Türkiye, cumhuriyet tarihinde pek
rastlamadığı bir kriz ile çalkalanıyor. Yönetim krizi, devlet kurumları
arasındaki çatışma, kolluk kuvvetlerinin yargı kararlarına uymaması, ayakkabı
kutularında milyonlar, yolsuzluklar vs. – açıkcası, bunların onda biri burjuva
demokrasisinin az çok işlediği başka bir ülkede olsaydı, değil hükümet,
parlamento bile yerinde kalamazdı.
Ama burası Türkiye! Kime güveneceğini
şaşırmış kamuoyu, siyasetteki toz dumandan nereye bakacağını bilemiyor. Ortalık
darbe, lobiler, dış güçler, paralel devlet safsatalarından geçilmiyor. Ne yazık
ki, demokrasi güçleri de kendilerini bu şamataya kaptırmış durumdalar.
Halbuki »darbe, lobi, paralel« derken, asıl
görünmesi gerekenleri göremiyoruz. Telgraf stilinde bir bakış, durumun
vehametini görmeye yetiyor aslında: Basında yer alan TUİK verilerine göre resmî
işsiz sayısı 2,8 milyona ulaşmış. Toplam 28,7 milyonluk istihdamın yaklaşık 11
milyonu enformel sektörde – yani 11 milyon çalışan (ailelerini saymıyoruz bile)
sosyal güvenceden yoksun. Sosyal sigortalı çalışanların büyük bir oranı ise
asgarî ücret üzerinden sigortalanıyorlar. Genç nüfustaki resmî işsizlik oranı
ise yüzde 18,7.
Devam edelim: Ekonomistler 2014 Şubat
sonuna kadar 109,3 milyarlık borç ödemesi yapılacağını belirtiyor ve cari
açığın bu yıl 55 milyar Doları geçeceğini tahmin ediyorlar. Her yıl 200 milyar
Dolar kaynağa ihtiyacı olan Türkiye, artık yabancı sermaye için de güvenilir
liman olmaktan çıktı. 2013’ün son aylarında 15 milyar Dolar ülkeden çıktı. Bu,
her yıl 60 milyar Dolarını enerji ithalatına ödeyen bir ülke için ciddi bir
sorun. Nitekim Dolar Perşembe günü 2,21 TL sınırını aştı ve artış tandansı hâlâ
güçlü.
Peki, tüm bunlar halk için hangi anlama
geliyor? 2013 Ekim’indeki verilere göre tüketim kredisi ve kredi kartları borç
bakiyesinin 145 milyar Doları aştığı bir halktan söz ediyoruz. Bu oran 2003’de
4,5 milyar Dolardı. Aylık gelirlerinin büyük bölümü bankalara akan, hiç
küçümsenemeyecek bir kesimi günde 1 Dolar ile geçinmek zorunda kalan bir halkı
daha nasıl bir felaket beklediğini görmek için ekonomist olmaya gerek yok.
Böylesine bir ortamda halkın karşısında
kriz yönetme yetisini kaybetmiş, dış politikadaki tüm hedefleri tuz-buz olmuş,
yolsuzlukları ayyuka çıkmış, zaten dar olan demokratik alanları daha da
daraltmakta olan ve güven kaybı yaşayan otoriter bir hükümet durmakta.
Hükümetin şu anki bileşimi ile 2014’ü çıkarabileceği şüpheli. Kasetler,
fotoğraflar, belgeler her gün ifşa oluyor. Ama aynı zamanda özelleştirmeler
(daha ne kaldı ki?), düzensizleştirmeler hızla devam ediyor, çalışanların
hakları budanıyor, sermaye zenginliğine zenginlik katıyor, ülke ekonomisi
uluslararası mali piyasalara peşkeş çekiliyor. Sosyal adaletin esamesi
okunmuyor.
Diğer yandan barış ve demokratikleşme
süreci sürüncemeye sokuluyor, binlerce insan siyasî rehin olarak tutuluyor,
antidemokratik ve otoriter uygulamalar derinleştiriliyor, toplumsal bölünme
artıyor, yasalardan güç alan erkekler kadınların kanına ekmek doğruyor,
toplumsal yaşamda dini gericilik baskısı artıyor, nefret söylemi yaygınlaşıyor
ve biz hâlâ paraleli-derini, lobisi-darbesi ile egemen söylemin gündemimizi
esir etmesine izin veriyoruz.
Açık olanı, Erdoğan hükümetinin gidici
olduğunu göremiyoruz. Ne var ki bu, »yenilenmiş« bir AKP hükümeti olmayacak
anlamına gelmiyor. Washington’dan gelen sinyalleri doğru okur, son AB İlerleme
Raporuna dikkatlice bakarsak, »alternatif« ismin çoktan ifade edilmiş olduğunu
görürüz. Ama birileri bizi hâlâ bu hükümetin »alternatifsiz« olduğuna,
özellikle »çözüm süreci« için tek muhatabın AKP olduğuna ikna etmeye çalışıyor.
Allah aşkına, yahu bizi halkın kendi eseri olmayan bir çözümün, sahiden »çözüm«
olabileceğine inanacak kadar saf mı zannediyorsunuz? Asıl saflık,
demokratikleşme ve özerkliğin egemenlerin lütfu ile gerçekleşeceğini
hesaplamaktır. Sokak gücünü göstermeden, iktidarların adım attığı nerede
görülmüş? Sokağa güvenmeyen kaybeder, hatırlamakta yarar var. Bilhassa
demokrasi güçlerinin bunu hatırlamasında yarar var.