Avrupa basınını izleyenler, Batı’nın Türkiye konusunda son derece ilgisiz olduğu kanısına katılabilir. 12 Haziran Genel Seçimleri’nin ardından medyada, biraz AKP’nin artan özgüvenine hayıflanarak, biraz da »modernleşme çabalarını« överek seçimlerden bahsedildi. Bir kaç gün sonra ise, Türkiye hakkındaki haberleri »ara ki, bulasın« durumunda kaldık.
Bu, Avrupa hükümetlerinin, bilhassa Alman hükümetinin Türkiye politikasında bir değişiklik olmadığını gösteriyor. Kendi stratejik çıkarları doğrultusunda Türkiye’deki devlet politikalarına eskiden olduğu gibi, bundan sonra da destek çıkacakları çok açık. O açıdan, Türkiye’deki antidemokratik uygulamalar konusunda Avrupa’dan bir müdahale gelebileceğini beklemek son derece büyük bir naiflik olacak.
Türkiye’deki yeni statükonun temsilcisi olan AKP ise bunu çok iyi biliyor. Seçim öncesi ve süresi boyunca kullanılan şoven-milliyetçi söylemin getirdiği oy desteği, AKP’nin yeni iktidar döneminde otokratik bir sistemi yerleştirme yönünde bir siyaset izleyeceğine işaret ediyor. Görüldüğü kadarıyla başbakan Erdoğan ve yakın çevresi, »kontrollü bir çatışma« ile tasfiye politikalarını sürdürebileceklerine inanmış gibi. AKP grup başkan vekili Bekir Bozdağ’ın Perşembe günü yaptığı basın toplantısında verdiği sinyaller, maalesef başka bir sonuç göstermiyor.
Bozdağ, milletvekilliği düşürülen Hatip Dicle ile 2002’de benzer bir durumda milletvekili seçilen Erdoğan’ın durumunun aynı olmadığını ifade etti. Dicle’nin durumunu kendince »hukuk« temelinde değerlendiren Bozdağ, önemli bir ayrıntıyı gözden kaçırıyor. Bir örnekle açmaya çalışayım.
Hikâyeyi bilirsiniz. Adamın biri, bir sohbette çok bilmişliğini kanıtlamak için anlatmaya başlamış: »Bir keşiş, deniz kenarında, tam da kızını kurban edeceği sırada Mikail isimli melek gökten bir keçi getirdi...« Sohbet edenler arasında bulunan bir bilge kişiye »doğru değil mi« anlamında bir bakınca, bilge kişi başlamış adamı paylamaya: »Bre adam, söylediklerinin neresini düzelteyim? Bir keşiş dediğin, Hazreti İbrahim idi! Deniz kenarı değil, dağlık arazideydi. Kızını değil, oğlu İsmail’i kurban edecekti... Meleğin adı Mikail değil, Cebrail’di ve gökten indirdiği keçi değil, koyun idi!«
Şimdi Bozdağ, »Erdoğan’ın durumu ile Dicle’nin durumu aynı değil« derken, Dicle’nin mahkûm edildiğini ve infazının gerçekleşmesi gerektiğini, bu nedenle de »adaylık ehliyetinin« olmadığını ve hukukî açıdan düzeltilemeyeceğini vurguluyor. Söz konusu olan mahkûmiyet, yeni statükonun parçası olan yargı tarafınca, bir konuşma nedeniyle, yani bir düşüncenin ifade edilmesiyle verilmiş bir mahkeme kararına dayanıyor. Hatip Dicle’nin mahkûmiyet kararının »hukukî« değil tam anlamıyla siyasî bir karar olduğunu, hukukçu olmayanlar bile anlayabilir.
Bozdağ’ın getirdiği gerekçelerin tek tek hepsinin hukuksal olarak yanlış olduğu kanıtlanabilir. Ama düzeltmeye kalksak, önce »neresi doğru« dememiz lazım. Kanımca burada asıl söz konusu olan, hukuksal bir tartışma değil, Bozdağ’ın »hukuku« öne sürerek verdiği sinyaldir, ki bu sinyal, AKP’nin kontrol altında tutabileceğini zannettiği bir kriz ve çatışma ortamını göze aldığına yöneliktir. Diğer AKP’lilerin »çözüm için adım atılabilir« biçiminde verdikleri demeçler, bizzat AKP grup başkanvekili tarafından geçersiz kılınmıştır.
Peki, yeni statükonun karar vericilerinin göze aldıkları »kontrollü kriz« gerçekten de »kontrol« altında tutulabilecek mi? Yapılan araştırmalarla kanıtlanan ciddî toplumsal ayrışmalar, Kürt halkının hakları konusunda geri adım atmayacak kadar kararlı olması ve AKP’nin şoven-milliyetçi söylemiyle zehirlenmiş olan politik atmosfer, olası bir toplumsal krizin ve akabinde yeniden alevlenmesi muhtemel savaşın hiç bir şekilde kontrol altına alınamayacağını, tam aksine, hiç bir gücün durduramayacağı son derece kanlı bir süreci tetikleyebileceğini göstermektedir.
Böylesi bir durumda Avrupa’nın sessiz kalacağı çok açık. O açıdan, bu kanlı sürecin başlaması ancak »sokağın« ve gücünü »sokaktan« alan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’unun göstereceği direnç ile engellenecektir. Blok bileşenlerinin »çözüm olana kadar milletvekillerinin TBMM’ne gitmeme« kararı, kimi solliberalin tanımladığı gibi »parlamentodan kaçmak« veya »vekâleti terk etme« değil, meşru ve bir o kadar gerekli bir tavırdır. YSK’nun aldığı kesin karardan sonra, Ahmet Türk’ün ifade ettiği »ya hepimiz, ya hiç« söylemi bence vazgeçilemeyecek olan bir kırmızı çizgi hâline gelmiştir. Artık mesele Hatip Dicle meselesi olmaktan çıkmış, ülkenin ve dolayısıyla bölgenin geleceğini belirleyecek bir yol ayırımında karar verme meselesi olmuştur.
Öyle ya da böyle, artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. AKP’nin Avrupalı müttefikleri Erdoğan ve hükümetini, kendilerini de içine çekecek bir girdaba girmemesi için ikna edebilirlerse, ne âlâ. Yoksa bu ateş herkesi yakacak!