Kürt Hareketinin Demokratik Özerklik talebi, Türkiye gündemindeki yerini korumaya devam ediyor, ama nedense bu projeye en çok sarılması gereken Fırat’ın Batısındaki solun geniş bir kesiminde – istisnalar kaideyi bozmaz – yapıcı ve eleştirel bir yaklaşım pek görülemiyor. Halbuki solun dünya çapındaki kendi tarihi Demokratik Özerklik denemeleriyle dolu, ki Paris Komünü’nü anımsatmayı bile gerekli görmüyorum.
Küresel düzeyde ne gibi özerklik denemeleri olduğu konusunda epeyce yazıldı çizildi. Bilhassa Latinamerika deneyimleri konusunda Metin Yeğin’in kitap ve makalelerini okumak yeterli olacaktır. O nedenle solun bir kesiminin »susuş kumkumasını« ve »aman canım sen de«ciliğini anlayabilmek olanaklı değil.
Tartışmalarda dikkatimi çeken en önemli nokta, projenin »yanlış zamanda ileri sürüldüğü« ve »verili koşullar altında olanaklı olmadığı« türünden itirazlar. Gelişmiş kapitalizm koşulları altında dahi özerklik ve çok dilliliğin olabileceğini, 30 Ekim 2010 tarihli ve »Kürdistan İtalya’da olsaydı« başlıklı köşe yazımda Güney Tirol örneğinde aktarmaya çalışmıştım.
Diğer bir örneği, yine Yeni Özgür Politika’da »Kaufungen Komünü« üzerine yayımlanan bir röportaj vermişti. Özellikle »Kaufungen Komünü« verili koşullar altında sınırların nasıl zorlanacağına ve alternatif bir yaşam biçiminin nasıl gerçekleştirilebileceğine dair iyi bir örnek. Röportajı okumanızı şiddetle tavsiye ederim.
Bugün ise size Almanya’dan başka bir örnek vermek istiyorum. Hamburg’da kurulmuş olan »Buschberghof« adlı kamuyararlı bir limited şirket, örnek bir üretici-tüketici-ağı oluşturmuş. Ortaklığın 86 hektarlık bir ziraat alanı var ve burada üretilen ürünler toplam 360 kişiye gıda sağlıyor.
Ürünler sadece sebze ve meyveden oluşmuyor. Kendilerine ait olan fırında her hafta 13 çeşit ekmek pişiriliyor. 30 inek sayesinde tereyağı, yoğurt ve peynir üretilebiliyor. Ayrıca 40 dana, 50 domuz ve 200 tavukları var.
Çifçiler, yılda bir kez yapılan komün toplantısında tüketici üyelerle yıllık tüketim üzerine anlaşma yapıyorlar. Tüketiciler her ay belirli bir meblağı ödemeyi taahhüt ediyorlar. Bu arada gelir durumu yüksek olanlar, dayanışma amacıyla gelir durumu düşük olanlardan daha fazlasını ödüyor. Karşılığında da çifçilerle birlikte üretimi, tüm rizikoları ve fırsatları ile paylaşıyorlar. Geçenlerde yapılan bir komün toplantısında tüketiciler çifçilere bir yılda toplam 353 bin Avro ödeme taahhütünde bulunmuşlar; ki bu, kişi başına yılda bin Avro’dan az bir meblağ anlamına geliyor. Üretim fazlası ise satılıyor ve geliri komüne geri dönüyor. Yerel iktisat döngüsünün, toplumsal dayanışmanın ve ekolojik ziraatın geliştirildiği güzel bir örnek.
Aslında »community supported agriculture« (komünün desteklediği ziraat) olarak adlandırılan bu konsept yeni değil. Bugün tüm ailelerin yaklaşık yüzde 25’inin »Teikei«lere, yani ortaklıklara üye olduğu Japonya’da 1960 yılında uygulanmaya başlayan bir konsept. ABD’nde 1985’den beri toplam 1.500 grup bu konsepti uyguluyor. Almanya ve Fransa’da bir çok komün bu uygulamayı başarıyla gerçekleştiriyor. Bu nedenle de konsept 2001’de Porto Allegre’de gerçekleştirilen Dünya Sosyal Forumu’nda en fazla favorize edilen konsept hâline gelmiş.
Peki, bu konseptin Demokratik Özerklik ile ne alâkası var? Bence çok. Öncelikle alternatif iktisat ve yaşam biçimleri oluşturmada verili koşulların sınırlarını zorlayan adımlara gereksinim var. Kooperatifleşme, yerel veya bölgesel iktisadî döngüler, toplumsal dayanışmayı güçlendiren uygulamalar, tüketicinin üretimi kontrol etmesi ve planlamasına katılması, iktisatın demokratik kontrol altına alınması, katılımcılık, paylaşımcılık, kendi kaderini tayin etme biçimleri olmaksızın ne Demokratik Özerklik, ne de kurtuluş yukarıdan, masa başında yapılan planlar veya yasalarla gerçekleştirilebilir. Doğrudan halkı temel almadan, halk kitlelerinin kontrolü olmadan, yani yaşama dayanmadan ekilen hiç bir tohum filizlenemeyecektir.
Elbette yeni bir anayasa, demokratik bir hukuk gerekli. Ancak bunların toplumsal bir süreç içerisinde ve halkın katılımıyla biçimlendirilmelerini beklemeye gerek yok. Tam aksine, yürürlükteki Anayasa ve yasalara, devlete, uluslararası koşullara ve verili iktidar ve mülkiyet ilişkilerine rağmen, özerkliğe giden her adım denenmeli, yanlışı-doğrusuyla uygulamaya sokulmaya çalışılmalı ve böylelikle halk kitlelerinin desteği sağlanmalıdır.
Gelişmiş kapitalist merkezlerde dahi böylesi küçük adımlar atılabiliyorsa, devrimci demokrasinin geliştiği Kürdistan’da veya sendikaları, örgütleri, partileri ve girişimleri ile pek de örgütsüz sayılamayacak Türkiye’de neden aynı adımlar atılamasın? Demokratik Özerklik fi tarihinde gerçekleşecek bir rüya değil, bugünden gerçekleştirilen bir yaşam biçimi olursa, o zaman özgürlüğün anahtarı olacaktır.
Tüm mesele, realist olup, olanaksızı gerçekleştirmektir. Bakınız: dünyadaki çeşitli örnekler!