Tarihin bir cilvesi mi bilemem ama, görüldüğü kadarıyla 1945’de Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombaları ile başlayan nükleer çağ, 2011 Fukushima Nükleer Felaketi’yle kapanmak üzere. Dünya çapında travmatik etki yaratan 1945 ve 2011 felaketlerinin Japonya’da meydana gelmeleri ise işin acı ve de ironik bir yanı.
Son derece yüksek bir teknolojiye sahip olan Japonya, onyıllardır gerek deprem ve tsunami gibi doğal felaketler, gerekse de nükleer enerjinin »sivil kullanımı«ndaki rizikolar konusunda »ne denli güvenli« olduğu belirtilen örnek bir ülke olarak anılırdı. Şimdi ise dünyanın gözü önünde o »son derece ucuz« enerji üretiminin ne denli büyük felaketlere yol açabileceği ve bu felaketlerin dünyanın diğer bölgelerini de on yıllarca etkisi altına alabileceğini kanıtladı.
Büyük mühendislik becerilerine, yüksek teknolojiye ve düşünülebilecek en büyük rizikolara hazırlıklı olunmasına rağmen Fukushima Nükleer Felaketi modern toplumların ne kadar kırılgan, ne denli yaralanabilir olduğunu gösteriyor.
Ama bu felaket aynı zamanda kâr hırsı ile yanıp tutuşan sermayenin tarihten hiç bir şey öğrenmek istemediğini de gösteriyor. 1930lu yıllardan beri yakınlıkları devam eden Alman ve Japon sermaye çevreleri bunların başında geliyor.
Almanya ve Japonya’nın 1960lı yıllardan itibaren nükleer enerjinin »sivil kullanımı« ile ilgili attıkları adımları, tarihsel yenilgileri bağlamında ele almak gerekli. Çünkü her iki ülkenin sermaye çevrelerinin nükleer enerjinin »sivil kullanımı« dertlerinin ardında, II. Dünya Savaşı sonrasında kendilerine yasaklanan nükleer silah potansiyelini elde etme hırsları yatıyordu.
Nükleer enerji kullanımının tarihsel sürecine baktığımızda ise, atom çekirdeğinin parçalanması tekniğinin askerî ve enerji kullanımının birbirleri ile bağlantılı olduğunu görürüz. Atom çekirdeğinin parçalanma tekniğinigeliştiren temel itki savaştı ve bu nedenle »barışçıl« olması söz konusu dahi değildir. Fukushima Nükleer Felaketi aynı zamanda bu tekniğin ne denli kirli ve doğa düşmanı olduğunu da kanıtlamıştır.
Gelişmiş kapitalist ülke hükümetleri bugünlerde nükleer santralleri kapatma tartışmalarını sürdürüyorlar. Şüphesiz bu gelişme, salt tehlikenin farkına varmanın değil, kamuoyunda yaygınlaşan nükleer santral karşıtlığının bir sonucu. Sadece Almanya’da günlerdir onbinlerce insan santrallerin kapatılmasını talep ederek sokaklara dökülmekteler. Ama Alman hükümetinin aldığı »Moratoryum Kararı«nı bu bağlamda zaman kazanma aracı olarak görmek gerekiyor. Çünkü, henüz nükleer enerji sevdasından vazgeçmiş değiller.
Toplam elektrik ihtiyacının yaklaşık yüzde 25’ini nükleer enerji kullanımından elde eden Almanya’da santrallerin kapatılmasına karşı çıkanlar en başta enerji tekelleri. Elektrik ve doğal gaz piyasası Almanya’da 5 büyük tekelin elinde ve bu tekeller, en fazla kâr sağladıkları nükleer santrallerin kapatılmasını tüm güçleri ile engellemeye çalışıyorlar.
Bu nedenle son günlerde Almanya’daki yaygın medyada santrallerin kapatılmasına karşı argümanlar yayımlanmaya başlandı. Bunların başında, »santrallerin kapatılmasını isteyenler naiftir ve ekonomiden bir şey anlamayan teknoloji düşmanlarıdır« suçlamaları geliyor. Halbuki atom santrallerine karşı çıkma teknoloji düşmanlığı değil. Tam aksine, doğal kaynakları koruyan, ekolojik dengeyi sağlayan ve felaket rizikolarını minimize eden yenilenebilir enerji üretimi ve bu üretimden olabildiğince geniş kesimlerin yararlanabilmesi için daha fazla teknolojiye gerek var. Yaklaşık 7 milyar insanın yaşadığı yerkürenin geleceği, nükleer enerjiye veya fosil enerji kaynaklarına değil, ekolojik, desantral ve yenilebilir enerjilere bağlıdır. Egemenler de bu gerçeğin farkına varmışlardır ve bu nedenle önümüzdeki yirmi yıllık bir süreç içerisinde nükleer enerji döneminin kapanması söz konusudur.
Ama her yerde değil: emperyal hırslarını gizleyemeyen Türkiye egemenleri ile Iran gibi ülkelerde tam tersi bir gelişme görülmektedir. Her iki ülkede de nükleer enerji kullanımı isteğinin ardında, askerî stratejiler durmaktadır. Deprem kuşağında olan her iki ülkenin egemenleri, coğrafyamızı yeni bir ipoteğin altına sokmaya çalışmaktadırlar.
2011 Newroz’unun kutlandığı bugünlerde, sosyoekolojik dönüşümün, her türlü üretim ve tüketimin demokratik kontrol altına alınmasının ve merkezinde kâr mantığı yerine, insanın ve doğanın duracağı politikaların ne denli gerekli olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Coğrafyamızda nükleer kâbusa karşı geniş bir toplumsal direnişin geliştirilmesi günümüzün en ivedi görevleri arasındadır. Buna vesile olacağı umuduyla, hepimizin Newroz’unu kutlarım.
Newroz piroz be!