Bu satırları okuduğunuzda Paris’te binlerce
insan geçen yıl katledilen üç devrimci kadını, Sakine’yi, Fidan ve Leyla’yı
anmak ve Avrupa’nın göbeğinde işlenen cinayetlerin sorumlularını lanetlemek
için sokaklara dökülmüş olacaklar. Aslında herkes biliyor – üç devrimci kadının
katili belli: devlet, yani kapitalist »ulus devlet«!
Katilin »Alman«, »Fransız« yoksa »Türk«
ulus devleti mi olduğu, yani devletin hangi milliyet adına bu cinayetleri
işlediği hiç önemli değil. Önemli değil, çünkü bu üç devrimci kadının yaşam
biçimi, özgürleşmiş olmaları ve devlete baş kaldırma »cüretleriydi« devleti
tehdit eden.
Zaten nerede devletin istemediği biçimde
yaşayanlar, kutsanan ulusu reddedenler ve insan/doğa odaklı bir gelecek
tasavvur edenler varsa, devlet şiddetinin ilk vuracağı, onlar olmaktadır. Son
günlerde Türkiye medyasının ve iktidarının sahte kaygılarla diline doladığı
Hamburg olayları da bu gerçeğin bir örneğidir.
Hamburg eyalet hükümetinin bir kaç yıl önce
polis teşkilatına tanıdığı yasal bir olanak, polis müdürlerinin kimseye
danışmadan istedikleri mahalleleri »tehlikeli bölge« olarak ilan etmelerine
izin veriyor. Polisin yetkilerinin bu derece genişletilmesinin ardında kentsel
dönüşüm rantları, bu rantları ve diğer sermaye çıkarını güvence altına alacak
iç politika tedbirleri ve en önemlisi toplumsal direnç dinamiklerini
etkisizleştirme amacı yatmaktadır. Hamburg özelinde denenen uygulamalar,
istenilen sonuçları verdiklerinde, hiç şüphesiz Almanya’nın bütününe – hatta AB
ülkelerine – genişletilecektir. Burada söz konusu olan, zaten içi boşaltılmakta
olan burjuva demokrasisinin sınırlarını daha da daraltmaktır.
Muhafazakâr Alman medyası hedefine
Hamburg’daki radikal sol grupları yerleştirmiş durumda. Uzun yıllardan beri
alternatif yaşam tarzını benimsemiş olan bu gruplar, Hamburg’un belirli
mahallelerinde kent hakkı çerçevesinde kentsel dönüşüme karşı direniyor, işgal
ettikleri spekülasyon binalarında alternatif kültür merkezlerini kuruyor ve
yasaların sınırlarını zorlayarak, kapitalizmin dayatmalarına karşı yaşam
alanları yaratmaya çalışıyorlar.
Alman devleti tüm gücüyle buna müsamaha
göstermeyeceğini kanıtlamaya ve yaşamın her alanını kapitalist sermaye birikimi
mantığının boyunduruğunun altına sokmaya çalışıyor. Radikal solun devlet
şiddetine boyun eğmeyip, karşılık verme yatkınlığını ise provokasyonları için
kullanıyor. »Tehlikeli bölge« uygulamasının gerekçesi olarak gösterilen
»karakol saldırısının« uydurulmuş olduğunun ortaya çıkmasından bu yana da, yeni
yalanlarla kamuoyunu manipüle etmeye çalışıyor. Sadece Hamburg’da değil,
Frankfurt’ta, Berlin’de ve başka şehirlerde de benzer yaklaşımları görmek
olanaklı.
Bu uygulamalardan en fazla etkilenenler de
göçmenler ve mülteciler oluyor. »Kara kafalı« olan herkes potansiyel suçlu
muamelesi görüyor ve polisin elindeki yetkiyle, oturduğu mahalleye girmesi bile
yasaklanabiliyor. Alman devleti bu şekilde çoğunluk toplumunda kökleşmiş olan
refah şovenizmi ile ırkçı yaklaşımları da kendi amaçları için kullanıyor. Böylelikle,
muhafazakâr medyanın da yardımıyla »Almanı« ve »göçmeniyle« burjuva toplumunu
rahatsız eden, sermaye birikimine yaramayan »terörist unsurlar resmini«
çizerek, çoğunluk toplumuna yerleştirilen korkular kullanılmaya çalışılıyor.
Korku, »ötekiyi« yaratmanın ve birleştirici
»Biz« resmini çizmenin en uygun aracıdır. Alman devleti de bu aracı kullanmakta
son derece ustadır. Türk devletinin Hamburg olaylarını »kaygıyla izliyor«
olması ise, tam bir demagojidir. Ne »Alman«, ne de »Türk« devleti suçsuzdur. »Ulus
devlet« insanlığa karşı işlenen suçların, savaşların, sömürünün, doğa
katliamının baş suçlusudur. Boşuna »paraleli«, »derini« aranmamalıdır, devlet
budur. Ve »ulus devleti« sınırlamaya, geri püskürtmeye, devletin hakim
olamayacağı yaşam biçimleri ve alanları yaratmaya çalışmak, en insani, en
devrimci eylemdir. Bu anlamda Auschwitz’e, Roboski’ye, Paris’e ve Hamburg’a
verilebilecek en güzel yanıt Rojava’dır!