12 Haziran 2011 genel seçimlerinden sonra ve bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde Türkiye PKK önderi Abdullah Öcalan’ın yapacağı açıklamaya kilitlenmişken, bir başka ülke hakkında yazmak hiç te kolay değil. Ancak Suriye’nin geleceği bir bakıma Türkiye’nin de »iç meselesi« olduğundan, yine Suriye üzerine yazmak doğru olacak.
Suriye, en geç Suriye’li mültecilerin Türkiye’ye sığınmasıyla Türkiye’nin bir iç politika sorunu hâline geldi. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi’nin Türkiye-Suriye sınırında aldığı önlemler, Suriye’li mültecilerin dramının büyüklüğünü şimdiden gözler önüne seriyor. Her ne kadar Suriye Enformasyon (siz bunu dezenformasyon olarak okuyun) Bakanı Adnan Mahmud devlet televizyonundan mültecilere »ülkeye geri dönün« çağrısı yapmış olsa da, mülteci akımının devam edeceği çok açık.
Tüm stratejik değerlendirmelerden bağımsız, Türkiye demokratik kamuoyunun, bilhassa elde ettiği seçim başarısıyla bizlerin göğsünü kabartan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku bileşenlerinin, zaman geçirmeden mültecilerin sorunlarına el atmaları ertelenemeyecek bir zorunluluk. Acilen hükümete, mültecilerin insan onuruna uygun olarak barındırılmalarının, her türlü gereksinimlerinin karşılanacağı ve kendi kaderlerini kendilerinin tayin edebileceği koşullarda yaşamlarını sürdürmelerinin olanaklı kılınması için baskı yapılmalıdır. Bu açıdan DİSK’in, sayıları onbine yaklaşmış olan mültecilerle ilgili olarak bir açıklama yapmış olması ve Hatay’a bir heyet göndermek istemesi son derece anlamlıdır.
Diğer yandan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, önce Salı günü Suriye Başkanı Başer el-Esad ile telefonlaşması ve ardından özel elçi, Suriye eski Savunma Bakanı Hasan Turkmani’yle Ankara’da görüşmüş olması, Türkiye karar vericilerinin, Suriye’nin geleceği ile ilgili olarak belirli hazırlıklar içerisinde olduğunu gösteriyor.
Türkiye’nin »angajmanını«, seçim sonrası biçimlenecek olan iç ve dış politikalar bağlamında okumak yararlı olacaktır. Suriye’deki statükonun değişmemesinin Türkiye’nin de, ABD ile AB’nin de çıkarları ile örtüşmediğini daha önce de yazmıştım. Şimdi, seçim sonrasında ve Kürt hareketinin ulusal bir konferansın muhtemelen 2011 Ekim’inde toplanmasını başarmasından sonra Suriye, Türkiye için çok daha yaşamsal bir önem kazanmıştır.
Suriye aynı zamanda uluslararası stratejiler için de belirleyici bir öneme sahip. Bir kere Suriye nüfusunun etnik ve dinî çeşitliliği, gelişmelerin ne denli bir şiddet potansiyeline sahip olduğuna dikkat çekiyor. Bununla birlikte, olası bir değişimin nasıl bir yön alacağının belirsiz olması, Orta Doğu’nun bütünü açısından ciddî bir altüst oluş tehlikesini taşıyor, ki Suriye’nin 15 Mayıs ve 5 Haziran 2011’de Golan Tepeleri’nde ölümlerle sonuçlanan protestolara izin vermesi, komşulara ve uluslararası güçlere verilen bir »ortalığı karıştırırım« sinyalidir. Despotik Suriye rejimi, Iran’ın bölgedeki etkisini sınırlayabilen tek güç olarak, ülkenin bu stratejik önemini kendi geleceği açısından kullanmak istiyor.
»Suriye’de emperyalizmin ve gerici güçlerin parmağının olduğu, henüz Çarşamba günü Mezze’de büyük bir yürüyüşle Esad’ın desteklendiğini ve ülke nüfusunun çoğunluğunun ayaklanmalara katılmadığını« belirten itirazların geldiğini duyar gibiyim.
Öncelikle rejimden nemalanan orta katmanların ve sermaye çevrelerinin ikâmet ettiği Mezze’de, Esad karşıtı bir yürüyüşün beklenemeyeceğinin altını çizmek lazım. Diğer yandan, nüfusun çoğunluğunun sessiz olmasının, rejimin despotik ve antidemokratik yapısını değiştirmediğinin de. Kendi yurttaşı olan Kürt nüfusa yurttaşlık haklarını tanımayan, nüfus kâğıdı dahi vermeyen bir rejimin neresi savunulabilir, anlayabilmiş değilim doğrusu.
Peki bu durumda nasıl davranmak gerekir? Özellikle Kürt hareketi ve Türkiye’de solun ana akımı olmaya aday Blok bileşenleri nasıl davranmalı? Öncelikle baskıların ve devlet şiddetinin sonlandırılması, onbini aşkın politik tutuklunun serbest bırakılması, eşitlikçi, özgürlükçü, seküler ve tamamiyle demokratik koşulların gerçekleştirilmesi talep edilmeli; ülke nüfusunun bütünü için, insanların etnik veya dinî kökenlerine bakılmaksızın, sosyal ve demokratik hukuk devleti esaslarının sağlanması temel istem olarak ifade edilmelidir. Suriye’deki gelişmeler, bölgenin bütününü kapsaması gereken bir Demokratik Özerklik ve Demokratik Konfederalizm programının hayata geçirilmesini savunmak için önemli bir fırsattır.
Kanımca şu gözden kaçırılmamalıdır: Türkiye 15 Haziran sonrasında hangi rotaya girerse girsin, Suriye her halükârda başat rol oynayan bir faktör olacaktır. Gerek Kürtlerin ulusal birlik çalışmaları, gerekse de TBMM’nde ana muhalefet rolünü üstlenmek zorunda olan Blok bileşenleri açısından, salt Türkiye sınırları içerisinde kalacak politikalarla ilgilenmek ve Suriye’yi dikkate almamak, küçümsenemeyecek bir stratejik hata olacaktır.