Alman Şansölyesi Angela Merkel’in başkanlığında yapılan »4. Entegrasyon Zirvesi« de kayda değer hiç bir sonuç çıkarmadan sonuçlandı. Son haftalarda yaygın medyanın da körüklemesiyle sürdürülen onca tartışmadan sonra gerçekleştirilen zirve için »dağ fare doğurdu« dense, herhalde abartma olmaz.
Halbuki zirveye katılım ender görülen yoğunluktaydı: Federal bakanlar, eyalet başbakanları ve bakanları, muhalefet partilerinin temsilcileri, işveren örgütleri, medya ve göçmen örgütlerinin önde gelen isimleri zirveye katılarak, öneminin altını çizmişlerdi. Ancak zirveden, zaten Federal Hükümetin önceleri karar altına aldığı bir takım tedbirlerin »ivedilik ve kararlılıkla uygulanacağına« dair içi boş bir karardan başkası çıkmadı. Açıkcası,başka bir şey de beklemiyordum.
Aslına bakılırsa muhafazakâr ve liberaller, sosyaldemokrat ve yeşillerden daha cesur çıkmış ve »Almanya bir göç ülkesidir« söylemini devlet katına taşıyarak, göçten kaynaklanan sorunların çözümü konusunda adımlar atabileceklerine dair umut vermişlerdi. Öyle ya, Almanya tarihinde ilk kez göçmen örgütlerinin temsilcileri (tabiî bunların hükümetce seçilmişler olduğunu söylemeye gerek yok) devlet tarafından muhatap alınıyor ve »yuvarlak masa« anlayışını yansıtan bir zirveye davet ediliyorlardı. Her defasında »ah ne kadar yabancı dostu« olduklarını vurgulayan sosyaldemokratlar ve yeşiller ise iktidarları boyunca değil böyle bir zirve gerçekleştirmek, göçmen örgütlerinin kendilerine yakın olanlarını dahi muhatap alma gibi bir kaygıları olmamıştı. Bu açıdan gerçekleştirilen zirveler ile Alman devletinin öyle ya da böyle ülke realitesini kabul ederek, çözümü kolaylaştırıcı tedbirlere yönelebileceği umudu yeşermişti.
Elbette, devletler büyük tankerler gibidir. Rotalarını değiştirmeleri uzun süre alır, küçük tekneler gibi manevra yapamazlar. Bu nedenle Alman devletinin göç ve göçmenler konusunda gerçekleri bilinçli olarak reddetme rotasından, gerçekleri kabul etme ve sorunları çözüme ulaştırma rotasına geçmesinin doğal olarak uzun süreceği kuşku götürmez. Amma velâkin, şimdiye kadar gerçekleştirilen zirvelerle de, göç ve göçmen politikaları konusunda Alman devletinin esaslı bir »rota değişikliğine« gittiğine inanmak, fazlaca naif olacak.
Öncelikle Almanya’nın göç ve göçmen politikalarının iki temel nokta üzerine kurulu olduğunu görmek gerekiyor: ulus devlet ile egemen iktidar ve mülkiyet ilişkileri. Alman devletinin göç ve göçmen politikalarında attığı / atacağı bütün adımlar bu iki temel noktadan belirlenmektedir. Entegrasyon, yani asıl anlamıyla »bütünleşme«, devlet politikası değildir. Entegrasyon sözü ile tanımlanan aslında »uyum«, yani öyle ya da böyle »asimilasyon«dur. Uyumu / asimilasyonu hedefleyen politikalar ile de göçten kaynaklanan sorunların, göçmenlerin, dolayısıyla toplum genelinin lehine çözülmesi ise olanaksızdır.
Merkel hükümetinin böylesi zirvelerle amaçladığı, göçmenlerin taleplerine uygun bir çözüm geliştirmek değil, göçmenleri egemen politikaya eklemlemek için »terbiye etmektir«. Zirvelere katılan göçmen örgütü temsilcilerinin, bütün eleştirilerine rağmen yaptıkları açıklamalar, ne denli terbiye edildiklerini kanıtlamaktadır. Monologdan ibaret toplantılarda »göçmenlerin nasıl daha iyi uyum sağlayabilecekleri« üzerine bir yarışa girmeleri, çoğunluk toplumu karşısında göçmenlerin sosyal, politik, kültürel ve hukukî çıkarlarını savunmaktan çok, temsil ettikleri »göçmen örgütlerinin« devlet katında kabul edilmesine (ve böylece kırıntıdan fazlası olmayan bazı proje havuzlarından faydalanabilmelerine) yaramakta ve Alman devletinin ayırımcı, ırkçı ve dışlayıcı politikalarının meşrulaşmasına hizmet etmektedir.
Denilecektir ki, »sorunları çözme yolunda muhatap alınıyoruz, devrime kadar mı bekleyelim?«. Elbette devrim sonrasını beklemeye gerek yok ve elbette verili koşullar altında da sorunları çözücü tedbirler olanaklıdır. Ancak bugün »göçmenler adına« zirvelere katılan ve aslında salt kendi örgütlerini temsil eden göçmen temsilcileri esas yerine tali olanla ilgilenmekte ve göçten kaynaklanan sorunların en temel nedeni, yani sosyal nedenlerini yadsımaktadırlar.
Doğru, çoğunluk toplumuna uyum sağlanarak göçten kaynaklanan sorunların bazıları çözülebilir, ki egemen politikanın istediği de budur. Nasıl 100 yıl önce Ruhr Havzası’na yerleşen Polonyalı göçmenler Almanlaşarak »göçmenlikten« kurtuldularsa, günümüzün göçmenleri de asimilasyonla aynı yolu izleyebilirler. Ama bu adım, 100 yıl önce olduğu gibi, bugün de sorunların sosyal nedenlerinin çözülmesi anlamına gelmeyecek, çoğunluk toplumunun merkezinde kökleşmiş ırkçı, sosyal ırkçı ve ksenofobik korkuların ortadan kalmasına yol açmayacaktır.
Almanya’da yaşayan her insanın ulusal, etnik, dinî kökenine bakılmaksızın ve vatandaşlığa geçme koşulu olmaksızın her türlü eşitliğinin sağlanması talep edilmeden, bu uğurda mücadele etmeden egemen politikanın piyonu, oyuncağı olmamak olanaklı değildir. En fazla terbiye edilmiş, uysallaştırılmış olursunuz o kadar...