Böylesi günlerde uyuyabilmek na mümkün. Kardeşimin ve
babamın peşpeşe, gözümüzün önünde eriyip gittikleri günler aklıma geliyor. O
çaresizliğim, telefonun her çalışında kalbimin duracak gibi olması...
Kardeşim Uğur ve babam hastaydılar. Kendi iradeleri ile
bedenlerini ölüme yatırmamışlardı. Ama gene de onları kaybetmeden önceki
günlerdeki ruh hâlimi anımsadığımda, bu yazı yayımlandığında 46. güne giren
açlık grevcilerinin anne ve babalarının, eşlerinin, kardeşlerinin, dostlarının
duygularını, yüreklerinde hissettikleri acıyı çok iyi anlayabiliyorum. Her an
ölüm haberinin gelecek olmasını bilmek, tarifi zor bir duygudur.
Ne zaman süresiz ve dönüşümsüz açlık grevi başladığını
duysam, içim sızlar. Bugün ise o sızı tahammülü zor bir acıya dönüştü. Açlık
grevi ölüm olmadan bitirilse bile, bedende kalıcı rahatsızlıkların oluşacağı
eşik aşılmak üzere. Aynı önceleri olduğu gibi.
Böylesi günlerde kötü anılar canlanır. Televizyonda
gördüğüm 1972 İrlandasının siyah-beyaz resimleri hayal meyal aklımdadır, ama 12
Eylül sonrası, bilhassa »hayata dönüş« adı verilen katliam dün gibi
belleğimdedir. Ve gene, »neden bu duruma
gelinmesini engelleyecek bir şeyler yapılmadı« sorusu kurcalar zihnimi.
»Peki, sen ne
yaptın« der vicdanım.
Lânet olsun! Neden hep ölümün uğursuz nefesini
hissettiğimizde vicdanımızın sesini duyarız da, öncesinde kulaklarımız sağır,
dilimiz lâl, gözlerimiz kördür?
Çaresiz miyiz? Hayır, tam aksine. Yapabileceğimiz çok şey
var. Sessiz kalanları vicdanlarına terk edelim. Hâlâ susanlar için söylenecek
söz kalmadı artık.
Peki biz, sosyalistler, BDPliler, HDKlılar ne yapmalıyız,
sokağa çıkmaktan başka? İlk önce PKKli ve PJAKlı tutsakların bu eyleminin
sadece egemenlere değil, bizlere de bir çağrı olduğunu görmeliyiz. Evet, bu bir
serhıldan, bir isyan çağrısıdır. »Sen
beni tanımıyorsan, ben seni hiç tanımıyorum« demenin zamanıdır.
İtirazların yükseldiğini duyar gibiyim. Yanlış
anlaşılmasın, kimseyi silaha sarılmaya davet etmiyorum. Aksine olabilecek en
demokratik adımların atılması gerektiğine inanıyorum.
Örneğin TBMM’ndeki BDP grubunun artık »sine-î millete«
dönme zamanının geldiği düşüncesindeyim. Ve onlara soruyorum: iktidarın nefret
suçu işlediği, düşman ceza hukukunu uyguladığı, işlerine geldiğinde sizlerle »lütfen«
görüşüldüğü, ama başka zaman selamın bile çok görüldüğü, harıl harıl savaş
hazırlığı yapıldığı, gencecik insanların iktidar hırsına bile bile ölüme
gönderildiği, inkâr ve imhadan vazgeçilmediği – daha sayayım mı? – bir ortamda
siz milletvekillerinin parlamentoda, hiç bir sonuç alınamayan komisyonlarda ne
işiniz var? Oradaki varlığınızın bugünü meşrulaştırmaktan başka bir işe
yaramadığı ortadayken, daha ne bekliyorsunuz?
BDPli milletvekillerinin başında demoklesin kılıcı misâli
sallanan fezlekeler – işte Leyla Zana’ya 55 yıl hapis isteniyor – ehlileştirme
çabası değil de, başka nedir? Bırakın kendileri çalıp, kendileri oynasınlar.
Uzun zaman çalıp, oynayamayacaklarını onlar da bal gibi biliyorlar. Aynen
başbakanın söylediğini yapın: Parti binalarınıza »mecburî istikamet İmralı’dır, Kandil’dir« yazıp, asın. Barış için,
genç insanların ölmelerini engellemek için Öcalan ile, PKK ile görüşmekten
başka bir yol kaldı mı ki?
Hapisse, hapis! Zaten fırsat bulsalar, milletvekildir
demeyip, çoğunuzu atacaklar içeri. Bırakın alabiliyorlarsa alsınlar hepimizi.
Ülkeyi cezaevi yapsalar bile, halkı bitiremezler ki! Baldırı çıplaklara,
kadınlara, bedenini ölüme yatırma iradesini gösterenlere dayanan bir halk
hareketi olduğu müddetce, bizi hapisle, ölümle mi korkutabilecekler?
Dönün halkın içine ve bakın o müzakere yolları nasıl
açılacak. Girin sizi bağrından çıkaran halkın içine ve görün o açlık
grevindekiler nasıl ayağa kalkacak, yeni bir yaşama iradesiyle size nasıl
sarılacaklar. Dönün sine-î millete, ki bu ülkede egemenlerin
ehlileştiremeyeceği halkın gerçek temsilcileri olarak demokratik, özgür ve
barışçıl yarınlara giden yolu aydınlatan ışık olabilesiniz.
Harekete geçin ki ölümler olmasın, Tunus’tan, Tahrir’den
gelen esinti, özgürlük gemisinin yelkenlerini şişiren rüzgâra dönüşsün.