Avrupa Parlamentosu başkanı Martin
Schulz’un İsrail parlamentosu Knesset’te yaptığı konuşma, İsrail’de öfke
nöbetlerine neden oldu. Halbuki Schulz konuşmasında AB’nin İsrail devletinin
politikalarına destek çıktığını söylemiş ve gösterilen sert reaksiyonlara anlam
verememişti.
Knesset’te bir Alman politikacısının
Almanca yaptığı bir konuşmanın, Holocaust’un kötü anılarının hâlâ ağırlığını
koruduğu kesimlerde rahatsızlık yaratması elbette anlaşılır bir tepki. Ama
hiddetlenmelere, bilhassa aşırı sağın öfkelenmesine yakından bakınca, bu
tepkilerin asıl nedeninin Almanca yapılan bir konuşma olmadığı görülebilir.
Peki, Schulz öfkeye yol açacak ne demişti?
Konuşmasının büyük bölümünü AB’nin İsrail ile dayanışmasına ayıran Schulz, bir
taraftan »Filistinlilerin de herhangi bir engelle karşılaşmadan barış içinde
yaşamak istediklerini« belirtip, diğer yandan da bir Filistinli gencin
kendisine, »Filistinlilere neden İsraillilerden daha az su verildiğini«
sorduğunu söyleyince, İsrail devlet aklının yumuşak karnına dokunmuş oldu.
Gazze Şeridine yönelik blokaj politikasının İsrail’in barışçıl bir gelecek
kurmasına engel olacağını vurgulaması da işin cabası oldu.
Gerçekten de »su sorunu« İsrail-Filistin
ihtilafının en önemli meselelerinden birisi. »Friends of the Earth« adlı çevre
örgütünün Alman basınına verdiği bilgilere göre, İsrail’de kişi başına su
kullanımı günde 250 litre iken, Filistinliler kişi başına ancak 70 litre su
kullanabiliyorlar – Batı Şeria’nın kuzeyinde bu oran sadece 37 litre! Tarım
için kullanılan su, bu sayıların içerisinde. Kızıl Haç örgütü ise susuzluk
çekilmemesi için kişi başı kullanılması gereken asgarî su miktarının 100 litre
olduğunu belirtmekte.
İsraillilerin Filistinlilerden üç kat daha
fazla su kullanabilmelerini olanaklı kılan, 2005’de imzalanan Oslo
Antlaşmalarıdır. Aslında su konusunda varılan anlaşmanın süresi sadece beş
yıldı ve beş yıllık sürenin bitiminden sonra İsrail, nüfus artışını da hesaba
katarak, Filistinlilerin eşit oranda su kullanabilmelerini sağlamakla
yükümlüydü. Ancak İsrail devleti geçici durumu sürekli hâle getirdi. Dahası
İsrail ordusu bilhassa Batı Şeria’da güvenlik (!) gerekçesiyle sistematik bir
şekilde su kuyularını kapatmaya başladı.
İsrail devleti etnik-dini temizlik ve yeni
yerleşim yerleri üzerinden toprak işgali politikasını su silahını kullanarak
mütemadiyen sertleştirmekte. İsrail devletinin özellikle Yahudi yerleşim
bölgelerine yakın olan Filistin köylerinin suya ulaşımını engellemesi, feci
sonuçlara yol açıyor. Tarım arazileri için su bulamayan Filistin köylüleri
giderek yoksullaşıyor, içme suyunu pahalı bir fiyata almak zorunda
bırakılıyorlar ve hijyen durumunun kötüleşmesi nedeniyle hastalıklara yakalanıyorlar.
Klinik ve hastanelerin yıkılması, sağlık hizmetlerine ulaşımın neredeyse
olanaksızlaştırılması, Filistin köylülerini yurtlarını terk etmeye zorluyor.
2013 yılında 2012’ye nazaran ev yıkımlarının yüzde 43 ve evlerini terk etmek
zorunda bırakılanların sayısının yüzde 74 artmış olması, İsrail devletinin su
silahını ne denli »başarılı« kullandığını kanıtlıyor.
İsrail devleti 40 yıldan bu yana uyguladığı
bu siyasetiyle Filistinlilerin gündelik yaşamını cehenneme çevirerek yurtlarını
gönüllü olarak terk etmelerini ve birbirlerinden kopuk, ama nüfusu yoğun küçük
yerleşim adacıklarına göç etmelerini sağlamak istiyor. ABD ve AB on yıllardan
beri İsrail’in bu uluslararası hukuka aykırı siyasetini doğrudan
destekliyorlar. Böylelikle barış görüşmelerinde kararlaştırılan »iki devlet«
çözümünün, tamamıyla İsrail’e bağımlı, tek tek bölgeleri arasında doğrudan
bağlantı olmayan ve bir bölgesinden diğer bölgesine gitmek için defalarca
İsrail gümrüklerinden geçilmesi zorunlu olan bir Filistin ulus devletinden
başka bir çözümü olanaksız kılıyorlar. İşin kötüsü, gerek Hamas, gerekse de El
Fetih dar ulus devletçi politikalarıyla bu »çözümün« destekçiliğini yapıyorlar.
Schulz’un, hiç istemeden yol açtığı bu
tartışma, bir anda İsrail devletinin çirkin yüzünü ve emperyalizmin dikte
ettiği bir barışın, halkların barışı olamayacağını ortaya çıkardı.