»KCK Davasını« izlemek için Almanya’dan gelen delegasyonla birlikte, bugünlerde olunması gereken yerde, Diyarbakır’dayım. Aslında davayı izlediğimiz de söylenemez, çünkü hükümeti, yargısı, emniyetiyle devlet davanın izlenememesi için bütün tedbirleri almış durumda. Daha ilk dakikalardan itibaren, davanın keyfî ve siyasî olduğu ortaya çıktı.
Pazartesi sabahı Diyarbakır adliyesinin önüne gittiğimizde, sadece Avrupa’dan parlamenterler, insan hakları aktivistleri, sivil toplum temsilcilerinin oluşturduğu yüzlerce kişilik bir grup değildik. Türkiye’nin farklı bölgelerinden de tanınmış şahsiyetler, gazeteciler, parti temsilcileri de orada bulunmaktaydı. Kuşkusuz hepsinin isimlerini saymaya kalkışmak için yerim yok, ama en azından birkaçını anmakta yarar var.
Gazetecilerden Cengiz Çandar, Nabi Yağcı, Aydın Engin, Mete Çubukçu, partilerden ÖDP genel başkanı Alper Taş, EMEP genel başkanı Levent Tüzel, DSİP genel başkanı Doğan Tarkan, tabii ki BDP yönetimi ve milletvekilleri, Prof. Gencay Gürsoy, Altan Öymen, milletvekili Ufuk Uras, Hüsnü Öndül, Temel Demirer, Hakan Tahmaz, Kiraz Biçici, Ayhan Bilgen ve onlarca şahsiyet. Türkiye’nin öyle ya da böyle demokratikleşmesi kaygısını taşıyan neredeyse önde gelen bütün isimleri Diyarbakır’daydı. Ancak ne kadar tanınmış olursanız olun, mahkeme salonuna girmek olanaklı değildi. Kamuya açık bir davada, mahkeme başkanı ve emniyet »kamunun kim olacağını« tespit etmiş ve böylelikle keyfiyet ve usülsüzlüğün daniskasını ortaya koymuşlardı.
Gerçi hepimiz duruşmanın ilk gününde usül tartışmalarının olacağını ve fazla bir şey beklenmemesi gerektiğini tahmin ediyorduk, ama mahkeme salonu önünde balık istifi gibi saatlerce bekledik. Nitekim ancak her gazeteden bir kişi ve yabancı delegasyonlardan sadece parlementerler olmak üzere BDP’nin de müdahalesiyle seçilmiş kişiler mahkeme salonuna girebildi.
Adliye önünde ve hemen yanındaki Büyükşehir Belediye Başkanlığı önünde ise durum çok farklıydı. Binlerce Diyarbakır’lı BDP’nin çağrısına uymuş ve barış nöbetine toplanmıştı. Son derece kararlı, ama sakin bir hava vardı. Halkın gerçeklik duygusu, davanın ve dava ile izlenen stratejinin iflasını kanıtladı. Hiç kimse abartılı bir beklenti içerisinde değil, aksine davanın devlet ve hükümetin bundan sonraki tavrını ortaya çıkartacağını biliyordu. Sohbet etme fırsatını bulduğum her Kürt’te aynı tespiti duydum diyebilirim: tutuklular serbest bırakılırsa barış iradesi, serbest bırakılmazlarsa savaş niyetleri ortaya çıkacak. Açıkcası Kürt halkının politik olgunluğu Fırat’ın batısından gelenleri de, yabancı delegasyonları da etkiledi.
Dava ile ilgili bir değerlendirmede bulunacak olursam: »KCK davası« bütünüyle siyasî bir dava ve hukusuzluk abidesi. Bence dava başlamadan, daha ilk gününde bunu kanıtladı. Dava ile Türkiye karar vericilerinin stratejisi de iflas etmiş oldu. Onca tutukluya rağmen ne BDP çöktü, ne de halk desteği bölündü. Referandumda ortaya konulan boykot tavrı, Kürt halkının iradesinin tutuklamalarla engellenemeyeceğini gösterdi. İkincisi, dava ilk dakikalarından itibaren uluslararası alana taşınan ve nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Türkiye karar vericilerinin dünya kamuoyu vicdanında yargılanacağı bir tarihsellik kazandı. Üçüncüsü, bu dava Avukat Meral Danış Beştaş’ın sözleriyle: »Kürtlerin, demokrasinin varolma, cumhuriyet iktidarının Kürtlerle paylaşılıp, paylaşılmayacağının davası« hâline geldi.
Böylesine bir ortamda bu davayı açanların veya açılmasına önayak olanların pişman olduğunu tahmin etmek yanlış olmayacaktır. Yapılmak istenen, yani Kürt halkının direnişini parçalama hedefinin tam tersi gerçekleşmiş, sadece Türkiye kamuoyu değil, aynı zamanda Türkiye’deki karar vericilerin en önemli müttefikleri olan ABD ve AB dahi bu aptalca adımı şaşkınlıkla izlemişler ve Kürt halkı bölünmek yerine, daha fazla kenetlenmiştir. Hukukun sadece görüntüden ibaret olduğu bu dava, Türkiye’nin yakın geleceğini belirleyen bir dava olarak, egemen politikanın başında sallanan bir »Demokles Kılıcı« hâline gelmiştir.
Bu açıdan bakıldığında, Başbakan Erdoğan’ın Kürt Sorunu bağlamında Pazar günü sarf ettiği son derece keskin açıklamayı tersinden okumak gerekmektedir. Erdoğan, deyim yerindeyse olası bir tahliye kararına karşı önceden »gardını« almış, milliyetçi bir çıkışla »ben istemiyorum, ama yargı bağımsızdır, kararını verir« sinyalini vermiştir. Dava, daha ilk tutuklamalarla birlikte hükümeti zora düşürdüğünden, olumsuz sonuçlanması çok daha kötü sonuçlara neden olacaktır. Bu nedenle hükümette »zararın neresinden dönülürse kârdır« anlayışının hakim olduğu kanaatindeyim.
Çünkü binlerce sayfa tutan iddianamenin yürürlükteki yasalar açısından dahi ciddiye alınabilecek bir yanı yok. Basit bir örnekle bunu anlatmaya çalışayım: tutuksuz yargılanan sanıklardan birisi, bir belediye çalışanı. Kendisine yöneltilen suç ise, 2008 yılında Rosa-Luxemburg-Vakfı ile Bağlar Belediyesi’nin gerçekleştirdiği bir etkinlik. Yasal bir etkinliğin, yasa dışı hâline getirilmesi, suç fiîlinden önce, »faillerin« tespit edilip, suç fiîlinin sonradan konstrüksiyonu, iddianameyi üzerine yazılı olduğu kâğıt kadar dahi değerli hâle getiremiyor.
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen delegasyonlar, gerek adliye önünde, gerekse de mahkeme salonunda ve etrafında hukuksuzluğun ve keyfîyetin ne denli pervasızca sergilendiğine tanık oluyorlar. Parlamenterlerden bir tanesi, »bu dava, Türk hükümetinin bile bile kendi kalesine gol atacak kadar basiretsiz olduğunu gösteriyor, bunu kavrayacak akıllı bir politikacı dahi yok mu« diyerek, şaşkınlığını ifade ediyordu.
Almanya’dan gelen delegasyon ise, her fırsatta Kürt halkı ve kurumları ile olan dayanışmalarını sergilemekten kaçınmadılar. Bu sabah adliye önünde yapılan basın açıklamasında, tutukluların hemen serbest bırakılmasını talep eden parlamenterler ve diğer delegasyon üyeleri, »bugün ortaya çıkan durum, sadece Türkiye hükümetinin değil, aynı zamanda Avrupa hükümetlerinin de gerçek yüzünü ortaya çıkartmıştır. Türkiye ve Avrupa hükümetleri, Kürt Özgürlük Hareketinin halka dayanan bir hareket olduğu gerçeğini ve sorunun askerî yöntemlerle çözülemeyeceğini kabul etmelidirler. Nasıl Türkiye hükümetinin Kürtlere yönelik baskılarına karşı çıkıyorsak, aynı zamanda ROJ TV’ye karşı dava açan, Türkiye’ye silah satan Avrupa hükümetlerinin politikalarına da karşı çıkıyor, BDP, Kürt halkı ve Kürt kurumları ile dayanışma içinde olduğumuzu ilân ediyoruz. Tüm tutuklular salınmalı, barışıl çözüm için Abdullah Öcalan muhatap alınmalı, KCK ve ROJ TV davaları geriye alınmalı ve Kürt Sorunu’nun barışçıl ve demokratik çözümü için ciddiye alınacak adımlar atılmalıdır« açıklamasını yaptılar.
Diğer delegasyonlar da boş durmuyordu. »Herkese Özgürlük« sloganını dört dilde yansıtan bir pankart taşıyan İtalyan aktivistler, Avusturyalı, Britanyalı, İsviçreli parlamenterler, insan hakları aktivistleri ve çeşitli uluslararası kurum temsilcileri mahkeme binasında ve dışında, davanın kendisinin yargılandığını, kabul edilebilecek bir durum olmadığını açıklıyorlardı.
Aynı şekilde davayı izleyen Türkiye’nin önde gelen gazetecileri de, davanın siyasî olduğunu, davada Kürt halkının kendisinin yargılandığını, bu akıl almaz hatanın telafi edilmesi gerektiğini ve Kürtçe’nin yargılandığını köşelerine taşıyordular. Kısacası, hemen herkes Türkiye karar vericilerinin baltayı kendi bacaklarına indirdiği kanaatindeler.
Bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde duruşma devam ediyordu. Tutuklu ve tutuksuz yargılananlar, mahkemece kabul edilmemesine rağmen savunmalarını Kürtçe yapma konusundaki kararlılıklarını gösterdiler. Diyarbakır halkı ise, temsilcilerine sahip çıktıklarını ve çıkmaya devam edeceklerini. Burada görebildiğim kadarıyla sonuç olarak, bir halkı sanık hâline getiren bu siyasî dava, nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, egemen politikanın yenilgisini tescil edecektir. Halkın sahip çıktığı, halka dayanan bir hareketin rejiyi eline aldığı bu dava, tarihe bir utanç davası olarak not düşülecek. »Anadilde savunma hakkı« talebiyle birlikte bu dava, Kürtçe’nin ve Kürt kimliğinin tanınmasının artık reddedilemeyeceği bir yola girdiğini göstermektedir. Bu davada, her ne kadar bir halkı »sanık« durumuna getirilmişse de, tarih önünde asıl sanık sandalyesine oturan, egemen politika olacaktır.
Diyarbakır, Türkiye karar vericilerine önemli bir sorumluluk taşıdıklarını göstermektedir: Ya Kürtlere yasal – siyasî alanda kendi haklarını savunma olanağı tanınıp, barış iradesi gösterilecektir, ya da tüm ülkeyi kan gölüne dönüştürme potansiyeli taşıyan bir yola girilecektir. Her iki durumda devlet ve hükümet sorumluluk taşımaktadır. Her iki durumda etkilenecek olan tüm Türkiye’dir. Diyarbakır’ın gösterdiği politik olgunluğu, barış iradesini ve kararlılığı, »uzatılan bir barışma eli« olarak görüp, bunun gereğini yerine getirecek bir politikayı yaşama geçirmek, Türkiye’de yaşayan herkesin lehine olacaktır. Cengiz Çandar’ın dediği gibi, »dava siyasî, hukuk görüntüdür. Nasıl tutuklamalarda hukuk siyasete uydurulmuşsa, tahliyelerinde de hukuk siyasete uydurulur. Sonuç olarak çıkacak sonuç siyasîdir.« Top, artık devlet ve hükümet temsilcilerindedir.