12 Ağustos 2010 günkü Frankfurter Allgemeine Zeitung’da yayımlanan bir makale hayli ilginç. Makalenin yazarı Ulf Haeussler, NATO’nun Norfolk’daki Allied Command Transformation biriminde hukuk danışmanı. Makalede ele aldığı konu ise »hedefli likidasyon«, yani Türkçe’si ile yargısız infaz.
Haeussler, tam görevine uygun bir biçimde NATO güçlerinin Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da ve dünyanın diğer bölgelerinde sözde »teröre karşı savaş«ında, mücadele ettikleri grupların önde gelenlerini hedefli bir biçimde yok etmelerinin, BM hukukuna nasıl »uygun« olduğunu anlatıyor. Bunu yaparken gösterdiği en önemli gerekçe de, BM hukukunun »yasaklamadığının, meşru olduğu« argümentasyonu.
Bir diğer gerekçesi de, tek tek ülkeleri »üye oldukları uluslararası kurumların hukukunun, üye ülke hukukunun üzerinde« olması. Yani NATO’ya üye olan ülkelerin egemenlik hakları, NATO’nun meşruiyeti son derece şüpheli kararlarının altında kaldığını iddia ediyor. Elbette BM Hukuku gibi uluslararası hukuk, bunu kabul eden ülkelerin hukukunun üzerindedir ve öyle de olması gerekir. Ancak, NATO gibi üye ülke halklarının demokratik kontrolünde olmayan kurumların hukukunun anayasalardan üstün olması pek demokratik hukuk devleti anlayışı ile bağdaştırılamaz.
Haeussler’e, daha doğrusu NATO’ya göre, »BM hukukunun genel kurallarına göre, silahlı ihtilaflarda düşmanın askerî güçlerine karşı girişilen askerî şiddetin, fazla zarar vermemek şartıyla, düşmanlık sergileyen sivillere karşı da kullanılması, ulusal ceza hukukunun koğuşturma alanında değildir«. Türkçe’siyle, ki bu özellikle Almanya’da Kunduz Katliamı nedeniyle önem taşıyor, NATO’nun işgal güçleri sivil halka karşı da askerî şiddet kullanmasının yasal ve meşru olduğunu söylüyor. Sağolsun Haeussler ahlâkî yanı da unutmamış: »Tabii ki hedefli likidasyonların ahlâkî haklılığı, likidasyon kararını veren politikaların ve silahlı kuvvetler mensuplarının vicdanına bağlıdır« diyor.
Bir an için »teröre karşı savaşın« her zaman ileri sürülen gerekçesini akıllara getirelim. Batılı güçler ne diyordu? »Teröre karşı verdiğimiz savaş, hem demokrasimizin korunması, hem de şer ülkelerinde ezilen halklara demokrasiyi götürmek için bir zorunluluktur«. Peki Batılı demokrasilerin en önemli önkoşulu nedir? Demokratik hukuk devleti! Yani adil ve eşit yargılama, savunma, ispat v.s. olmadan hiç kimse cezalandırılamaz ve aksi ispatlanmadığı sürece her zanlı suçsuzdur.
Demek ki, demokrasiyi korumak veya »şer ülkelerinin halklarına« demokrasiyi götürmek için, önce demokrasinin en temel kuralını bertaraf etmek gerekiyor. Makalenin çıkartılacak sonucu bu. Ancak makalenin asıl amacı, Batının imtiyazlı coğrafyalarında yaşayan halkların yargısız infazları »demokrasinin bir gereği« olarak kabul etmesi için demagoji yapmaktır. Makalede yer alan görüşlerin ne BM hukukuyla, ne de demokratik hukuk devleti esaslarıyla örtüşmediği görmek için hukukçu olmaya gerek yok.
Makaleyi okuduğumda aklıma AB’nin militaristleşmesinin mimarlarından Cooper’in sözleri geldi. Cooper »kendi aramızda karşılıklı güven ve işbirliği temelinde hukuka uymalıyız, ama ormanda hareket ediyorsak, orada orman yasalarını geçerli kılmalıyız« diyordu. Haeussler’in makalesi, işgal bölgelerinde uygulanan orman yasalarının hukuka »uygun« olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bununla birlikte, yarın orman yasalarının imtiyazlı coğrafyalarda da uygulanabileceğinin gerekçesini veriyor. Guantanamo ve CIA’nin Doğu Avrupa ülkelerinde kurduğu hapishane ve işkencehaneler bunun bir örneği.
Yaşamın her alanını, her zaman egemenlerin tanımladığı bir »güvenlik« sorunu hâline getiren ve bunu hukuksal olarak meşrulaştırmaya çalışan anlayış, aslında emperyalizmin ta kendisidir. Batının kapitalist merkezlerinde yaşayan halklar bu anlayışın kendi yaşamlarına yönelik bir tehdit olduğunu anlamadıkları, bugün »yeryüzünün lânetlilerine« yönelik şiddetin, yarın kendilerine yöneleceğini kavramadıkları sürece, değişen bir şey olmayacak. Ta ki şiddet kapılarının önüne gelene dek.
O zaman kendilerini koruduğunu zannettikleri »hukukun« nelere kadir olduğunu göreceklerdir.