Kapitalist dünyanın merkez ülkelerindeki
insanların televizyon başında film seyreder gibi, Suriye’deki iç savaşı,
Ortadoğu’da her gün yok edilen binlerce yaşamı, felaketleri ve trajedileri
kayıtsızca izledikleri; »kahrolsun emperyalizm« diye bağırmayı siyaset yapmak
sanan, ama kapısının önündeki çöp tenekesinin rengini dahi belirleyebilecek
siyasî etkinlikten uzak olanların »savaş karşıtlığını« salt 1 Eylül geldiğinde
hatırladıkları bu günlerde, savaş stratejileri ve nedenleri üzerine yazmaya
insanın eli varmıyor doğrusu.
Sorunların böylesine çetrefil, çözüm arayışlarının
bu denli ivedi ihtiyaç olduğu zamanlarda yürütülen tartışmalar, karanlıkta yol
gösteren fener olma görevini üstlenmelidirler. Böylesi anlamlı bir tartışmayı
gazetemiz yazarlarından Delil Karakoçan yürütüyor. »Bölgede artan kanlı olaylar
ve nedenleri« başlıklı yazıları, ilk bakışta legal Kürt siyasetine yönelik bir
uyarı gibi görünse de, aslında muhalif dinamiklerin yozlaşmalarına, hatta
tarihsel sosyalizm denemelerinin, sınıf ve özgürlük hareketlerinin yenilgisine
yol açan »iktidar ilişkilerinin« bir eleştirisidir.
Karakoçan’ın tespitlerini burada tekrarlamaya
gerek yok. Ezilenlerin ve sömürülenlerin perspektifinden bakanların bu tespit
ve uyarılara katılmaması olanaksız. Peki, o zaman yapılması gereken nedir?
Boynuna kravatı takıp, yasal siyaset olanakları ve uzlaşılarla dönüşümün
gerçekleşeceğini zanneden ve partinin veya belediyenin makam odalarında kendi
küçük iktidarlarını kuranlara çağrıda bulunmak yeterli midir? Yoksa, sınıfsal
ayrışmayı teşvik edip, güç ilişkileri temelinde, katılımcı ve toplumsal
demokrasi hedefiyle ittifakları yeniden kurmak mı daha hayırlısı olacaktır?
Karakoçan’ın işaret ettiği sorunlar, hiç bir
»ulusun« hiç bir zaman »imtiyazsız, sınıfsız, zümresiz bir kütle« olamayacağını
kanıtlamaktadır. Sınıfsal çıkarlar her zaman var olacaklardır. O açıdan asıl
söz konusu olan demokratik mücadele ve bu mücadelenin sınıfsal özüdür.
Daha önce verdiğimiz bir örnekle devam edelim.
Kitlesel Kürt hareketi özelinde kalırsak, en temel sorunlardan birisinin siyasî
karar mekanizmalarına katılımın nasıl sağlanacağı ve katılımcı, özerk,
insanların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesine olanak sağlayan bir demokrasinin
nasıl kökleştirilebileceği olduğunu söyleyebiliriz. Basite indirgersek: Gever
köylerinden birisinde yaşayan bir yoksul Kürt kadını ile toprak, nüfuz veya
makam sahibi, iyi gelirli bir Kürt erkeğinin legal Kürt siyasetinin karar
mekanizmalarına eşit katılımı nasıl sağlanacaktır? Temel soru budur, çünkü bu
eşit katılım sağlanamadığı takdirde ne kanlı olaylar engellenebilecektir, ne de
dikey ilişkiler.
Kürdistan’daki kapitalistleşme süreci tüm hızıyla
geleneksel toplumsal ilişkileri alt-üst ederek, ama patriarkal, feodal
ilişkileri de her gün yeniden üreterek devam etmektedir. Burjuva hukuku ile
geleneksel-gerici »hukuk« yan yana var olurlarken, sınıf çelişkileri daha da
keskinleşmekte ve bir yönüyle bu çelişkilerin üstünü örten bir egemenlik aracı
olarak Kürt sorununun »çözüm süreci« ile bu vasfını kısmen kaybetmesiyle,
iktidar ve mülkiyet ilişkileri daha da belirginleşmektedir. Mülkiyet
anlaşmazlıkları, genellikle bu anlaşmazlıklara dayanan kan davaları, töre
cinayetleri ve sosyal dokudaki kırılmalar bu gelişmenin, daha doğrusu gerici
bir toplumsal dönüşümün göstergeleridirler. İktidarlaşmanın kolaycılığı ile
siyaset üretmeye çalışan yapılar ve bireyler ise bunu engelleyemezler, aksine
bu gerici dönüşümü yeniden üreten özneler haline gelirler.
Kurulan küçük iktidarlar amacı araca, aracı da
amaca dönüştürürler. Araç, amaç olunca da, her şey »mubah« olur, esas yerine
tali olan öne çıkar.
Kitlesel Kürt hareketinin en önemli
özelliklerinden birisi, ezilen bir halkı yaşlısı ve genci, kadını ve erkeği ile
politize edişidir. Ancak bugün bu politizasyon, sınıfsal özü muğlak bir »ulus«
anlayışına kanalize edilerek etkisizleşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Halk
kitleleri ile kurulan dikey ilişkiler de bunun sorumlusudur.
Bölgedeki kanlı olaylar nedeniyle hiç kimsenin
suçu başka yerde arama lüksü yoktur. Devrimin en başta toplumu değiştirme ve dönüştürme
süreci olduğunu ve özgürleşme anlamına geldiğini görmeyip, kendilerini
iktidarlaşmanın kolaycılığına kaptıranlar, belki günün birinde bir »ulus
devlet« kurup, başına geçebilirler, ama köle olmaktan kurtulamazlar.