Elbette her seçim doğrudan ülke politikası için belirleyici değil. Gerçi eyaletlerde olası hükümet değişiklikleri, federal düzeyde anayasal bir kurum olan Eyaletler Şurası (Bundesrat) çoğunluğunu belirliyor ve eyaletlerin onaylaması zorunlu olan federal yasalar konusunda Federal Hükümeti zora sokabiliyor, ama Federal Hükümetin geleceğini dolaysız belirleyebilecek eyalet sayısı sınırlı.
Bu eyaletlerin kuşkusuz en önemlisi, 13 Mayıs 2012’de
parlamento seçimlerinin yapıldığı Kuzeyren-Vesfalya (KRV) eyaleti. 2005’de
yapılan KRV seçimleri sonrasında dönemin Schröder Hükümeti erken seçime gitmek
zorunda kalmış ve bu süreç Sol Parti’nin (DIE LINKE) doğuşunu hızlandırmıştı.
İşte bu son seçimler de Almanya’daki siyasî parti yelpazesinde belirgin bir
değişime, dolayısıyla da Merkel Hükümeti’nin »sonu yaklaşıyor« yorumlarına yol
açtı. Sol Parti’nin önce Schleswig-Holstein’da (SH), şimdi de KRV’da
parlamentoya yeniden girememesi, buna karşın Korsanlar’ın Berlin ve SH’nın
peşinden KRV Parlamentosu’na seçilmesi, kamuoyunda »sol bitiyor, protesto
potansiyeli Korsanlar’a kayıyor« görüşünü yaygınlaştırdı.
Seçim sonuçları sahiden bu yorumları doğruluyor mu?
Almanya’da Merkel-Dönemi ve böylelikle neoliberal dönüşüm sona mı eriyor? Sıra
Sosyaldemokrat-Yeşiller hükümetinde mi? Sol Parti’nin miladı doldu mu ve
Korsanlar solun yeni temsilcisi mi oluyorlar? İşte okuduğunuz bu çalışmada bu
ve benzeri sorulara yanıt aramaya çalışacağız.
Mesele Merkel Hükümeti’nin zayıflaması mı?
Son iki yılda gerçekleşen eyalet seçimlerine (Berlin,
Baden-Württemberg, Bremen, Rheinland-Pfalz, Saarland, Meclenburg-Vorpommern, SH
ve KRV) bakıldığında, Angela Merkel’in başında bulunduğu CDU/CSU-FDP
Koalisyonu’nun mütemadiyen kan kaybettiği, ama buna karşın federal düzeyde bir
SPD-Yeşiller iktidarı için yeterli çoğunluğun henüz oluşmadığı tespit
edilebilir. Şansölye Merkel’in geleceği, KRV’da puan almasına rağmen, federal
düzeyde zayıflayan FDP’ye bağlıymış gibi görünürken, siyasî retoriğini yeniden
»sosyalleştiren« SPD ile kuruluş momentindeki bütün değerleri terk etmiş olan
Yeşiller’in seçmen çoğunluğunu »Merkel’in alternatifi« olduklarına pek ikna
edemedikleri dikkat çekiyor.
Bu açıdan bakıldığından KRV seçim sonuçlarının bir
»sürpriz« olmadığı söylenebilir. CDU ve SPD-Yeşiller azınlık hükümeti seçim propagandalarını
federal konulardan uzaklaştırıp, »lider karizması« temelinde
kişiselleştirmeleri, araştırma kurumlarının işini kolaylaştırmıştı. Yapılan
anketler seçim gününe kadar Eyalet Başbakanı Hannelore Kraft’ın (SPD) yüzde 59
ile CDU’lu rakibi Norbert Röttgen’den (yüzde 29) önde olduğunu ve SPD-Yeşiller
azınlık hükümetinin seçimlerden güçlenerek çıkacağını öngörüyordu.
Nitekim SPD oylarını yüzde 4,7 artırarak yüzde 39’luk ve
CDU yüzde 8,6 kaybederek yüzde 26,2’lik bir sonuç aldılar. Bir ara federal düzeyde
yüzde 2’lere kadar gerileyen FDP ise, SH seçimlerinden sonra KRV’da da oylarını
artırmayı ve yüzde 8,6 ile eyalet parlamentosuna girmeyi başardı. Yeşiller
yüzde 11,4 ile oy oranlarını korurlarken, Sol Parti yüzde 2,5 (2010: yüzde 5,6)
ile parlamento dışında kaldı. Yaygın medyanın desteğini alan Korsanlar ise, oy
oranlarını 2010’a nazaran yüzde 6,3 artırdılar ve yüzde 7,8 ile KRV
Parlamentosu’na 20 milletvekili sokabildiler. KRV seçimlerine katılım oranı yüzde
59,6 ile son derece düşük oldu. Yaklaşık 5 milyon seçmen sandığa gitmedi.
Yüzeysel bir bakışla CDU’nun puan kaybederek, Merkel
Hükümeti’nin zayıfladığını söylemek olanaklı. Ancak KRV seçim sonuçları 2013
Eylül’ünde yapılacak olan Federal Parlamento Seçimleri’ne birebir yansıyacağını
iddia edebilmek için henüz çok erken. Ren nehri 2013’e kadar daha çok su
taşıyacak.
Zaten asıl mesele de Merkel Hükümeti’nin zayıflaması veya
güç kazanması değil. Tam aksine, federal düzeyde olası bir hükümet değişikliği
otomatikman politika değişikliğine yol açmayacak. Çünkü bugüne kadarki pratik,
iktidardaki CDU/CSU-FDP Hükümeti ile SPD-Yeşiller anamuhalefetinin,
aralarındaki tüm nüans farklarına rağmen özünde aynı politikaları takip
ettiklerini ve edeceklerini gösteriyor. SPD ve Yeşiller içerisinde, »sosyal«
olanı merkezine koyan bir politika takip edilmesini isteyen »sol kanatların«
hâlen tamamen kaybolmamış olmaları, SPD ve Yeşiller’in neoliberal cephe
içerisinde konumlandıkları gerçeğini değiştirmiyor.
Kapitalizmin 2009’dan bu yana derinleşen organik
krizleri, krizlere verilecek yanıtlar konusunda egemen blok ve çeşitli sermaye
fraksiyonları arasında çekişmelere yol açıyor. Neoliberal cephenin sağ kanadı
(CDU/CSU-FDP) borç krizine, büyük tekeller ile bankaların çıkarlarını koruma
amacıyla AB düzeyinde yerleştirilmeye çalışılan »malî pakt« (Fiskalpakt)
sayesinde otoriter bir regülasyon rejimiyle yanıt vermek isterken, aynı
cephenin »sol« kanadını oluşturan SPD ve Yeşiller krizi, hem borçlanmayı
azaltarak, hem de iktisadî büyümeye yönelik belirli yatırımlarla geçiştirmeyi
planlıyorlar.
KRV’daki SPD-Yeşiller azınlık hükümeti iki yıllık iktidar
döneminde, Sol Parti’nin de desteğiyle, eğitim alanında ve yerel yönetimler
lehine bazı yatırım programlarını gerçekleştirmişti. Ancak Merkel Hükümeti’nin
büyük bir olasılıkla (ve SPD ile Yeşiller’in de desteğiyle) AB düzeyinde
gerçekleştirmesi beklenen Avrupa Malî Paktı, gerek eyaletlerin, gerekse de
yerel yönetimlerin kredi alma olanaklarını daha da daraltacağından, yeni KRV
Hükümeti’nin aynı çizgiyi takip etmesi son derece güç olacak. Sonucunda da yeni
sosyal kısıtlamalar, yeni sosyal sorunlara yol açacak, ama gerçek bir
muhalefetin olmadığı KRV Parlamentosu’nda, şimdiden SPD ve Yeşiller’e göz
kırpan Korsanlar sayesinde sosyal yıkım politikaları için yeterli parlamenter
çoğunluk sağlanacak.
Kısacası, eyalet düzeyinde kriz sonuçlarının sosyal
sivriliklerini törpüleme iddiasında olan SPD ve Yeşiller, federal düzeyde borç
krizinin olumsuz sosyal etkilerini artıran politikalara destek verdiklerinden,
şu anki iktidarın yürüttüğü politikalar, SPD ve Yeşiller’in federal düzeyde
hükümete gelmesiyle de değişmeyecek.
Kaldı ki, ufukta görünen yeni bir kriz dalgası ve borçlu
ülkelerin olası iflası, Almanya’yı da derinden etkileyecek fırtınalara yol açma
potansiyeline sahip. Tasarruf paketleri ile zayıflayan iç konjonktür ve faiz
gelişimden olumsuz etkilenen ihracat piyasaları şimdiden Almanya ekonomisinin
üzerinde kara bulutların toplanacağı sinyalini vermekteler. Bu çerçevede
SPD’nin federal düzeydeki ekonomi politikalarına bakarak, 2013 Federal
Parlamento Seçimleri’nin büyük bir olasılıkla CDU/CSU ve SPD’den oluşan bir
»Büyük Koalisyon« doğuracağını söylemek, pek kehanet sayılmayacak.
Temsiliyet krizi
Son yıllardaki seçimler, Almanya siyasî sisteminin ve
aktörlerinin halk nezdinde sürekli güven kaybetmekte olduğunu gösteriyor.
Seçimlere katılım mütemadiyen azalırken, parlamentolardaki temsiliyet oranı
giderek düşüyor. Parlamentolarda partiler tarafından temsil edilen seçmen
oranları ile hükümetler tarafından temsil edilen seçmen oranlarını son 30 yıl
aralığında karşılaştırdığımızda, şu tabloyla karşılaşıyoruz [1]:
1970li ve 1980li yıllarda Federal Parlamento’da
partilerce temsil edilen seçmen oranı yüzde 89,5 iken, hükümetler ortalama
olarak seçmenlerin yarısını temsil ediyorlardı. 1990-2002 yılları arasında ise
seçmenlerin dörtte üçü parlamentoda, beşte ikisi de hükümetlerde temsil
edilmekteydiler. Sadece 2005-2009 yıllarında iktidardaki CDU/CSU-SPD Hükümeti
seçmenlerin yüzde 53,1’ini temsil etmekteydi. Parlamentodaki seçmen temsili ise
yüzde 73,4’e gerilemişti. Buna karşın 2009 seçimleriyle iktidara gelen
CDU/CSU-FDP Hükümeti seçmenlerin sadece yüzde 33,7’sini temsil ediyor. Federal
Parlamento’da temsil edilen seçmen oranıysa yüzde 65,6. 2009’dan bu yana
yapılan toplam 11 eyalet parlamentosu seçimlerini temel aldığımızda ise,
ortalama olarak parlamentolarda seçmenlerin sadece yarısının ve hükümetlerde
yüzde 30’unun temsil edildiğini tespit edebiliriz.
Temsiliyet krizinin neoliberal dönüşüm ile doğrudan
bağlantılı olduğunu söylemek olanaklı. Dönüşüm sürecinin her etabında seçimlere
katılım düşüyor. Araştırma kurumları empirik verilere göre seçimlere katılmayan
seçmenleri üç gruba ayırıyorlar [2]:
-
Siyasetin ve
seçimlerin küresel iktisadî gelişmelere etkisi olmadığına inananlar;- parlamenter siyasî sistemden hayal kırıklığına uğrayıp, seçimlere katılmanın bir önemi kalmadığına inananlar ve
- kendilerinin hiç bir parti tarafından temsil edilmediklerine ve güncel yaşamdaki deneyimlerinden yaptıkları çıkarsamalarla, siyasette kendi çıkarlarına yer verilmediğine inananlar.
Burada asıl dikkat çeken nokta, genel olarak seçimlerden
ümit kaybetmenin yaygınlaşmasının yanısıra, sınıfsal bölünmenin
derinleşmesidir. Yapılan araştırmalar, seçimlere katılma oranlarının alt
sınıflarda daha yüksek bir oranda gerilediğini gösteriyor. Seçim bölgelerine
bakıldığında, yoksul semtlerdeki seçimlere katılmama oranı, görece refah
semtlerdekilerinden yüzde 25 daha yüksek. Düşük gelir düzeyi, yüksek işsizlik
ve yüksek sosyal yardım alan oranları ile karakterize edilen bölgelerdeki seçmenler,
sayıları giderek artan bir biçimde sandıklara uzak durmaktadırlar. Bunun
sonucunda da alt sınıfların parlamentolardaki otantik temsilcilerinin sayısı
giderek azalmakta ve siyasî karar mekanizmalarını etkileme olanakları yok
olmaktadır.
16 Mayıs 2012 tarihinde www.tagesschau.de
sitesinde yayınlanan bir haber-analiz bunu teyid ediyor. Siyaset bilimci Roland
Roth seçime katılmayanların oranının giderek arttığını belirterek, »seçime
katılmayanların üçte ikisini az eğitimliler ve yoksullar oluşturuyor. Bu oran
30 yaş altı erkeklerde daha da yüksek« tespitini yaptıklarını söylüyor. Seçim
araştırma kurumu Infratest Dimap’ın temsilcisi Heiko Gothe de sonuçları teyid
ediyor ve »insanlar giderek seçimlerle hiç bir şeyi değiştiremeyeceklerini
hissediyorlar ve siyasetin artık malî piyasalarca belirlendiğine inanıyorlar«
diyor. Başka bir araştırma da partilerin giderek üye kaybettiğine işaret
ediyor. Araştırmaya göre partiler tarafından temsil edildiğine inanan
seçmenlerin oranı yüzde 25’e düşmüş. 20 yıl önce bu oran yüzde 50’den fazlaydı.
Sol görevini unutursa...
Siyasî, ekonomik ve toplumsal sorunların böylesine
çetrefilleştiği, sınıf çelişkilerinin keskinleştiği ortamlarda genellikle sol
partilerin güçlenmesi beklenir. Nitekim Yunanistan ve Fransa’da yapılan
seçimler bu beklentiyi doğruladı. Ancak yazıya konu olan Almanya’da bu kural
tersine işliyor. 2005 sonrasında birleşerek, emekçi halkın umudu hâline gelen
Sol Parti giderek zayıflıyor, umut olmaktan çıkıyor. Son seçimlerin (Saarland
yüzde 5,1, SH yüzde 3,8 ve KRV yüzde 3,1 kayıp) sonuçları bunu gösteriyor. Bu
gelişmenin belirli bir kaç nedeni var.
Birincisi, Sol Parti’nin doğal seçmen potansiyelinin
seçimlerden uzak kalmasıdır. Yapılan seçmen araştırmaları, son üç seçimde
özellikle SPD’den kopup Sol Parti’ye oy veren 45-60 yaş arası seçmen grubunun
büyük bir bölümünün artık Sol Parti’ye oy vemeyip, sandığa uzak durduğunu
gösteriyor. İşçiler, işsizler, güvencesiz çalışanlar ve eğitim düzeyi düşük
olanlar arasında Sol Parti’den kopan ve sandığa gitmeyenlerin oranı ise daha
yüksek. Bertelsmann Vakfı’nın yaptırdığı bir araştırmaya göre, bu kesimlerin
Sol Parti’ye verdikleri mesaj çok açık: »Siz de bizim için bir şey
yapamadınız!«.
Gene aynı araştırmaya göre, daha önce Sol Parti’ye oy
veren örgütlü sendikacılar da son seçimlerde Sol Parti’ye büyük oranda oy
vermemişler. Bertelsmann Vakfı, sendikacıların bu şekilde »Sol Parti, siyasî
etkinliğini kullanamıyor« mesajını verdiklerini ileri sürüyor. Infratest Dimap
ise, önceleri Sol Parti’ye oy veren, ama KRV seçimlerinde sandığa gitmeyenlerin
büyük bir kesiminin »Sol Parti’ye verdiğimiz oylar boşa gitti« inancında olduğu
görüşünde.
Sadece KRV seçimlerine baktığımızda, 2010’da 435.627
seçmenin oyunu (yüzde 5,6) alan Sol Parti’nin, 2012 Mayıs’ında 194.539 oy
(yüzde 2,5) aldığını ve 241.088 seçmeni kaybettiğini görürüz. Tüm bu sonuçlar
Sol Parti’nin özellikle Batı eyaletlerinde aynı seçmen tarafından yeniden
seçilme oranının son derece düşük olduğunu göstermektedir. Örneğin SH’da daha
önceki seçimde Sol Parti’ye oy verenlerin sadece yüzde 17’si 2012’de yeniden
Sol Parti’yi seçmiştir (Kaynak: Infratest Dimap). Almanya solu, potansiyel
seçmen gruplarına ulaşmada başarısız olmaktadır.
Sol Parti’nin seçim yenilgisinin ikinci nedeninin sol
karşıtı medya propagandasının olduğu söylenebilir. Kurulduğu günden bu yana
mütemadiyen yaygın medyanın karşı propagandasına maruz kalan Sol Parti,
kamuoyunda yaygınlaştırılan »sol, günümüzün sorunlarına yanıt verebilecek
olgunlukta değil« resmini değiştirmeyi başaramadı.
Özellikle malî ve ekonomik kriz çerçevesinde yürütülen
tartışmalarda, »hepimiz tasarruf etmeliyiz« masalı egemen görüş hâline
getirildiğinden, Sol Parti’nin krizin aşılmasına yönelik tüm önerileri susuş
kumkuması ile kaale alınmadı ve solun parlamenter çalışmaları medya bariyerine
takıldı. Bunun yanısıra neoliberal cephe ve yaygın medya Sol Parti’nin
»akıllanmaz komünistlerden oluştuğu«, »sorumluluk almak istemediği«,
»programının gerçekçi olmadığı«, »sadece popülist söylemlerde bulunduğu« ve
»Doğu Almanya’yı batıran partinin devamı olduğu« kampanyasını başarıyla işledi.
Egemen görüşün baskın olduğu kamuoyu, çoğunlukla »devlet
giderleri azaltılmalı« (yüzde 81), »borçlar azaltılmalı« (yüzde 80), »kamu
çalışanlarının sayısı düşürülmeli« (yüzde 53) gibi yaklaşımları
desteklediğinden, bu kampanya solun seçmen potansiyelini de etkiledi ve benzer
yaklaşımların Sol Parti seçmenleri arasında da yaygınlaşmasına neden oldu.
Bunların yanısıra medya Sol Parti ile ilgili haberlerinde sadece parti içi
akımların çekişmelerini konu aldı ve partinin »reformistler«, »köktenci
radikaller« arasındaki kavgalarla boğuşan »kaotik ve gereksiz / geçmişte kalmış
sekter formasyon« resmini çizdi.
Bu resmin etkin olmasında Sol Parti’nin günahı büyük, ki
bu da seçim yenilgisinin üçüncü ve kanımca en önemli nedenidir. Partinin
sorumlu aktörleri uzun zamandan beri parti içi egemenlik kavgalarıyla
gündemdeler. Geçen yıl Erfurt’ta (Almanya soluna göre) nispeten radikal bir
parti programı kabul edilmesine rağmen, SPD ve Yeşiller ile ortaklık arayan
»reform sosyalistleri« ile diğer parti akımları arasındaki »parti yönetimi
kimden oluşacak« kavgası, Sol Parti’nin siyaset yapmasını engelledi.
Dışardan bakınca, elbette yaygın medyanın da etkisiyle,
hükümetlere ortak olma – mutlak muhalefet olma kavgasından başka tartışmaların
yapılmadığı bir resim görülüyordu. Halbuki eyaletlerde, özellikle KRV
parlamentosunda yürütülen çalışmalar, ufak da olsa halkın lehine elde edilen
iyileştirmeler kayda değerdi. Haklı talepler ve emekçi halkın lehine olan
öneriler bu kavgaların gölgesinde görünmez kılındı.
Diğer yandan partinin, özellikle Batı eyaletlerinde
yerelde kökleşmekte zorlandığı ortaya çıktı. Parti yönetimi, partinin ülke
çapında örgütlemesini gerekli ve yeterli düzeyde yönetemedi. Parti içindeki
çeşitlilik bir avantaj olarak kullanılamadı ve parti içi akımların hegemonya
mücadelesi bir örgütlenme blokajı hâline dönüştü.
Belki Haziran başında Göttingen’de yapılacak olan parti
kurultayı yeni yönetimi seçerek, bu ihtilafın hafiflemesine katkı
sunabilecektir, ama sol görevini yapmadığı ve geniş halk kesimleri için etkin
bir değer teşkil etmediği müddetce, Sol Parti’nin zayıflaması devam edecektir.
Parti’nin içinde bulunduğu durum ve krizin sonuçları,
solun temel görevlerini yeniden hatırlamayı gerektiriyor. Neoliberalizme,
militarizme, müdahale savaşlarına,emperyalist politikalara, refah şövenizmine,
ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı, barış, sosyal adalet, demokrasi ve
özgürlükler için verilmesi gereken mücadele, salt parlamenter çoğunluk elde
etmeye çalışmakla başarılı olamayacaktır. Almanya solu, »neyin ne olduğunu«
söyleme, verili koşulları eleştirme ve emekçi halkın çalışma ve yaşam
koşullarını bugün ve burada iyileştirebilecek konseptlere sahip olduğu yetisini
yeniden gösterebilmelidir. Erfurt Programı, Sol Parti’nin toplumsal ve
parlamenter muhalefeti örme becerisini gösterebilmesi için yeterli bir temel
sağlamaktadır. Yeni parti yönetimi kendi parti programına ve solun öz
görevlerine sahip çıkma basiretini gösterebilirse, sol kendi yarattığı krizini
aşabilecektir.
Pek uzaklara bakmaya gerek yok: Yunanistan solunun
başarısı, Almanya solu için örnek teşkil edebilir. Almanya solu, Yunanistan
veya diğer ülke sollarından çok şey öğrenebilir – parlamentarizm takıntısını ve
»Avrupa merkezciliğini« aşabildiği takdirde...
Peki, ya Korsanlar?
KRV seçimlerinde parlamentoya giren Korsanlar, Almanya
partiler yelpazesinde yeni bir fenomen sayılabilir. Seçim başarıları, Almanya
solunun zayıflığını göstermekle beraber, parlamenter sisteme duyulan
güvensizliğin önemli bir göstergesi. Yaygın medyanın yelkenlerine »rüzgâr«
olduğu Korsanlar, parti kararlarını alırken uyguladıkları »taban demokrasisi«
ile geniş kesimlerin sempatisini toplandılar. Korsanlar’ın başarısını bir
şekilde halkın demokratik işleyişlere ve siyasette saydamlığa yönelik özleminin
bir ifadesi olarak da okumak pek yanlış olmaz.
Infratest Dimap’ın 2011 Ekim’i ve 2012 Nisan’ında yaptığı
araştırmalar, Korsanlar’ı seçenlerin bu şekilde etabile partilere »ders« vermek
istediklerini ortaya çıkardı. Araştırmaya göre »Korsanlar, diğer partilere ders
vermek için seçiliyor« tespitini 2011 Ekim’inde yüzde 73 ve 2012 Nisan’ında da
yüzde 67’lik bir kesimi doğruluyor.
İlginç olan bir diğer nokta ise, seçmenlerin Korsanlar’ı
partiler koordinatları arasına yerleştirmede zorluk çekmeleri. Alman devlet
televizyonu ARD’de yayınlanan Politbarometer programının 27 ve 29 Mart 2012’de
yaptırdığı bir araştırmaya göre seçmenlerin yüzde 31’i Korsanlar’ı solda
görürlerken, yüzde 35’i »ortada« konumlandırıyor ve yüzde 30’luk bir kesim ise
bu partiyi hangi şema içerisine koyacağını bilemiyor (Kaynak: Forschungsgruppe
Wahlen).
KRV seçimleri esnasında Politbarometer tarafından
yaptırılan bir diğer ankete göre, Korsanlar’a oy veren seçmenler sosyal adaleti
(yüzde 34), internet politikalarını (yüzde 26), okul politikalarını (yüzde 24)
ve istihdam politikasını (yüzde 21) önemli etken olarak görmüşler. Infratest
Dimap ise Korsanlar’ı seçenler arasında 45 yaş altı erkeklerin oranının son
derece yüksek olduğunu tespit ediyor.
Korsanlar’ı seçenler iktisadî ve sosyal durumu
değerlendirirken, ortalamanın üzerinde olumlu bir bakış sergiledikleri göz
çarpıyor: Buna göre iktisadî gelişmeden faydalandıklarını söyleyenlerin oranı
yüzde 29 iken, yaklaşık yüzde 50’lik bir kesim toplumsal gelişmenin
»kazançlılar« tarafında olduğu görüşünde. Diğer tarafta »demokrasiden hoşnut
musunuz« sorusuna CDU seçmeninin yüzde 80’i ve Yeşiller seçmeninin yüzde 73’ü
»evet« yanıtını verirken, Korsanlar’ı seçenlerin sadece yüzde 43’ü »evet« diyor
(Kaynak: Infratest Dimap).
KRV seçimlerinde toplam 608.957 seçmenin oyunu alan
Korsanlar, siyasî söylemlerinde »internetin özgürleştirilmesi«, »telif
haklarının kaldırılması« ve »herkese önkoşulsuz temel gelir« taleplerinden
başka somut bir talep öne sürmüyorlar. Basının »dış politika, iktisat
politikaları, sosyal politikalar veya malî politikalar konusunda partinizin
görüşü nedir« sorusuna parti yöneticilerinin verdiği yanıt hep aynı:
»partimizin bu konuda somut bir görüşü yoktur«.
Bu açıdan bakınca, soldan gelen »Korsanlar, siyasetin
siyasetsizleştirilmesi, ideolojisizleştirilmesi anlamını taşıyor« eleştirisi
haklılık kazanıyor. Siyasetsizleştirilen, ideolojisizleştirilen siyaset de
yaygın medyanın Korsanlar’a bu denli destek çıkmasının temel nedeni olarak
görülebilir, ki Korsanlar’ın yerel örgütlenme ağının böylesine zayıf olmasına
rağmen, bu derecede seçim başarıları elde etmelerinin en önemli etkeni yaygın
medyada aldıkları yerdir.
Tekil çıkarlar çerçevesinde örgütlenen Korsanlar’ın
neoliberal blok partilerince hemen hemen hiç bir şekilde eleştirilmemeleri ve
somut programları olmamasına rağmen, şimdiden »SPD ve Yeşiller’le hükümetlere
katılabiliriz« açıklamasında bulunmaları, Korsanlar’ın toplumsal direniş ve
protesto potansiyellerini sistem içi konformizm kanallarına yönlendiren bir
faktör olduğunu gösteriyor.
»Likid demokrasi« ve »siyasette saydamlık« kulağa hoş
gelse de, daha fazla demokrasi anlamına gelmiyor. Gerek bu konuda söyledikleri,
içi boşaltılan ve siyasî karar alma mekanizmaları uluslararası malî piyasaların
diktası altına alınan burjuva demokrasinin eleştirisine yönelik olmaması,
gerekse de parti içindeki »Sosyal Korsanlar« grubunun talep ettiği »herkese
önkoşulsuz temel gelir« konsepti bugün sosyal tranfer almak zorunda olanların
durumunu daha da kötüleştirecek olması nedeniyle, Korsanlar’ın neoliberal
egemenliğin devamına yarayan bir faktör olarak değerlendirilmelerini zorunlu
kılıyor. Aslında, iktisat liberalizmine yakın görüşleriyle dikkat çeken
Korsanlar’ın pek de yeni bir şey olmadığı söylenebilir. »Tuzu kuru« internet
kullanıcılarının çıkarlarını ön plana çıkaran Korsanlar’ın siyasî yaklaşımının,
1990’lardaki »ideolojiler öldü« yaklaşımından hiç bir farkı yok.
Sonuç yerine
Almanya’da yapılan son seçimler, Almanya toplumda
gerçekleşen ciddî bir yarılmanın işaretcisi oldular. Seçmenlerin yüzde 40’ının
sandığa gitmediği, yerel yönetimlerin ve eyalet hükümetlerinin en temel
konularda dahi demokratik mekanizmalar çerçevesinde karar almalarının son
derece zorlaştığı, Federal Parlamento’nun giderek işlevsizleştirildiği ve en
son Frankfurt’taki kapitalizm karşıtı protestolarda (16 – 19 Mayıs 2012)
görüldüğü gibi, temel yurttaşlık haklarının rafa kaldırıldığı bir ülkede
gerçekleşen bu toplumsal yarılma, hiç de iyiye alamet değil. Şu an için aklı
başında olan hiç kimse, küresel krizin Almanya’yı da etkilemeyeceğini iddia
edemez. Ama olası yeni bir kriz dalgasının yaratacağı sosyal fırtınaların,
refah şövenizminin ve ırkçılığın olağanlaştığı Almanya gibi kapitalizmin merkez
ülkelerinde aşırı, sağ popülist ve otoriter politikaların parlamenter çoğunluk
sağlayabilme olanaklarını artıracağı rahatlıkla söylenebilir.
Federal Parlamento Seçimleri’nin yapılacağı 2013’e kadar
olan süreçte, neoliberal cephenin iki kanadı »Alman başarı modeli«nin (Angela
Merkel) devamını sağlamak için birbirleriyle »reçete yarışına« gireceklerse de,
iki kanadın da tek başına çoğunluk elde etmeleri zor olacak gibi. Korsanlar’ın,
kimi araştırma kurumunun öngördüğü gibi, Federal Parlamento’ya girmeleri
durumunda oluşacak olan 6 partili meclisin (CDU/CSU, FDP, SPD, Yeşiller, Sol
Parti ve Korsanlar) sunacağı en büyük olasılık CDU/CSU ve SPD’nin oluşturacağı
bir »Büyük Koalisyon« olarak gözükmekte.
Böylesi bir »Büyük Koalisyon« ancak bütçe konsolidasyonu
ve tasarruf politikaları temelinde ayakta kalacaktır. Sol Parti haricinde bütün
partilerin üzerinde anlaştığı »borç freni«, malî piyasaların çıkarlarının
hükümet politikalarını uzun vade belirleyecek olan en temel etken olmasını
sağlayan bir araç olacak. Tekeller ve bankalar lehine olan konsolidasyon ve
tasarruf politikalarının faturası ise gene emekçilere ve yoksullara
çıkartılacak.
Böylelikle Almanya’da da sınıf çelişkileri daha belirgin
hâle gelecek, ama bu çelişkilerin toplumsal direnç mekanizmalarını nasıl
etkileyeceklerini şimdiden öngörebilmek çok zor – hele hele geniş emekçi ve
yoksul kesimlerin giderek daha çok seçim sandıklarından uzak durdukları ve
refah şövenizminin daha da yaygınlaşacağı bir durumda. Otoriter neoliberalizme
karşı gerekli olan geniş toplumsal direnişi örgütleyebilecek olan Almanya solu
henüz kendi krizini aşabilmiş değil. Yani görülen o ki, önümüzdeki 17 ay
Almanya emek güçleri, toplumsal ve politik solu için son derece çetin geçecek.
***
[1] Bkz: Benjamin Hoff / Horst Kahrs, http://www.horstkahrs.de/wp-content/uploads/2012/05/2012_NW_LTW_WNB.pdf
[2] Aynı yerde.