Almanya, Afrika’nın köylerinden veya Mumbai gibi Asya metropollerinin varoşlarından bakıldığında, Hollandalı ünlü ressam Pieter Bruegel’in 16. Yüzyıl’da resmettiği »Schlaraffenland« (bolluk ülkesi) tablosu gibi gözükebilir. Günde 1 Avro’dan az bir parayla geçinmek zorunda kalanlar Almanya’yı »yeryüzünde cennet«e benzetebilirler.
Ne yazık ki Almanya realitesi hiç te bu tablo ile uyuşmuyor. Doğru, refah, zenginlik, tokluk ve bolluk olabildiğince var, ama sadece zenginler için. Toplumun, sayıları mütemadiyen artan bir kesimi ise, zenginlikler ülkesinin bolluğu içinde yoklukla, yoksullukla boğuşuyor.
İki gün önce yayınlanan bir araştırma Almanya’da yoksulluğun nasıl yayıldığını ve ne denli derinleştiğini kanıtlıyor. Bağımsız sosyal yardımlaşma birliği DPWV tarafından yaptırılan araştırmaya göre Almanya’da yaşayan her 7 çocuktan bir tanesi yoksulluk sınırında yaşıyor ve sosyal yardıma muhtaç. Bu oran, Doğu eyaletlerinde 4’e 1.
Yoksulluk araştırması yapan uzmanlar, uzun zamandan beri »yoksulluk tehditinin« arttığını, yoksul doğanların yoksul öldüklerini veya öleceklerini ve emekli olunduğunda yoksulluktan kurtulamayacakların sayısının giderek artacağına dikkat çekiyorlar. Tam gün çalışmasına rağmen sosyal yardım almak zorunda kalanların sayısı 1 milyona yaklaştı bile.
Yaygın medya ve neoliberal elitler ise, Almanya’nın »krizde kâr ediyoruz« ve »işsizlik oranı 21 yıldan beri ilk kez bu kadar düştü« şamatasıyla birbirlerini pohpohluyorlar. Almanya’nın ihracat devi olarak Avro Bölgesi’nde hegemonyasını kurması, banka kurtarma operasyonlarının yanısıra, konjonktür programları ve yatırımlar gibi devlet müdahalelerinin gerçekleştirilmesi ve istatistiklerin »temizlenmesi« sonucunda, resmî (!) işsizlik oranının düştüğü bir gerçek. Ama bu gerçek, aynı kişi başına düşen »millî gelir«in yüksek olması gerçeği gibi, zenginler daha zenginleşirken yoksulların daha da yoksullaştığı gerçeğini değiştirmiyor.
Araştırmayı yaptıran DPWV temsilcileri, Hartz IV adı verilen yardımlara muhtaç olanların oranlarının bazı yerlerde son derece arttığına, örneğin bir zamanların istihdam motoru olan Ruhr Havzası’nda bu oranın yüzde 25,6’ya çıktığına dikkat çekiyorlar. Gelsenkirchen gibi bir metropolde yaşayanların yüzde 34,3’ünün sosyal yardım almaya muhtaç bırakıldıkları düşünülürse, bolluk içinde yokluğun ne anlama geldiği tahmin edilebilir.
DPWV temsilcileri, bu gelişmenin ülke geleceği açısından üstesinden gelinemeyecek sosyal ihtilaflara yol açacağını söyleyerek, hükümetin acilen istihdam politikalarının değiştirilmesi ve çocuk paralarının artırılması yönünde adım atmasını talep ediyorlar.
Talepler haklı ve yerinde, ancak adres yanlış. Adres yanlış, çünkü hükümetin talep edilen yönde adım atmasını sağlayacak baskıyı oluşturması gerekenler, yani sendikalar ve toplumsal hareketler sessiz. Toplumsal baskı oluşmadığı, sokak sesini yükseltmediği sürece hükümetlerin kendiliğinden adım attığı nerede görülmüş ki, Almanya’da görülsün.
Muhafazakârları, liberalleri, sosyaldemokratları ve yeşilleri ile birlikte tek bir cephe oluşturan neoliberal blok, yoksulluğun ücretli emek üzerinde her gün daha da ağırlaşan bir egemenlik aracı olması için elinden geleni gösteriyor. Sırf kendi üyelerinin var olan haklarını savunmaya yoğunlaşan sendikalar, tekil talepler ileri sürmekten öte gidemeyen sosyal hareketler ve salt kendisi ile uğraşan Almanya solu ise, kriz dönemlerinde zenginliğine zenginlikler katan sermayenin halka dağıttığı kırıntılar karşısında toplumu harekete geçirmekten aciz. Avrupa’nın her yerinde protestolar yükselirken, Almanya’da yaprak kımıldamıyor.
Velhasılı, egemenler otoriter neoliberalizmi inşa etmeye devam eder, çoğunluk toplumunu refah şövenizmi, sağ popülist söylem, göçmen düşmanlığı ve »islamist terör« korkusuyla esir alır ve olası »ayaklanmalara« karşı polis teşkilatını hazırlarken, tuzu kuru sendikacılarımızda tık yok. Hâlâ egemen iktidar ve mülkiyet ikişkilerini sorgulamadan, sisteme koopte edilerek bir şeylerin değişeceğine inanıyorlarsa, vay hâlimize!