»Bir ceset genelde sessiz ve bakılamayacak
bir şeydir. Ama bazı cesetler vardır ki, onlar trombonlardan daha yüksek sesle
konuşur ve meşalelerden daha parlak ışıldarlar.« Rosa Luxemburg bu cümleleri
1912’de yüzlerce işsizin kaldıkları barınakta yemekten zehirlenmesi ve
onlarcasının sefil bir şekilde ölmesi üzerine yazdığı bir makalesinde
kullanmıştı. Ve şunu eklemişti: »Tıp konseyi beyefendiler zehirlenenlerin
bağırsaklarındaki öldürücü mikrobu ne kadar arar, ›saf bakteriyel kültürleri‹
ne kadar yetiştirirlerse yetiştirsinler; Berlinli barınakçıların ölümüne neden
olan gerçek zehir basilinin adı – saf kültürde kapitalist toplum düzenidir.«
Bu satırları kaleme alırken ajanslar maden
işçilerinin cesetlerinin çıkarıldığını, muhtemelen 250 işçinin öldüğünü bildiriyordular.
Aralarında 15 yaşında bir çocuğun da bulunduğu cesetlerin sessiz, ama tüm
dünyada duyulan haykırışları kulakları çınlatıyor... Ateş düştüğü yeri
yakıyor... Kiminin babası, eşi, oğlu, amcası, dayısı, kardeşi göçüp gidenler...
Hiç bir şey teselli etmez, ne para, ne pul gideni geri getirmez... Yürek yanar,
gözyaşları dinmez...
Bangır bangır »geliyorum« diyen ölüm çok
acı. İlk değil ki. Madende ölenlerin sayısı üç bini çoktan aştı. Daha Mayıs ayı
başında İş Cinayetleri Raporu 2014’ün ilk dört ayında 23’ü kadın, 396 işçinin
iş cinayetine kurban gittiğini bildirmemiş miydi ki? 2013’de 59’u çocuk, toplam
1.235 işçinin öldüğünü ne kadar çabuk unuttuk? 3 Mart 1992’de
Zonguldak-Kozlu’da yaşamları yok edilen 263 işçiyi kaç kişi hatırlıyor –
ailelerinden başka? Fazla değil, bu yıl sonunda kaçımızın aklına gelecek Soma
Katliamı? 2002-2012 yılları arasında gerçekleşen 735.803 iş »kazasında« 10.804
işçinin öldüğüne, 14.665 işçinin de sakat kaldığına değinmiyoruz bile!
Türkiye ölümlü iş kazaları listesinde –
aslında iş cinayeti demek gerekiyor – Avrupa’da birinci, dünyada ise üçüncü
sırada. Bu kendiliğinden olan bir gelişme değil: Esnek çalışma biçimleri,
özelleştirmeler, sendikasızlaştırma, yaygın taşeronlaşma, sosyal güvenlik ve
güvenceden yoksun kayıt dışı çalıştırmalar, Soma’da olduğu gibi çocuk işçi
çalıştırılması, çalışma ve yaşam koşullarını giderek daha da kötüleştiren yasal
düzenlemeler, bu utanç listesinin temel nedenleri. Bilhassa AKP hükümetinin
çıkarttığı 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, başlığının tam tersini
sağlayarak, şirketleri ve devleti sorumluluktan kurtarmakta, işçileri kötü
koşullarda çalışmaya mahkum etmektedir.
İşçi ölümleri, özellikle maden işçilerinin
ölümleri, başbakan Erdoğan’ın dediği gibi »kader« değil, altında bizzat
kendisinin imzası olan yasaların, kararnamelerin ve yönetmeliklerin kaçınılmaz
bir sonucudur. Ölümlerin sorumlusu 19 yıldır »Madenlerde Güvenlik ve Sağlık
Sözleşmesini« imzalamayan hükümetlerdir. Ölümlerin sorumluları, geçen yıl
Kozlu’da 8 işçinin ölümüne neden olan metan gazı patlaması ile ilgili
soruşturma açılmasına izin vermeyen enerji bakanı Taner Yıldız, Soma
Katliamından ancak 20 saat sonra basın önüne çıkan çalışma ve sosyal güvenlik
bakanı Faruk Çelik ve daha 29 Nisan 2014’de TBMM gündemine Soma’daki madenlerle
ilgili olarak getirilen soruşturma önergesini reddeden AKP milletvekilleridir.
Ölümlerin baş sorumlusu, neoliberal düzenlemelerle sermaye lehine politikaların
uygulanmasını sağlayan, ölüm haberleri geldiği saatte »ödül« dağıtmaya devam
eden ve Türkiye’yi madencinin kabus ülkesi hâline getiren başbakan Erdoğan’dır.
Ama işçi katliamlarının baş faili kapitalist kâr mantığı, kapitalist toplum
düzenidir.
Maden ocağından çıkarılan cesetlerin haykırışlarına
Grup Yorum tercüman olmuş: »(...) Yürü derler yürü derler, açlığa yürü derler /
Kara elmas tabut olmuş, gerekirse ölün derler / Günü gelir, utanmadan ağlaşana
gülün derler / Yalanlara artık sabrım yok.«
Maden ocağından çıkarılan cesetlerin kaybedecek
bir şeyleri kalmadı artık...
Ya
bizler, geride kalanlar? Var mı sahiden zincirlerimizden başka kaybedecek
şeylerimiz? Daha ne kadar ölüm bekleyeceğiz, gerekeni yapmak, sokağın gücünü
öfke seline dönüştürmek için?