O nedenle temel bazı noktaları
anımsatarak başlamak yararlı olacak. Öncelikle tüm saydığımız ve saymadığımız
uluslararası gelişmelerin arka planına değinmek gerekli, çünkü tüm bunların
emperyalist güçlerin uzun vadeli stratejileriyle alakası var. Önceki
yazılarımızda kısmen değindik, ama kısaca emperyalist güçlerin stratejilerini
belirleyen üç temel noktaya yeniden değinelim.
Birincisi, hiç kuşkusuz
»Wolfowitz Doktrini« olarak tanınan ve bugün ABD’nin devlet aklı hâline gelmiş
olan »Savunma Planlama Talimatıdır«. Dick Cheney ve Paul Wolfowitz’in 1990lı
yılların başında kaleme aldıkları doktrinin ana fikri şudur: »ABD ve
dolayısıyla transatlantik ortaklığın öncelikli görevi, kaynakları sayesinde
büyük bir güç olabilecek her ülkeyi engellemektir«. İşte bu doktrin örneğin
»Full Spectrum Dominance« yaklaşımı temelinde stratejik rakip Rusya’nın NATO
üyesi ülkelerle çerçevelenmek istenmesinin, 2008 Kafkasya Savaşının, sözüm ona
»Portakal Devriminin«, güncel Ukrayna krizinin ve diğer stratejik rakip Çin’in
kuşatma altına alınma çabalarının arka planını açıklamaktadır.
İkinci temel nokta, enerji
nakliyatının ve serbest (!) dünya ticaretinin güvence altına alınması
hedefidir. Yani fosil enerji ve hammadde kaynaklarına serbest ulaşım ve
bunların nakliyat yollarının siyasî, ekonomik ve askerî açıdan güvence altına
alınması ile dünya piyasalarına serbest ulaşım ve uluslararası malî piyasaların
dokunulmazlığıyla sermaye birikiminin sürdürülebilirliğinin sağlanması hedeflenmektedir.
BM hukukuna aykırı müdahale savaşlarının, işgallerin, rejim değişikliklerinin,
küresel ihtilaf yönetimlerinin, DAİŞ gibi vahşi terör şebekelerinin
desteklenmesinin ve adına resmen »Üçüncü Dünya Savaşı« denmeyen fiili bir dünya
savaşının yaşanıyor olmasının asıl nedeni burada yatmaktadır.
Üçüncüsü, emperyalist güçler
arasındaki çelişkilerin azaltılması ve görev/masraf/risk paylaşımının
sağlanması hedeflenmektedir. Bunun için eşik ülkeleri küresel stratejilere
koopte edilmekte, NATO taşeronlukları dağıtılmakta, ulus devlet ötesi kurumlar
meşrulaştırılarak karar mekanizmaları ulusal parlamentoların kontrolünden
alınmakta ve aynı zamanda özellikle merkez kapitalist ülkelerdeki toplumsal
direnç mekanizmalarını kıracak tedbirler geliştirilmektedir. G 20 zirveleri,
TTIP benzeri neoliberal antlaşmalar, AB kurumlarının dönüşümü, IMF ve Dünya
Bankası gibi uluslarası finans kurumlarının güçlendirilmesi, yeni NATO
stratejileri, Avrupa’da sağ popülizmin egemenlik aracına dönüştürülmesi,
otoriter demokrasilere tahammül ve IHA’lı, yüksek teknoloji destekli savaşlar
buna örnek gösterilebilir.
Kanımızca bu üç temel nokta
yerküremizdeki bütün ihtilafların ana nedenlerini göz önüne sermektedir. Bu
arka plandan ve ezilenler ile sömürülenlerin perspektifinden bakınca, yerel ve
küresel tüm gelişmelerin gerçeğe yakın okumasını yapmak olanaklıdır.
Ama tüm bu gelişmeler
çerçevesinde anımsamamız gereken başka bir gerçek daha var: o da, ezilenler ve
sömürülenlerin kurtuluşu için silahlı mücadelenin artık gereksiz olduğu iddialarının
çürüdüğüdür. HPG ve YPG güçlerinin Şengal’de yaptıkları, bunu kanıtlamaktadır. Ve
son anımsatmayı da bize »ırkçılık« yaftasını yakıştıran milliyetçilere yapalım:
Sosyalistler ve komünistler dünyayı her zaman ezilenler ve sömürülenlerin
perspektifinden incelerler. Her şey, ezilenlerin ve sömürülenlerin yararına
mıdır sorusuyla ele alınır. Bu nedenle baldırı çıplakların yararına olmadığına
inandığımız burjuva milliyetçiliği bundan sonra da eleştiri oklarımızın hedefi
olacaktır. Bu iyi biline ki, laf salatasına gerek kalmasın. Tekrar merhaba.