poroşenko tarafından neredeyse her fırsatta Ukrayna’nın yabancı bir devlet tarafından saldırıya uğradığı ve BM Şartı gereğince ülkesinin kendisini savunma hakkına sahip olduğu söylemi kullanılmaktadır. Poroşenko bu çerçevede Batı’nın Ukrayna’ya yardım etmesini ve silah göndermesini talep etmektedir.
»Rusya-Ukrayna Savaşı« masalına dayanan bu propaganda Ukrayna’daki gerçekleri tersyüz etmektedir: Darbeden sonra iktidara gelen yönetim »Ukrayna’nın Ukraynalılaştırılması« sloganıyla Ukrayna’da yaşayan diğer halkların sahip olduğu anadil özerkliğini kaldırmaya çalışmış, her ne kadar uluslararası protestolar nedeniyle bu konuda geri atmaya zorlanmış olsa da, zor kullanarak »Ukraynalılaştırma« politikalarını sürdürmeye devam etmiş ve diğer halklara karşı saldırgan bir tutum sergilemiştir. Aynı şekilde farklı bölgelerdeki özerklik referandumlarını gayri meşru ilân ederek, Donesk ve Luhansk bölgelerinde Ukrayna’nın özerk ve federatif bir yapıya kavuşturulması için oluşturulan halk cumhuriyetlerini »terörist yapılar« olarak nitelendirmiştir. İhtilafı diyalog yöntemi yerine, askeri şiddet kullanılarak çözmeye çalışma politikası, halk cumhuriyetlerinin silahlı mücadele yöntemini seçmeleriyle iç savaşa yol açmıştır. İç savaşın sonuçları biliniyor. Poroşenko’nun »savunma hakkı« söylemi ve Batı’dan »öldürücü savunma silahları« istemesi iç savaşı daha da körüklemekte ve çözümsüzlüğü derinleştirmektedir. Halbuki Kiev yönetiminin Doğu Ukrayna’daki halk cumhuriyetleriyle başlatacağı bir müzakere süreci kanlı iç savaşı bitirebilecek bir adımdır.
4. Masal: »Ukrayna’da Batı’nın değerleri savunulmaktadır«: Gerek Kiev yönetiminin, gerekse de Batı emperyalizminin sürekli kullandığı bu yalan, Batı Ukrayna ve Avrupa ülkelerinde hâlâ yaygın olan antikomünizm üzerine kurulu bir »şeytanileştirme« ve emperyalist politikalara kamuoyu desteği sağlama propagandasının bir parçasıdır.
Gerçekte ise ilkel bir Ukrayna milliyetçiliği ile bağlantılı olan neoliberal iktisat politikaları »Batı’nın değerleri« olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Kiev yönetiminin uygulamaları bunu kanıtlamaktadır: Özelleştirme programlarıyla yolsuzluk ekonomisi daha da kökleştirilmekte, sosyal standartlar yok edilerek ülke uluslararası tekellere ve Ukraynalı oligarklara peşkeş çekilmekte, »ulusal çıkarlar« kisvesi altında demokratik ve sosyal haklar kısıtlanmakta, ülkenin içinde bulunduğu darboğazın faturası emekçilerin ve yoksul halkın sırtına yüklenmekte, oluşturulan »Enformasyon Bakanlığı« ile sansür yaygınlaştırılarak halkın haber alma hakkı fiilen yok edilmekte, ulusal azınlıklar üzerindeki baskı ve ayırımcılık had safhaya ulaştırılmakta ve sokaklarda terör estiren faşist çetelerin, »hükümet ulusal devrime ihanet ederse, hükümeti deviririz« tehditlerini savurmalarına göz yumulmaktadır. Adalet, eşitlik veya burjuva demokrasilerinin temelini oluşturan burjuva demokratik hukuk devleti anlayışı yerine otoriterlik, ilkel milliyetçilik, faşizan yöntemler ve neoliberal politikalar »Batı değerleri« diye gösterilmektedir.
Uçuruma doğru
Kiev darbesiyle iktidarı ele geçiren güçler ülkeyi son süratle uçuruma doğru sürüklüyorlar. Burjuva basınında kısa bir süre önce yayınlanan ekonomik veriler, ülkenin içinde bulunduğu durumun vahametini kanıtlıyor. Ukrayna’nın Şubat ortasında sadece 6 milyar Dolar döviz rezervi kalmıştı. Bu miktar ile ithalat en fazla beş hafta daha ödenebilecek. Ukrayna para birimi Griwna ise aşırı derecede değer kaybediyor. Merkez bankasının döviz satışlarını durduğunu açıklamasıyla 1 Dolar 26 Griwna’ya yükseldi.
İç savaşın getirdiği yıkım ekonomiyi olumsuz etkiliyor. Resmi rakamlara göre Kiev yönetimi iç savaşa her ay 250 milyon Dolar harcamak zorunda. Ülke ekonomisinin temel direğini oluşturan ağır sanayiinin Doğu Ukrayna’da olması ve üretimin iç savaş nedeniyle durma noktasına gelmesi, ülkenin batısındaki üretimi de durduruyor. Kiev yönetiminin para basımını artırması da buna eklenince, enflasyon oranı yüzde 24’ü (2014) aşıyor.
Ukrayna dışarıdan para yardımı yapılmadığı takdirde kısa zaman içinde iflasını ilân etmek zorunda kalacak. Borçlanma katlanarak artıyor. Gerçi Rusya 2013 Aralık’ında Yanukoviç hükümetine verdiği 3 milyar Dolarlık krediyi geri istemedi, ama bu her an söz konusu olabilir. Buna karşın IMF 2014’de dört yıllık bir süre için toplam 17,5 milyar Dolarlık yeni bir kredi açtı, ama bu paranın kullanılması için »iktisadi reformların gerçekleştirilmesini« zorunlu kıldı.
Ukrayna maliye bakanlığındaki bir çalışanın basına sızdırdığı bilgilere göre IMF tarafından hazırlanan memorandum, aralarında çok sayıda öğretmen ve doktorun bulunduğu 230 bin kamu çalışanının işten çıkartılmasını, doğal gaz ve elektrik fiyatlarının bir kaç kat artırılmasını ve ücretler ile emekli maaşlarının süresiz dondurulmasını öngörüyor. IMF programı uygulanmaya başladı bile, ki şimdilik yüzde 24 – 25 olan enflasyon koşullarında bu durumun emekçiler ve yoksullar için ne anlama geldiğini vurgulamaya gerek yok. Savaşın ve yolsuzluk ekonomisinin faturası gene emekçilerin sırtına yüklenecek.
Poroşenko’nun, Avrupa burjuva basınının iddiasının aksine, yolsuzluk ekonomisine »savaş açtığı« da söz konusu değil. Tam tersine, devlet başkanı yolsuzluk ekonomisinin aktörlerini korumaya devam ediyor. Örneğin Dnipropetrowsk’da vali olarak atadığı İgor Kolomoyskiy’in isteği üzerine baş savcı Viktor Yarema’yı görevden aldı. Başsavcının hatası, Kolomoyskiy’in yolsuzluklarını araştırmaktı.
Kötüleşen ekonomik durum doğal olarak toplumsal ihtilaflara ve protestolara yol açıyor. Örneğin Kiev’de tramvay kondüktörleri üç ay maaşlarının verilmemesi üzerine günlerce greve gittiler. Binlerce öğretmen işten çıkartmalara karşı sokaklara dökülürlerken, Kiev belediye başkanı Kliçko’nun konut kiralarını artırma kararı üzerine on binlerce insan protestolara katılarak, Kliçko’nun istifasını istedi. Ancak bu protesto ve grevlerin siyaset değişikliğine yol açacak bir dinamiği tetikleyeceğini düşünmek yanıltıcı olur. Çünkü Ukrayna Komünist Partisi’nin ve bir dizi sol örgütün yasaklanmasından bu yana protestoların öncülüğünü faşist Swoboda partisi üstlenmeye başladı. Hükümetten çıkartılan Swoboda böylelikle sosyal demagojiyi kullanarak haklı protestoları milliyetçi çizgiye çekmeyi başardı.
Bölünmeye doğru mu?
Minsk zirvesinden bir kaç gün sonra, uzun süren çetin çatışmaların yaşandığı Debalzeve kentinin Doğu Ukrayna güçlerinin eline geçmesi ve iç politikada belirginleşen huzursuzluk, Kiev yönetimi içerisindeki çelişkileri derinleştirdi. Zaten aşırı milliyetçiler ve faşist partilerce »ulusal devrime ihanetle« suçlanan Poroşenko, Debalzeve’nin kaybedilmesinden sonra kendi ortaklarının da eleştiri oklarının hedefi oldu.
Poroşenko’nun Batılı destekçileri ise, artık açık olarak ülkenin »bölünmesinin şart olduğunu« tartışmaya başladılar. Alman sermayesinin organı FAZ gazetesi bir başyazısında, iç savaş öncesi statüye dönülmenin olanaksız ve AB için »Rusya ile sürdürülen jeopolitik ihtilafın Ukrayna’nın bölünüp bölünmemesinden daha önemli« olduğu gerekçesiyle, Batı’nın »olanaklı olan en kısa sürede Batı Ukrayna’yı ekonomik olarak desteklemesi, AB üyeliği haricindeki bir statüyle AB’ne bağlaması« gerektiği savunuluyordu. Berlin, Paris ve Brüksel’den gelen haberler, hükümet ve komisyon kulislerinde de benzer tartışmaların yürütüldüğüne işaret ediyor. Dahası, fiilen bölünmüş olan Ukrayna’nın böyle kalacağı ve ihtilafın »dondurulmasının« en uygun adım olacağı gerçeğinden hareketle, Batı dünyasının »Batı Ukrayna’ya aynı Soğuk Savaş dönemindeki Batı Almanya gibi davranmasının zorunlu olduğu« ifade ediliyor. Örneğin FAZ gazetesinin başyazısında şöyle deniliyor: »Bugünlerde Berlin Duvarı örneğinden bahsedilir oldu. (...) Evet, bu Avrupa’nın yeniden bölünmesi anlamına geliyor. Ama gerçekçi olursak eğer, son on altı aydaki gelişmelerden sonra başka bir şey tasavvur edilebilir mi? ›Eski‹ hikâyenin sonu nasılsa biliniyor.«
Görüldüğü kadarıyla AB emperyalizmi şu an için »en az zararla« bir geri adım atma kararını tartışıyor. Ancak böylesi bir adımın AB’ne umulan rahatlamayı sağlayacağı şüpheli. Bir kere AB’nin, ama özellikle Almanya’nın Rus doğal gazına olan bağımlılığı gibi engelleyici faktörleri olmayan ABD’nin ihtilafı körüklemeye devam edeceğini unutmamak gerekiyor. Obama yönetimi karşısında parlamenter çoğunluğa sahip olan Cumhuriyetçi şahinler, uzun zamandır Kiev yönetimine »öldürücü savunma silahları« verilmesini savunuyorlar. Obama yönetiminin bu baskıya daha ne kadar dayanabileceği belli değil, ki zaten aralarında da çok büyük siyasi farklar bulunmuyor. Bu açıdan ABD emperyalizminin NATO üzerinden ihtilafı derinleştirici adımlara devam edeceğini beklemek gerekiyor.
Diğer yandan AB’nin sadece Batı Ukrayna’yı kendisine bağlamasının getireceği maddi külfetin hayli yüksek olacağından hareket ediliyor. Borç kriziyle boğuşan AB üyesi ülkelerin kamuoyunda Batı Ukrayna’ya yapılması düşünülen mali yardımlar hayli tartışmalara yol açacak. Kaldı ki Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi AB üyesi ülkelerin kamuoyları, Almanya ve Fransa’nın AB’ni salt kendi çıkarlarını korumak için kullanmalarından rahatsızlar. Aynı şekilde Almanya kamuoyunda da Rusya ile olan ilişkilerin »esnekleştirilmesi gerektiğini« savunan görüşler henüz azınlıkta değil.
Rusya ise doğal gaz ve petrol kaynakları ile nükleer cephanesine güvenerek, Ukrayna ihtilafını – 2008 Kafkasya Savaşında olduğu gibi – kendi lehine yönetebileceğinden emin görünüyor. Gerçi ABD ve AB’nin uyguladıkları yaptırımlar Rusya ekonomisini zora sokuyor, ama Rusya’nın devasa döviz rezervleri bu yaptırımların etkisini – şimdilik de olsa – azaltabiliyor.

Kısacası Ukrayna ihtilafının derinleşerek devam etmesi muhtemel görünüyor. Belli olan »Minsk II Antlaşmasının« Ukrayna’ya barışı getirebilecek sonuçlara yol açmayacağıdır. Dahası, Batı’nın Kiev yönetimine desteğini sürdürmesi ve ABD’nin istediği gibi silah göndermesi, Ukrayna iç savaşının küresel bir savaş tehlikesine dönüşmesine neden olabilir. Ukrayna iç savaşı, dünya çapında sürmekte olan emperyalist savaşları, ilân edilmemişten, ilân edilen bir Üçüncü Dünya Savaşına dönüştürecek bir potansiyele sahiptir. Ukrayna, kapitalist sömürü ve emperyalist yayılmacılığın insanlığı yok edebilecek bir irrasyonaliteye yol açabileceğini göstermektedir.