AKP rejiminin dayattığı anayasa referandumu
sadece Türkiye’de değil, Avrupa kamuoyunda da gerek kampanya süreci, gerekse de
YSK hilesi ile elde edilen sonuçları itibariyle antidemokratik ve gayrimeşru
olarak görülüyor. Burjuva medyası, en muhafazakâr gazeteler bile, oylama
esnasında yapılan hilelerden, antidemokratik uygulamalarından ve Türkiye’de
»diktatörlük inşasının tamamlandığından« bahseden haber ve yorumları
yayınlıyor, sayfalarını – solundan sağına – burjuva partilerinin
temsilcilerinin Erdoğan’a yönelik eleştirilerine ve bunların kendi
hükümetlerine yönelttikleri taleplere açıyor. Kimi liberal yorumcu
»Sultanlığını ilân eden Erdoğan’ın yönettiği bir Türkiye AB’ne üye
yapılmamalıdır« görüşünü savunurken, muhafazakâr yorumcular, »diktatörlük olsa
dahi« Türkiye ile olan diyaloğun devam ettirilmesi gerektiğinde ısrar
ediyorlar.
Referandum öncesinde ve hemen sonrasında
Türkiye’yi ana konu hâline getiren burjuva medyası, haber ve yorumlarıyla
Avrupa kamuoyunda Türkiye hakkında zaten var olan kafa karışıklığını daha da
artırmaktan başka bir işlev görmüyor aslında. Neredeyse Avrupa’daki tüm burjuva
medyasında birbiriyle çelişir görünen iki yaklaşım yer alıyor: hem Erdoğan’a ve
partisi AKP’ye yönelik eleştirilerin dozajı artırılıyor, referandum süreciyle
zaten iflas etmiş olan parlamenter sistemin rafa kaldırıldığı ve olmayan
kuvvetler ayrılığının Avrupa sermayesinin doğrudan yatırımlarını yavaşlattığı
vurgulanıyor, hem de AKP rejiminin »emsalsiz ekonomik başarıları« ile iktisat
politikalarındaki esneklik övülüyor, Türkiye’nin »AB için vazgeçilmez stratejik
öneminin« altı çizilerek, ülkenin »Batı’dan uzaklaşmaması için olağanüstü çaba
harcanması« gerektiği belirtiliyor.
Aslına bakılırsa bu tartışmalar, Avrupa’da
faaliyet gösteren Türkiye ve Kürdistan kökenli devrimci-demokratik göçmen ve
işçi örgütleri ile Avrupalı komünistlerin çabalarıyla demokratik kamuoyunun
gündeminde tuttuğu ve Avrupalı emperyalist güçler ile AKP rejiminin sıkı
işbirliğine yönelik eleştirilerin ve bu çerçevede dile getirilen gerçeklerin
üstünü örtmeye yarıyor. Böylelikle demokratik kamuoyunda ifade edilen eleştiri
ve talepler boşa çıkartılıyor, çıkmaza sokuluyor. Velhasıl bu çerçevede Avrupa
reformist solunun da meşum bir rol oynadığını, aynı zamanda kimi Avrupalı
komünistin de net tavır almaktan ziyade, »seçim analizleriyle« vakit
kaybettiklerini belirtmemiz gerekiyor.
Türkiye’deki referandumun
AB’ne yararları
Türkiye’deki anayasa referandumu
çerçevesinde yürütülen manipülatif tartışmaların AB’ne ve dolayısıyla
Avrupa’daki emperyalist güçlerin politikalarına farklı yönlerden »yararlı«
etkileri oluyor. Bunların başında kuşkusuz kamuoyu görüşünü yönlendiren algı
yönetimi gelmektedir. Bir kere
Türkiye’deki diktatörlük inşası, Avrupa’daki emperyalist yayılmacılığa,
kapitalist sömürüye ve neoliberal sermaye birikim sürecine dayanan rejimlerin
»gerçek demokrasi« olduğu demagojisine gerekçe gösteriliyor. Yani gayrimeşru
referandum kapitalizmin merkez ülkelerindeki sınıf tahakkümünün ve
emperyalist-kapitalist dünya düzeninin meşrulaştırılması, »alternatifsiz«
olduğu algısının yaygınlaştırılması için kullanılıyor. Sanki AKP rejiminin
kurulmasında ve Erdoğan-Saray iktidarının oluşturulmasında Avrupalı emperyalist
güçlerin hiç katkısı olmamış, AB çatısı altındaki burjuva diktatörlükleri
»demokrasi cennetiymiş« gibi, Erdoğan eleştirisi üzerinden algı yönetimi
yapılıyor, Avrupa işçi sınıfı ve toplumlarının, direniş iradelerinin neredeyse
tamamen kırılmasına neden olan bölünmüşlüklerini derinleştiren ırkçı ve milliyetçi
demagoji mekanizmasının malzemesi hâline getiriliyor.
Örneğin Türkiye’nin hükümranlık haklarının
önemli bir kısmının AB’ne devredilmesi için icat edilen »Türkiye’nin AB’ne
Yakınlaştırılma Süreci« bu malzemelerden birisidir. Ne Ankara’da, ne Berlin ve
Brüksel’de Türkiye’nin yakın zamanda AB’ne üye olabileceğine inanan tek bir
yetkili kalmamış olsa da, sanki Türkiye’nin AB üyeliği realist bir opsiyon ve
üyelik görüşmeleri AB »demokrasilerinin« Türkiye’deki »diktatöre« karşı
kullanabilecekleri etkin bir »baskı aracıymış« gibi, Türkiye ile yürütülen
üyelik görüşmelerinin askıya alınması talep ediliyor. Aynı şekilde Türkiye’nin
»NATO üyeliğinden çıkarılması« talepleri de ifade ediliyor. Bu çerçevede AB
Komisyonu’ndan ve F. Almanya gibi »öncü« ülkelerin hükümetlerinden »Türkiye’nin
idam cezasını yeniden yürürlüğe sokması, son kırmızı çizgimiz olacaktır«
benzeri açıklamalar yapılıyor.
Anlaşılmaz bir biçimde Avrupa reformist
solunun da hararetle savunduğu bu talep ve görüşlere yakından bakıldığında,
bunların hem emperyalist stratejilere, hem de AKP rejimine yarayan ve her
defasında kamuoyu görüşünü etkilemek için hep yeniden üretilen demagojik
söylemden ibaret oldukları görülebilir. Bir kere böylelikle
emperyalist-kapitalist dünya düzeninin taşıyıcı araçları olan savaş
kışkırtıcısı AB ve NATO’nun »demokratik kurumlar« ve »BM Şartına dayanan değer
ittifakları« oldukları telkin edilmekte ve meşru kılınmaktadırlar. İkincisi
ise, demokratik kamuoyunun Türkiye’deki antidemokratik uygulamalara,
hukuksuzluğa, baskı ve işkenceye, kirli savaş ve sömürge yöntemlerine karşı BM
Şartı ve AB kriterlerinin gerektirdiği yaptırımların uygulanmasına yönelik
kamuoyu taleplerinin boşa çıkarılmasına yaramaktadırlar.
Aynı şekilde burjuva medyası ve hükümetlerinin
AKP rejimine yönelik haklı eleştirileri Erdoğan’ın şahsında kişiselleştirmeleri
ve Türkiye’deki diktatörlük inşasını salt »Erdoğan kendisi için istiyor« diye
lanse etmeleri, Türkiye’deki güç ilişkilerinin, emperyalist güçler ile olan
işbirliğindeki çelişkilerin, Türkiye’deki egemen blok içerisinde yürütülen
çatışma ve ayrışmaların, sivil-askerî bürokraside İslamistler, milliyetçiler,
Ergenekoncular, Atlantikçiler ve Avrasyacılar arasında devam eden koalisyon
arayışlarının ve emperyalist güçlerin bunlar üzerindeki etkilerinin
anlaşılmasını, görülebilmesini engelleyen çabalardır. Basit bir »Erdoğan
karşıtlığı« olarak gösterilen bu çabalar, zaten Türkiye ve Ortadoğu’daki
karmaşık ilişkiler, çıkarlar ve çelişkiler konglomerasının arka planını
görmekte zorlanan Avrupa demokratik kamuoyunun kafasını iyice karıştırmaktadır.
Avrupa reformist solunun reaksiyonlarından ve tavrından da görülebildiği gibi,
bu çabalar Avrupa işçi sınıfı ve devrimci-demokratik güçlerinin asıl hedefe,
yani antiemperyalist ve antikapitalist mücadeleye odaklanmaları yerine,
emperyalist-kapitalist dünya düzeninin demagojik söylemlerinin yeniden
üretilmelerine ve enternasyonalist dayanışma çizgisinden uzaklaşmalarına neden
olmaktadır.
Referandumun iç politikada
kullanılması
Başta F. Alman emperyalizmi olmak üzere,
Avrupalı emperyalist güçler bilhassa Suriye ve Irak’taki savaşın gidişatın yön
değiştirmesiyle birlikte AKP rejimine karşı olan tavırlarını değiştirmeye
başlamışlardı. Elbette bu tavır değişikliği, AKP rejimini karşılarına alma
biçiminde değil, destek-köstek politikalarıyla kendisini ifade ediyordu.
Gazetemizin bir önceki sayısında F. Almanya-Türkiye ilişkileri özelinde
açıklamaya çalıştığımız gibi, ne AB’nin, ne de tek tek emperyalist devletlerin
Türkiye’deki bir diktatörlükle, bu diktatörlük açık faşizm dönemine geçse dahi,
herhangi bir sorunları olmayacak. Aksine Erdoğan’ın Saray diktatörlüğü
emperyalist güçlerin Ortadoğu stratejileri açısından kolaylaştırıcı faktör
olacaktır. Ama bunun önkoşulu Türkiye’deki rejimin kontrolünün emperyalist
güçlerin elinde olmasıdır. »Erdoğan karşıtlığı« görüngüsünün ardında çeşitli
maddi nedenler bulunuyor: Bunlardan bir tanesi, Erdoğan’ın henüz devlet
aparatının işleyişini güvence altına alabilmek için farklı güç odaklarıyla
bürokrasi içinde koalisyon kurmak zorunda kalması, böylelikle rejimin geleceği
konusunda belirsizlik yaşanmasıdır. Bir diğer maddi neden, Ortadoğu’da ABD ve
F. Almanya arasında ayyuka çıkan çelişkiler ve çıkar çatışmalarıdır. Örneğin
petrol ve doğalgaz nakliyatının Türkiye üzerinden sürdürülebilir biçimde ve
istenilen miktarda Avrupa’ya akması, ABD emperyalizmi açısından bir öncelik
değilken, F. Almanya ekonomisi açısından yaşamsal önem arz etmektedir. AKP
rejimi ise hem ülkenin stratejik konumunu, hem de ABD-F. Almanya arasındaki
çelişkileri kullanmaya çalışarak, arıza yaratmaktadır. Fazla uzatmadan
noktalayalım: Avrupa’nın hiç bir zaman diktatörlüklerle sorunu olmamıştır,
Türkiye’dekiyle de olmayacaktır. Yeter ki rejim AB’ne göbekten bağımlı kalsın
(örneğin Gümrük Birliği üzerinden), Rusya ile ilişkilerini tahammül edilebilir
düzeyde tutsun, AB’nin etki alanının genişlemesine katkı sunsun ve 12 Eylül
1980’nin mirası olan neoliberal sermaye birikim rejimini korusun. Ki bu durumda
»dişleri çekilmiş«, meşruiyetini kaybetmiş ve hegemonik gücü zayıflamış bir
Erdoğan ile rahatlıkla başa çıkabilir.
Ancak, gayrimeşru referandum sonuçlarını
kabul etseler de, »Erdoğan karşıtlığı« görüngüsüne hâlâ ihtiyaçları
bulunmaktadır. Bunu gene F. Almanya örneğinde açıklamaya çalışalım.
Sonuçların ilân edilmesinin hemen ardından
burjuva medyası ve iktidarı-muhalefetiyle F. Alman politikacıları, F.
Almanya’da yaşayan Türkiyeli seçmenlerin yüzde 63,1 gibi bir oranla »Evet« oyu
vermelerini skandalize etmeye başladılar. Gazete sayfaları »demokraside
yaşayıp, diktatörlüğü seçen«, »entegre olmayan« ve »Evet« oyu vererek Erdoğan’ı
destekleyen Türkiyelilerin »ya Alman vatandaşlıkları iptal edilsin, ya da
ülkeyi terk etsinler« türünden kültüralist ve ırkçı yorumlarla doldu. İşin
garibi, kendilerine »demokrat« diyen Türkiye ve Kürdistan kökenli bir kesim de
bu koroya katıldı. Zaten bu kesim referandum kampanya sürecinde sosyal medya
üzerinden, sırf »Erdoğan karşıtı« oldukları gerekçesiyle ırkçı ve sağ popülist
parti ve gazetelerin söylemlerini paylaşıyor, Wilders, Le Pen, Seehofe gibi bilimum
sağcı-ırkçı politikacılara alkış tutuyorlardı. »Evet oyu verenler gitsin
Türkiye’de yaşasın« korosuna katılanlar, hâlâ F. Alman devletinin
politikalarına alet olduklarını göremiyorlar ne yazık ki.
Peki, F. Almanya’da bu tartışmalar neden
başlatıldı? Öncelikle toplumsal bölünmüşlüğü derinleştirmek ve olası direnç
mekanizmalarını kırmak için. Aslına bakılırsa bu şekilde yeni tip işçi göçünün
başladığı 1950’lerden bu yana sistematik olarak sürdürülen, ayırımcı ve ırkçı
yaklaşımları körükleyen alışılagelmiş politikanın yeniden ısıtılıp piyasaya
sürülmesidir yapılan. 2017’de yapılacak olan eyalet ve federal parlamento
seçimlerinde istenilen sonuçları almak, egemen mülkiyet ve iktidar
ilişkilerinin sorgulanmasını engellemek, militaristleştirilmeye ve neoliberal
dönüşüme karşı yaygınlaşmakta olan itirazları sisteme zarar vermeyecek
yataklara kanalize etmek, çifte vatandaşlık gibi demokratik ve diğer sosyal
kazanımları geri almak ve kapitalist sömürüye boyun eğmeyi »uyum« safsatasıyla
dayatmak için, neredeyse her seçim öncesi uygulanan »günah keçisi«
politikalarının yenilenmiş versiyonudur.
Bu tartışmaların bir diğer amacı da,
kurumsal ayırımcılığın, ırkçı yasaların ve gerici göçmen ve mülteciler
politikasının uğursuz sonuçlarının üstünü örtmek, Türk devletiyle on yıllardır
F. Almanya sınırları içerisinde sürdürülen siyasî, polisiye ve istihbarat
işbirliğini gizlemektir. Örneğin göçmenler arasında sayısal olarak azınlık olan
Türkiyeli muhafazakâr kitle, sanki tüm Türkiyelileri temsil ediyormuş gibi
lanse edilmekte, çoğunluk toplumunda yerleşik olan ksenofobik ve refah
şovenisti yaklaşımlar körüklenmekte, İslam düşmanlığı enstrümantalize
edilmektedir. Tartışmalar çerçevesinde ileri sürülen Türkiyelilerin kendilerini
izole ettikleri ve Erdoğan’ın lobicileri hâline geldikleri iddiası, kısmen
doğru olsa da, bu izolasyonun ve lobicilik çalışmalarının bizzat F. Alman ve
Türk devletleri tarafından yürütüldüğü gerçeğini gizlemektedir. AKP rejiminin
F. Almanya’da geniş bir örgütsel ve istihbarat ağına sahip olmasını sağlayan F.
Alman hükümetinden başkası değil. Doğrudan Erdoğan’ın gizli ödeneğinden
aktarılan paralarla finanse edilen UETD gibi örgütler, Diyanet İşleri
Başkanlığına bağlı olan DİTİB ve camileri, konsolosluklar ve AKP hükümetiyle
sıkı işbirliği içerisinde olan çeşitli kurum doğrudan F. Alman makamlarının
onayı ve bilgisi dahilinde faaliyet yürütmektedirler.
F. Alman ve Türk devletleri arasındaki
doğrudan F. Almanya’da yürütülen işbirliği, özellikle 12 Eylül cuntasının
başlattığı »Huzur Operasyonu« ile derinleştirilmiş ve bugüne kadar
genişletilmiştir. Örneğin F. Hükümet Türkiye’nin Kürt politikasını F.
Almanya’da bire bir uygular, Türkiyeli ve Kürdistanlı örgütleri kriminalize
eder ve devrimcileri ceza yasasına uydurulan bir madde ile hapse atarken, aynı
anda 6 bin MİT elemanının F. Almanya’da serbestçe çalışmasına onay vermektedir.
MİT’nın, F. Alman gizli servisinden Gülen hareketinin aktivistlerini izlemesini
güya protesto eden F. Hükümet, MİT raporlarını Türkiyeli ve Kürdistanlı
devrimcilere karşı açtığı davalarda kullanmaktan ve hapis cezalarının dayanağı
yapmaktan geri durmamaktadır.
F. Almanya’daki devrimci-demokratik göçmen
örgütlerinin on yıllardır eleştirdikleri bu uygulamalar, F. Almanya’da yaşayan
Türkiyeli göçmenlerin Türk devletinin milliyetçi, dinci ve eril prangasında
kalmalarına neden olmaktadır. Bu durum gerek F. Alman devletinin, gerekse de
Türk devletinin işine gelmekte, Türkiyeli ve Kürdistanlı göçmen kitlesinin
istenildiği gibi manevra edilebilen bir kütle olarak elde tutulmasını
sağlamaktadır. Türkiyeli göçmenlerin, üçüncü kuşakta dahi gericileşmelerinin
temel nedenlerinden birisi, uygulanan bu politikalardır.
Yeri gelmişken bu bağlamda Türkiye’deki sol
çevreler arasında da ifade edilen ve doğru kabul edilen iki efsaneye değinmek
gerekiyor: Efsanenin birisi, Türkiyeli göçmenlerin Türkiye’deki seçimlerde AKP,
MHP, SP veya BBP gibi milliyetçi ve dinci partilere oy verirlerken, F.
Almanya’daki seçimlerde SPD, Yeşiller veya Sol Parti gibi partileri
destekledikleri iddiasıdır. Bu doğru değildir. Yapılan empirik araştırmalar, F.
Almanya’daki yerel, eyalet ve genel seçimlere katılım oranlarının muhafazakâr
seçmenlerde çok düşük olduğunu kanıtlamaktadır. Bu kesimin Alman vatandaşı
olmayan ve Yabancılar Meclisi gibi danışma meclisleri seçimlerine katılma hakkı
olanların bu seçimlere katılma oranları ise, milliyetçi ve dinci örgütlerin bu
meclislerde çoğunlukta olmalarına rağmen, yüzde 3 civarındadır.
İkinci efsane, muhafazakâr Türkiyeli
göçmenlerin sınıfsal aidiyetine dairdir. Aralarında büyük endüstri işletmelerinde
çalıştırılan işçiler olsa da, ki bunlar genellikle çekirdek kadroya dahil olan
ve ortalamanın üzerinde maaş alanlardır, genel olarak bu kesimin »mağdur«
göçmen sınıfında olmadıkları söylenebilir. Kimilerinin F. Almanya’da sosyal
yardım alıyor oluşu, Türkiye’deki mal varlıklarının yüksek olmadığı anlamına
gelmemektedir. Aksine bu kesimler AKP rejiminin »nimetlerinden« faydalanan ve
genellikle Türkiye’dekilerden daha militan AKP ve MHP taraftarlarıdırlar. Küçük
burjuva muhafazakâr göçmen kitlesinin Avrupa’da »entegre« olma gibi bir derdi
de yoktur. Ancak bu gerçek, başka bir gerçeği de göstermektedir: F. Almanya’da
bu denli yüksek oranda »Evet« oyunun çıkması, on yıllardır faaliyet gösteren
Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimci-demokratik göçmen örgütlerinin zaaflarını ve
yetersizliklerini göstermektedir.
Sonuç itibariyle gerek referandum
öncesinde, gerekse de sonrasında Avrupa’da yürütülen tartışmalar, hem
Avrupa’daki emperyalist güçlerin, hem de Türkiye’deki AKP-Saray diktasının
lehine toplumsal algıyı manipüle etmeyi amaçlamaktadırlar. Referandum sonrası
süreçte açık olarak görüldüğü gibi, Türkiye’deki muhalif güçlerin oluşturduğu
potansiyelin sadece Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ile Kürt Özgürlük
Hareketi tarafından aktive edilmesi olanaklıdır. Bu güçlerin, diktatörlüğe ve
olası bir faşizm inşasına karşı verdikleri mücadelede Avrupa’daki
devrimci-demokratik güçlerin enternasyonalist dayanışmasına olan ihtiyacı
giderek daha fazla olacaktır. Avrupa’daki devrimci-demokratik göçmen örgütlerinin
ve Türkiyeli komünistlerin temel görevi, Avrupa’daki devrimci-demokratik
güçlerin ve demokratik kamuoyunun bu enternasyonalist görevi yerine getirmeleri
için harekete geçmelerini sağlamaktır. Avrupa’da yaşayan Türkiyeli komünistlerin,
devrimci-demokratik göçmen örgütleri arasında oluşmuş suni görüş ayrılıklarının
aşılması ve birleştirici unsur olan sınıfsal çıkarlar temelinde Türkiyeli ve
Kürdistanlı örgütler ile emekçilerin Avrupa’daki işçi sınıfı ve sınıf partileri
ile, emperyalizme ve AKP-Saray diktasına karşı olan birliğini kurmak için
gereken rolü üstleneceklerinden kimsenin şüphesi olmamalıdır!