Yüz yıl önce bugün, 28 Haziran 1914’de
Saraybosna’da Avusturya arşidükü Franz Ferdinand ile eşi Sophie’yi vuran
Gavrilo Princip, eyleminin milyonlarca insanın yaşamına mal olacak bir dünya
savaşına neden gösterileceğini tahmin etmiş miydi bilinmez, ama »Büyük
Sırbistan« hayalinin peşinde koşan Sırp milliyetçilerinin dönemin emperyalist
güçlerince nasıl kullanıldıkları yeterince biliniyor. »Kara El« adlı Sırp
milliyetçi örgütü, daha kurulduğu ilk günlerde »iblisin ipiyle kuyuya inmiş« ve
Birinci Dünya Paylaşım Savaşının yarattığı büyük yangının »çakmak taşı« olarak
kullanılmıştı.
Yerküre üzerinde devam eden savaşlar,
silahlı ihtilaflar ve milyonlarca ölüm aradan koskoca bir asır geçmesine
rağmen, dünyada değişen pek şeyin olmadığını gösteriyor, ki bu gerçek,
kapitalizm aşılmadığı müddetçe hiç bir şeyin değişmeyeceğini de kanıtlıyor.
BM hukuku uzmanlarından yoldaşımız Norman
Paech bir makalesinde, 1945’den bu yana dünyanın her yerinde savaşlar sürdüğünü,
ama Avrupa’nın merkez ülkelerinde savaş olmadığından, bu savaşlara »Dünya
Savaşı« demediğimizi yazmıştı. Gerçekte de dünyanın muhtelif coğrafyalarına
üstün körü bir bakış dahi, »Dünya Savaşı olmayan bir dünya savaşı« içerisinde
olduğumuzu gösteriyor.
Ne yazık ki, gözünü iktidar, mülkiyet ve
kâr hırsı bürümüş olan zavallı insanlık, yüzlerce yıldır devam eden yıkımların
ve savaşların sonuçlarından hiç bir şey öğrenememiş. Farklı milliyetleri tek
bir kimliğe eriten »ulus« potası çoktan soğumuş olmasına rağmen, düşmanlığın,
ayırımcılığın, ırkçılığın ve savaşların tetikleyicisi olan milliyetçilik tüm
ilkelliği ile hâlen revaçta ve çağımızın vebası olarak dünyayı kavurmaya devam
ediyor, ancak küçük burjuva beyinlerin hayal dünyasında »sınıfsız, imtiyazsız
ve bütünleşmiş toplum« olabilecek »ulus« devletler hâlâ kutsanıyor.
Halbuki yakın geçmişin deneyimleri »ulus«
devletlerin kutsanası değil, kahrolası yapılar olduğunu göstermiyor mu? Eski
Yugoslavya’dan Kafkaslara, son örnek Ukrayna’dan Afganistan’a, Ortadoğu’dan
Afrika’ya »ulus« devletin ezilenler ve sömürülenlerin lehine olduğunu gösteren
tek bir örnek var mı sahiden? Aslında coğrafyamızda bu gerçeği en iyi bilenler,
başta Kürtler olmak üzere, tüm kadim halklardır. İran, Irak, Suriye ve Türkiye
»ulus« devletleri bu halklara asimilasyon, baskı, sömürü, soykırım ve yerinden
edilmeden başka ne getirdi? Kürt bilgeleri boşuna mı demişler, »devlet eşek
olsa binmem« diye? Ama görünen o ki, kimi Kürt egemeni ve savunucuları için
Kürt bilgelerinin öğretileri artık geçerli değil. Onlar kadim coğrafyamızın tüm
deneyimlerini görmezden gelip, IŞİD’in, dolayısıyla bölge ülkeleri ile
emperyalist güçlerin ipine sarılmayı yeğliyorlar.
Tüm bu hengame ve kan denizi içerisinde
kadim coğrafyamızın kadim sorunlarına yanıtlar sunan bir adacık ise
geleceğimizi aydınlatıyor: ROJAVA! Halkların kendi kendilerini idare ettiği,
savunduğu ve ortak geleceklerini inşa ettikleri bu deney, şimdiden tüm
Kürdistan ve Ortadoğu, hatta tüm dünya için özgürlükçü, kurtuluşçu ve
demokratik bir alternatif hâline gelmiş durumda. Rojava demokratik özerkliğin
sadece gerçekçi değil, aynı zamanda uygulanabilir olduğunu kanıtlıyor.
Ancak gelişmeler insanlığın bu büyük
kazanımının ciddî tehdit altında olduğunu da gösteriyor. Rojava, bölge
ülkeleri, emperyalist güçler ve maşaları olan IŞİD ve El Nusra gibi çetelerin
gözüne batan bir diken ve yok edilmesi için hepsi el ele vermiş durumda.
Rojava’yı korumak, gelişmesine destek vermek sadece Rojava halklarının değil,
tüm ezilen ve sömürülenlerin çıkarına. Fuat Kav geçenlerde yayınlanan bir
yazısında, »neden ›Rojava devrimi bizimdir, daha fazla Rojava‹ adı altında
Ortadoğu’da [enternasyonalist] tugaylar oluşmasın?« diye sormuştu. Bu soru her
geçen gün daha yakıcı hâle geliyor. Rojava’yı korumak için illa silahı ele
almak gerekmiyor. Gönüllü doktorların ve başka uzmanların oraya gitmesi bile büyük
bir destek olacaktır. Acil soru şudur: Rojava için ne yapabilirim? Daha ne
kadar bekleyeceğiz?