20 Tem 2011

Topyekün propaganda (III)

Ya da; asıl mesele Demokratik Özerkliği meşruiyetsiz kılmak

Türkiye'de kurulu olan partilerin karar alma biçimlerine, yönetim şekillerine, aday belirleme prosedürlerine, politika oluşturma süreçlerine, kısacası tüzükleri ve yapılanmalarına baktığımızda, bu partilerin demokratik örgütler olmadıklarını görürüz. Başka türlü olması zaten mümkün değil, çünkü en başta Siyasî Partiler Yasası demokratik değil. Demokratik olarak tanımlanabilecek partilerdeki işleyişler, Türkiye'de tam tersine, aşağıdan yukarıya direktif yoluyla işlemektedir.

BDP'nin burada kısmen bir istisna oluşturduğunu iddia etmek olanaklıdır. Çünkü partinin, yürürlükteki yasalara rağmen her kademesinde gerçekleştirilen eşbaşkanlık sistemi ve uygulanan kadın kotası ile partinin halk meclislerinin, DTK'nin aldığı kararlara sadık kalması, bu iddiayı güçlendiriyor. Ancak bu noktada belirleyici olan BDP değil, bir bütün olarak Kürt siyasî hareketinin demokratik oluşum iradesi ve özellikle BDP'yi destekleyen halk kitlelerinin politizasyonudur.

Buna rağmen demokratik olma konusunda BDP'yi eleştiriden muaf tutmak yanlış olur. BDP yöneticilerinin – en azından bir kısmının – klasik parti anlayışına takılı kalması demokratik işleyişi zorlaştırmaktadır. Bu açıdan Diyarbakır'da defalarca işittiğim »halk BDP'den ileri« tespitine kulak vermek, antidemokratik yasaların dayatmalarına rağmen parti içi demokrasiyi gerçekleştirmek niçin BDP yönetimine yardımcı olacaktır kanısındayım.

Yahu, bunun Demokratik Özerklik ile ne âlâkası var derseniz, çok âlâkalıdır derim. Bir kere Demokratik Özerkliğin içini dolduracak, halkın yönetime katılımını ve doğrudan demokrasinin gerçekleşmesini sağlayacak olan araçlar, partiler de dahil çeşitli kurumlardır. Ve tek tek, komünden, ülke meclisine ve siyaset aracı olarak partiye kadar bütün kurumlar kendi içerisinde en geniş demokrasiyi sağlamadıkları müddetçe, Demokratik Özerklik laftan ibaret kalacaktır.

Çatı Partisi

Kürt siyasî hareketinin demokratik kurumları oluşturma girişimlerinin yaygın medyada karikatürize edilmesi, Türkiye kamuoyunu manipüle etme çabalarından birisidir. Bu çerçevede kâh »BDP siyaset yapmıyor«, »talimatla hareket ediyorlar«, kâh da »Öcalan'ı dinleyip meclise girseler ya« türünden veya Blok milletvekileri arasındaki görüş farklılıklarını »çatlak var« yorumuyla manşete çıkartılan demagojik söylemlerle BDP'nin ve desteklediği bağımsız milletvekillerinin siyasî rüştleri sürekli sorgulanmaya, meşruiyetleri zayıflatılmaya çalışılmaktadır.

Bu manipülasyon çabaları hem Kürt siyasî hareketi içerisinde ayrışmalar yaratarak hareketi zayıflatmaya, hem Kürt siyasî hareketi ile birlikte hareket edenleri irrite etmeye, hem de Kürt siyasetçilerini »terbiye« etmeyi hedeflemektedir. Egemen söylemin bu çabasının, vesayet rejiminin mağdurlarının emek, barış, demokrasi ve özgürlükler temelinde birleşerek, iktidar alternatifi yaratacak bir örgütlü gücü engellemeye yönelik olduğu son derece açıktır.

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok'unun genel seçimlerde elde ettiği »yenilgideki zaferi« (Demir Küçükaydın), yeniden Çatı Partisi tartışmalarını alevlendirdi. Tartışmaların alevlenmesi de doğal olarak kamuoyunu manipüle etme çabalarını bu tartışmaya yöneltti. Görüldüğü kadarıyla liberal Kürt aydınları da Çatı Partisi projesinden pek hoşnut değiller.

Bu konuda en açık konuşan gene Tarık Ziya Ekinci. Gerçi Ekinci'nin 18 Temmuz 2011 tarihli Radikal gazetesinde yayınlanan mülakatında, PKK ve BDP'yi »küçük burjuva hareketleri« ve radikal solcuları »kemalist zevat« olarak yaftalamasına – ucu bana da dokunduğundan – yanıt vermek çekici geliyor, ama bu konuda sarf edilecek her söz bu saçmalığı ciddiye almak olurdu. Ekinci'nin kullandığı hakaretvari sözleri, ilerlemiş yaşının getirdiği dalgınlığa verelim.

Aslına bakılırsa Ekinci'nin Çatı Partisi konusunda söyledikleri yeni şeyler değil. Çatı Partisi tartışmaları ilk başladığında, »liberallerin ve demokratların bir araya geleceği bir Türkiye partisi kurmak lazım« ana mantığını vurguladığı bir yazısında karşı çıkış gerekçelerini sıralamıştı. O yazısında da kendi kafasında oluşturduğu bir »sosyalizm« ve »solculuk« anlayışını eleştiriyor ve »bunlarla olmaz« diyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, yazısında getirdiği eleştiriler dönemin DTP yönetimince de pek dikkate alınmamıştı. Hoş, bu konuda bugün söyledikleri de pek ciddiye alınacak türden değil, amma velakin bu karşı çıkışıyla »bakın Kürtler de özerkliği, Çatı Partisini falan istemiyor« propagandasına malzeme olduğunu ve böylece egemen söylemi güçlendirdiğini vurgulamak ve liberal Kürtlerle ilgili eleştirimizi burada noktalamak gerekiyor.

Yaklaşık üç yılı aşkın bir süredir tökezleye tökezleye devam eden Çatı Partisi, daha doğrusu Öcalan'ın deyimiyle Demokratik Blok Partisi tartışmaları bugün Demokratik Özerkliğin ilân edilmesiyle gündeme oturmuştur. Görüldüğü kadarıyla Blok bileşenleri ve milletvekilleri önümüzdeki günlerde bu konuyla ilgili bir yol haritası çıkartacaklar. Bu çerçevede Blok milletvekilleri arasında görüş farklılıklarının olması son derece doğal. Asıl önemli olan, bu farklılıklara rağmen geniş kesimleri içerisine alacak bir siyaset aracını oluşturabilmekte, ki bu sefer önümüzdeki birkaç ay içerisinde böylesi bir partinin kurulması büyük bir olasılık.

Çatı Partisi üzerine yürütülen tartışmaları burada tekrarlamak gereksiz olacaktır. Belki bu konuda Mart 2008 – Şubat 2010 tarihleri arasında yazdıklarıma atıfta bulunmak (http://www.kozmopolit.com/2007/cati_partisi_tartismalari.pdf) ilgili okur için aydınlatıcı olabilir. Ama kanımca vurgulanması gereken, Çatı veya Demokratik Blok Partisi'nin kuruluşunu engelleyecek / erteleyecek bütün gerekçelerin maddî hiçbir temelinin kalmamış olduğudur.

Sonuç yerine

DTK'nin Demokratik Özerkliği ilân etmesiyle birlikte egemenlerin topyekün propaganda faaliyeti hız kazanmış, Demokratik Özerkliği meşruiyetten yoksun bırakmak için düğmeye basılmıştır. KCK'nin 20 Temmuz 2011'de »Demokratik ulus ilkesi«, »Demokratik vatan ilkesi«, »Demokratik cumhuriyet ilkesi« ve »Demokratik anayasa ilkesi« olarak açıkladığı temel ilkeler ile bir kez daha netleşen Demokratik Özerklik, Türkiye demokrasi güçlerini tarafını belirlemeye zorlamaktadır. Artık sessiz kalınması, pozisyon alınmaması için hiçbir neden kalmamıştır. »Soyut öneri«, »ne istediklerini kendileri dahi bilmiyor« türünden gerekçelerin hiçbir temeli kalmadığı gibi, böylesi gerekçelerle pozisyon almaktan kaçınmak, egemen söyleme teslim olmakla eşanlamlıdır. Bilhassa Fırat'ın batısındaki emek örgütleri, sosyalist güçler, sosyal hareketler, kadın hareketi ve demokrasi güçleri temel ilkeleri ile birlikte Demokratik Özerklik konusunda bir pozisyon almak durumundadırlar.

Çünkü Türkiye gerçekten bir yol ayırımı ile karşı karşıyadır. Bizzat başbakan Erdoğan'ın ağzından AKP hükümeti »taleplerin karşılanması söz konusu değildir« ve »gereken cevap verilecektir« diyerek önümüzdeki kısa dönemde uygulanacak politikaların ipuçlarını vermiştir. Görüldüğü kadarıyla Türkiye karar vericileri »kontrollü bir gerilim« ile Kürt siyasî hareketini askerî şiddet yolu ile »dize getirme« politikasını sürdürmeye eğilimliler. Son günlerde çeşitli kentlerde ortaya çıkan görüntüler, savaşın doğal sonucu olarak yeni cenazelerin gelmesiyle daha başka nelerin olabileceğini göstermektedir. Türkiye toplumunda kökleşmiş ve yaygınlaşmaya devam eden Kürt düşmanlığı ve şiddet yatkınlığının taşıdığı tehlike potansiyeli, »kontrollü bir gerilimin« fazla kontrol altında tutulamayacağına ve AKP dahil, herşeyi önüne katıp götüren bir hiddet selinin oluşabileceğine işaret etmektedir. Bunu engellemek, devlet ve hükümete »şimdiye kadar olduğu gibi« davranmaması ve politikasını değiştirmesi için baskıda bulunmak, hiddet selinin ilk kurbanları arasında olacak Türkiye demokrasi güçlerinin ertelenemez görevidir. Demokratik Özerklik ilânı ellerine önemli bir enstrüman vermiştir.

Kanımca insan hakları mücadelecisi Ayhan Bilgen bu konuda söylenebilecek son sözü, bugün http://emekdunyası.net sitesinde yer alan yazısıyla söyledi. Sözü ona bırakarak, bu diziyi bitirmek, en doğrusu olacak:

»DTK tarafından ilan edilen özerkliği gereksiz, anlamsız, zamansız bulduğunu ifade eden yaklaşımlar medyada oldukça yoğun ilgi görmektedir.
Hatta açıkça federasyon ya da bağımsız devlet istediği bilinen isimlerin "özerklik ilanı" eleştirileri bile makbul değerlendirmeler olarak manşetlere taşınmaktadır.
Elbette özerklik de eleştirilebilir ve bu anlamda yapıcı tartışmalara tabi tutulmalıdır. Ancak medyanın ilgisini çeken eleştirinin içeriğinden çok, Kürtlerin parçalı görüntü vermesidir. Bu anlamda ne istendiğinin, ne söylendiğinin pek bir önemi yoktur.
Özerklik bir statüden ibaret değildir ve dünyanın her yerinde inşa süreci çok daha sancılı geçmiştir. Toplumsal ihtiyaçların karşılanmasında öz kaynak ve imkânların harekete geçirilmesi doğrudan üretim ve beceri meselesidir. Önce inşa mı edilir yoksa ilan mı, tartışmasını şimdilik bir kenara bırakalım. Dünya örneklerine baktığınızda pekâlâ her ikisinin de olabildiğini görebileceğiniz gibi, aslında ilan ile inşanın iç içe geçen süreçler olduğunu da fark edersiniz.
Kesin olan bir şey var ki, tanınma ilandan önce gelmez. Yani özerklik talebi olmadan özerklik statüsünün onayı diye bir şey en azından ulus devlet anlayışı içinde pek mümkün değildir. "Önce devletle konuşup anlaşalım sonra ilan edelim" yaklaşımı gerçekçilikten uzak romantik bir tutumdur.
Özerkliğin Türkiye toplumuna anlatılması ve bu anlamda ikna süreçlerinin işletilmesi ise başka bir yoğunlaşmayı gerektirir. Bu yöndeki çabaları, özerklik ilanından vazgeçilmesine ya da ertelenmesine endekslemek ise yine fedakârlığı bir taraftan istemek değilse nedir?
Ne devlet kendiliğinden bir hakkı teslim eder, ne toplumun geniş kesimleri durduk yerde bir başka kesimin taleplerini önemseyen yaklaşımlar sergiler.«