13 Eyl 2015

Türkiye’nin neoliberal dönüşüm süreci ve AB’nin rolü

Avrupa’daki yaygın medya uzun bir süre »Türk ekonomi mucizesi« ve »demokratikleşerek Avrupa Birliği’ne yakınlaşan aday ülke« resmini çizmişti. Türkiye ne de olsa AKP hükümeti altında bütçesini konsolide etmiş, Kemalist generalleri kışlaya geri göndermiş, küresel stratejilere entegre edilmiş ve komşuları ile »sıfır sorun politikası« izleyen bir bölgesel güç hâline gelmişti.

Sadece yaygın medya değil, Avrupalı siyasetçiler de Başbakan Erdoğan ve partisinden övgüyle söz etmekte, hatta eski Alman Cumhurbaşkanı Christian Wulff gibi isimler müthiş devinimlerin yaşandığı Arap dünyasına Türkiye’yi »model ülke« olarak önermekteydiler. AKP, İslam’ı demokrasiyle »uyumlu« hâle getiren, kangrene dönüşmüş Kürt Sorununu çözme iradesini gösteren ve Türkiye’yi, şimdiye kadar hiç bir partinin yapamadığı kadar AB’ne yakınlaştıran »muhafazakâr-demokrat« bir siyasî formasyon olarak gösteriliyordu.
Ancak 2013 Haziran Direnişi bu resmin – en azından Avrupa kamuoyunda – bir daha düzeltilemeyecek biçimde paramparça olmasına neden oldu. Yer altında lavların birikip, basıncın artması ile yanardağın patlaması misali, 11 yıllık AKP hükümetinin politikalarının sonucunda, ancak 15-16 Haziran 1970 direnişiyle karşılaştırılabilecek bir kalkışma, Erdoğan’ın »yenilmezlik efsanesini« bitirdi. 2013 Haziran Direnişi AKP’nin çirkin, ama gerçek yüzünü herkes için görünür kılıyordu.
Haziran Direnişi, Ortadoğu’daki ve bilhassa Suriye’deki gelişmeler, uluslararası mali piyasa aktörlerinin böylesi dönemlerde »güvenli limanları« riskli eşik ülkelerine tercih etmeleri, AKP’nin dış politika hedeflerinin tümünün fiyaskoyla sonuçlanması sonucunda kimi sermaye fraksiyonunun Arap dünyasındaki yatırımlarının tehlikeye girmesi, AKP’nin uzunca bir süre kapitalist rekabette Sünni-muhafazakâr küçük ve orta ölçekli şirketlerde yana taraf tutması ve Erdoğan’ın »başkanlık sistemi« ile devletin hamilik vaadini vermesiyle birleşince, AKP’yi oluşturan koalisyondaki derin çatlak kaçınılmaz oldu ve Türkiye 17 Aralık 2013’de ender görülür bir kapışmaya güne uyandı.
Ancak Erdoğan’ın şahsında cisimleşen güçlerin kontrolü altında olan AKP, bu krizi çekirdek seçmen kitlesi üzerinde bugüne kadar büyük etkisi olan Erdoğan’ın bu kitleyi ustaca mobilize etmesiyle aşabildi. Dahası, yerel seçimlerde seçmen desteğini önemli ölçüde koruyabilen AKP, Erdoğan’ın ilk turda Cumhurbaşkanı seçilmesini sağladı. Yönetim krizini bir ölçüde aşabilen AKP, sermaye birikimindeki durağanlığın önüne geçemedi. Bunun ardında iktisadi büyümenin temel taşlarını inşaat sektörünün, perakendecilik ve hizmetlerin oluşturması ve bu çerçevede sınai üretimin yurt içi GSMH’daki payının sürekli düşmesi de yatmaktadır. Hane başı borçlanma ile şirketlerin döviz bazındaki borçlanmasının devasa boyutlara ulaşması, enerji alımının ve ihracatın göbeklerinden ithalata bağımlı olması, TL’nin süren değer kaybı birikim sürecindeki krizi derinleştirdi.
Büyük burjuvazi ile uluslararası tekeller kapitalist rekabete devlet müdahalesini istemediklerinden, Erdoğan’ın »başkanlık sistemini« reddediyorlar ve AKP koalisyonu içindeki çatlağın derinleşmesine uğraşıyorlardı. Nitekim otoriter neoliberal tedbirlere ve yaşamın her alanının İslamileştirilmesine karşı toplumda oluşan direnç mekanizmaları, HDP’nin kilit rol oynadığı 7 Haziran 2015 seçimlerinde »başkanlık sistemi« konseptinin yenilgisi ile sonuçlandı. Görüldüğü kadarıyla sınai üretimin yüzde 65’ini ve ihracatın yüzde 80’ini kontrol eden büyük burjuvazi ve tekeller kapitalist rekabetin örgütleniş biçimi üzerine verilen ilk ciddi muharebeyi zaferle kapattılar.
Bu makalenin kaleme alındığı günlerde »güvenlik rejimi« ve militaristleşme konseptine yeniden dönüşün hızlandığı bir sürece girilmişti. Henüz bu sürecin nasıl sonuçlanacağını öngörmek, çoklu kriz ortamını yönetmeye çalışan egemenler arasındaki iktidar mücadelesinin devam etmesi ve süreci doğrudan etkileyen Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesinin netleşmemesi nedeniyle kolay değil. Ancak süreç nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Türkiye’nin egemen sınıfları ve onları destekleyen emperyalist güçler açısından belirleyici olan hedef, neoliberal dönüşüm sürecinin sürdürülebilirliği ve toplumsa dirence karşı güvence altına alınmasıdır.
Güncel gelişmelerin nasıl şekilleneceğini tahmin etmek ve buradan mücadelenin izlemesi gereken siyaset önerileri çıkartmak için, tarihsel gelişmeleri, maddi şartları ve uluslararası koşulları temel alan, küresel bir bakışa dayanan kapsamlı bir analiz gerekmektedir. Politika Gazetesi gibi bir yayının teknik sınırlılığı böylesi bir kapsamı ne yazık ki engellemektedir. Bu nedenle başladığımız bu yazı dizisinde tarihsel gelişmenin sadece bir bölümüne, Türkiye’nin neoliberal dönüşüm sürecine ve AB emperyalizminin bu süreç üzerindeki rolüne odaklanmak istiyoruz. Türkiye’deki farklı aktörlerin, özellikle sol liberal kesimler ve Kürt hareketinin yasal siyasi temsilcileri arasında hâlâ yaygın olan, »AB üyeliği, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve barışın tesis edilmesi için merkezi önem taşıyor« görüşü de böylesi bir odaklanmaya karar vermemizde etkili olmuştur. Kimi sosyalistin bile siyasi aktörlerin söylemine ve görüngülere göre siyaset analizi yaptıkları ve toplumsal hafızanın zayıfladığı bugünlerde hafızamızı tazelemek için tarihsel gelişmenin bu bölümüne telgraf stilinde bir bakış fırlatalım.
»Avrupalılaşmanın« tercümesi
Türkiye, sahip olduğu jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik coğrafi konumu nedeniyle başından beri emperyalist güçlerin imtiyazlı hamiliğinde tutulan bir kapitalist devlet olmuştur. Türkiye’nin Avrupa’da oluşan birliğe alınması planları da, bu hamilik ilişkisinin bir parçasıdır.
Anımsanacağı gibi Türkiye’nin »Avrupalılaşma« macerası ciddi olarak ilk kez 1963 Ortaklık Antlaşması ile başlamıştı. Ortaklık Antlaşması sadece belirsiz bir üyelik vaadini içermiyor, aynı zamanda adım adım gerçekleştirilecek bir Gümrük Birliğini öngörüyordu. Türkiye burjuvazisinin ve devlet bürokrasisinin sanayileşmeye dayalı bir sermaye birikimi stratejisine ağırlık vermeleri ve dönemin Avrupa Topluluğu’nun Türkiye pazarına öncelik vermemesi nedeniyle, Ortaklık Antlaşmasından doğan yükümlülükler etkin bir uygulamaya dönüşmedi. 1970’lerin küresel krizi ve Türkiye’deki sanayileşme politikasının iflasının ardından IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası mali kurumlarla girilen ilişkiler, Türkiye’nin »Avrupalılaşma« sürecini yeniden canlandırdı. Bu aynı zamanda 1970’li yılların sonundan itibaren Türkiye’nin ihracata yönelen liberal bir gelişme yoluna girmesi anlamına geliyordu.
24 Ocak 1980 kararlarıyla Türkiye’de yepyeni bir dönem başladı. Bütçe konsolidasyonu, devalüasyon, ücretlerin düşürülmesi, ihracat teşvikleri, esnekleştirme, özelleştirme ve liberalleşme gibi adımları içeren kararlar, sendikal hareketin ve toplumsal muhalefetin direnci ile karşılaşınca, askerî darbe kaçınılmaz oldu. 12 Eylül 1980’den itibaren Türkiye, Şili’den sonra neoliberal politikaların askerî araçlarla uygulanmaya başlandığı ikinci ülke oldu.
Askerî zorla uygulamaya sokulan program, kısa vadede enflasyon oranının düşmesine, ekonomik büyümenin artmasına ve ticaret ile mali sektördeki liberalleşmenin hızlanmasına neden oldu. Cunta anayasasıyla güvence altına alınan neoliberal politika, cuntanın Kasım 1983’de iktidarı sivil hükümete devretmesinden sonra da devam ettirildi. 1980’li yılların sonuna kadar gerçekleştirilen uygulamalarla Türkiye ekonomisi dünya pazarı ile bütünleştirildi.
Bu dönemde Türkiye’nin ürün ve mali piyasalarının uluslararası sermayeye açılması, 1963 Ortaklık Antlaşması’nın yeşermesine ve antlaşmadan doğan yükümlülüklerin etkin bir biçimde yerine getirilmesine neden oldu. Gerçi Avrupa’da yaşayan Kürdistan ve Türkiye kökenli göçmenler ile politik mültecilerin oluşturduğu örgütlenmelerin meşakkatli çalışması sonucunda askerî cunta Avrupa kamuoyunda tepki topluyordu ve bu tepki sayesinde Avrupalı hükümetler cuntaya karşı pozisyon almak zorunda kalmışlardı, ama 1983 seçimleriyle birlikte Avrupa ülkeleri yeniden »demokrasiye geçen« Türkiye ile ilişkilerini normale döndürdüler. Nitekim1980’li yılların sonunda Türk Lirasının konvertibilitesi gerçekleştirilmiş, sermaye trafiği serbest bırakılmış, özel sektörün yurtdışından kredi alması olanaklı hâle getirilmiş ve yabancı sermaye yatırımları hızlandırılmıştı.
Ancak 1988’e gelindiğinde bu stratejinin sürdürülebilirliği sınırlarına ulaştı. Ekonomik büyüme yüzde 2,1’e düşerken, enflasyon yüzde 75’e çıktı. Hükümet, özellikle sendikal hareketin yeniden örgütlenerek gerçekleştirdiği grevler nedeniyle baskı altına girmişti. Cunta ile yok edilen kazanımlar ve ücret kayıpları tam olarak kompanse edilemese de, sendikal mücadele sonucunda önemli sayılabilecek ücret artışları gerçekleştirilebildi. 1987’den itibaren hızlanan kamu borçlanması reel faizlerin artmasına, bunun sonucunda da yabancı sermaye akışına neden oldu. Artan yabancı sermaye akışı, cari dengenin kısa vadede finanse edilmesini sağladı ve hükümete, popülist tedbirler olarak nitelendirilebilecek olanaklar verdi. 1993’e kadar borçla finanse edilen ekonomik büyüme yılda ortalama yüzde 6’ya ulaştı, ama 1994’de mali krize tosladı ve Türk Lirası yüzde 13 değer kaybetti. Yaklaşık üç ay süren türbülanslar hükümetin 1994 Nisan’ında kabul edeceği İstikrar Paketiyle sona eriyordu, ama Türk Lirası da yüzde 64 değer kaybedecekti.
Cunta tarafından konulan siyaset yasaklarının 1987 referandumu ile kaldırılması ve parlamentarizmin görece güç kazanmasıyla birlikte AB ile olan ilişkiler derinleşmeye başladı. AB’nin Türkiye ekonomisinin şekillendirilmesinde merkezî bir aktör olmasıyla, Türkiye-AB ilişkileri yeni bir aşamaya geçti.
1990’lar: En uzun ve en kanlı on yıl
İki kutupluluğun sona erdiği 1990’lı yıllar Türkiye için her açıdan en uzun ve en kanlı on yıl olarak nitelendirilebilir. Çünkü gerek neoliberal politikaların kökleştirilmesi, gerek Türkiye’nin küresel stratejilere eklemlenmesi ve gerekse de Kürt halkına yönelik kirli savaşın derinleştirilmesi bu on yıla damgasını vurdu.
Halbuki 1980’li yılların sonunda partiler sisteminde yapılan değişikliklerle »demokratikleşme« umutları çoğalmıştı. Ne yazık ki »demokratikleşiyoruz« laflarını ağızlarından düşürmeyenler ne cunta anayasasını, ne antidemokratik uygulamaları, ne de cumhurbaşkanının olağanüstü yetkilerini sorguluyorlardı.
Cunta karşıtı söylemle 1991’de iktidara gelen DYP-SHP hükümeti, askerî zor ile uygulamaya sokulan neoliberal politikalara hız verdi. Parlamentonun yetkilerini hükümete aktaran Kanun Hükmünde Kararname (KHK) uygulamaları 1991-1995 yılları arasında özelleştirmelerin herhangi bir engele takılmadan hızla gerçekleştirilmeleri, parlamento kontrolü dışında kalan bir gider yapılanması ile bütçe dışı fonların kullanılması için en fazla başvurulan enstrüman oldular. DYP-SHP hükümeti yabancı sermaye düzenlemelerinin sorumluluğunu Devlet Planlama Teşkilatı üzerinden Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’na vererek, başbakanlığın doğrudan kontrolüne bağladı. Böylelikle müsteşarlık, parlamento ve yargının hiç bir kontrolü ve etkisi olmadan neoliberal politikaların infaz memurluğu hâline getirildi.
Bir yanda KHK’ler ile başta telekomünikasyon ve enerji sektörleri olmak üzere, çeşitli sektörlerde Dünya Bankası, IMF ve AB’nin dayattığı düzensizleştirmeler gerçekleştirilirken, diğer yanda politizasyonu giderek yükselen Kürt halkının haklı taleplerine gösterilen militarist reaksiyon üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) modernizasyonu hızlandırıldı. 1990’lı yıllar kirli savaşın, faili meçhul cinayetlerin ve antidemokratik uygulamaların zirve yaptığı bir dönem oldu.
AB, bilhassa Çekirdek Avrupa olarak adlandırılan Almanya-Fransa-Benelüx ülkeleri hem silah ve teçhizat hibeleri ve satışlarıyla TSK’nin modernizasyon sürecini, hem de Türk devletinin kirli savaş yöntemlerini kendi politikalarıyla desteklediler. Örneğin Türkiye’de suikastler ve faili meçhul cinayetler yılı olarak hafızalara kazınan 1993 yılında AB kurumları ve AB üyesi ülkelerin hükümetleri Kürtlere yönelik olan politikalarını sertleştirdiler. Bu açıdan PKK’nin 1993 Kasım’ında önce Almanya’da yasaklanması, ardından terörist örgütler listesine alınması tesadüfî bir gelişme değildir.
1990 sonrası dünyasında yaşanan devinimler, küresel stratejilerde önemli değişikliklere yol açtığından, AB’nin Türkiye ile olan ilişkilerini giderek daha çok kurumsallaştırmaya çalışmasına neden oldu. Avrupa sermayesi Türkiye pazarının, bilhassa Ortadoğu açısından taşıdığı potansiyellerin farkına varırken, geliştirilen Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikaları Türkiye’nin AB’ne yakınlaştırılmasını gerekli kılıyordu. NATO’nun ikinci büyük ve asimetrik savaşta deneyimli ordusuna sahip olan Türkiye, emperyalist güçlerin Balkanlar-Kafkaslar-Ortadoğu üçgenindeki jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik çıkarları için giderek daha önemli bir ülke hâline gelmişti. Bununla birlikte AB içerisindeki bazı çıkar çelişkileri de Türkiye’ye yönelik ilginin artmasına neden olmaktaydı: Almanya ve Fransa bilhassa enerji tedariki politikasında ABD ile olan rekabette Türkiye’nin konumu sayesinde avantajlı duruma gelmeyi hesaplarlarken, Britanya ile ABD stratejik ortak Türkiye’nin AB üyeliği sayesinde AB içerisindeki transatlantik cephenin güç kazanacağını düşünüyorlardı. Türkiye’nin AB üyelik süreci çerçevesinde ABD’nin üyelik için bastırması ve Almanya’nın»imtiyazlı partnerlik« önerisini ileri sürmesi biçiminde ifadesini bulan tartışmanın nedeni, bu farklı yaklaşımlardır.
Nitekim 1990’lı yılların ortalarından itibaren AB-Türkiye ilişkileri resmen üyelik sürecine dönüşmekteydi. 1980 darbesiyle uygulamaya sokulan politikalar, anayasa ile güvence altına alındıktan, esnekleştirme-özelleştirme-düzensizleştirmeler büyük ölçüde gerçekleştirildikten sonra Türkiye 1996 yılında Gümrük Birliği’ne üye edildi – ürün, sermaye ve hizmet trafiği serbest bırakıldı (Türk vatandaşları için serbest dolaşıma izin çıkmadı ama) ve Türkiye Avrupa iktisat hukukunu kabul etti. Böylelikle Türkiye’deki neoliberal politikalar hızla AB’nin neoliberal ve militarist dönüşüm süreci ile birleştirilmiş oldu, ki AB ile olan ilişkilerin bu biçimde kurumsallaştırılması Türkiye sermayesinin çıkarlarıyla da bire bir örtüşmekteydi.
Diğer yandan Türkiye’nin AB üyelik süreci neoliberal politikalara toplumsal destek ve meşruiyet sağlıyordu. AB, Türkiye toplumu için 1980 sonrası Dünya Bankası ve IMF tarafından yönlendirilen ekonomi politikalarına nazaran, özellikle demokrasi ve insan hakları alanlarında ilerlemelerin gerçekleşeceği umutlarıyla da bağlantılı olduğundan, çok daha çekici geliyordu. Türkiye kamuoyu AB’nin Kopenhag Kriterleri ile demokratikleşmenin, demokratik hukuk devleti esaslarının tesis edilmesinin, azınlık ve insan haklarına saygının gerçekleşeceği kanısına sahipti, ama kriterlerin en büyük bölümünü oluşturan ekonomik yükümlülükler ve dönüşümler kaale alınmıyordu. Gerçi AB üyelik süreci belirli alanlarda »demokratikleştirmelere« ve belirli temel hak ve özgürlüklerin sağlanmasına neden oldu (hoş, bunların daha çok, her an kısıtlanabilir kozmetik rötuşlar olduğu sonraları ortaya çıktı), ama aynı zamanda neoliberal iktisat rejimi yasal olarak kökleştirildi. Demokratikleşme çerçevesinde atılan belirli adımlar nedeniyle (ölümü gördükten sonra, sıtmaya razı olmak da denilebilir) Türkiye’deki sol liberal çevreler »Avrupalılaşmamıza« yol açacak AB üyelik sürecinin ve böylelikle neoliberal birikim rejiminin en önemli savunucuları hâline geldiler. Kamuoyunda AB üyeliğine karşı çıkmanın »eski rejim« taraftarı ve milliyetçi olmakla eş anlamlı olduğu kanısı yaygınlaştırıldığından, AB üyelik sürecini neoliberalizm ve kapitalizm karşıtlığı konumundan eleştiren sosyalist hareketin etkinlik alanı daraldı.
Neoliberalizm genel olarak 1990’lı yıllarda güç ve toplumsal meşruiyet kazanmış olsa da, aynı dönemde uluslararası mali piyasaların dünya çapında etkinliklerini artırmaları sonucunda  neoliberal rejimin sınırları daha çok belirginleşti. Kirli savaşın derinleşmesi, toplumsal parçalanmışlıkların kronik hâle gelmesi, siyasetteki kutuplaşmalar, yasama-yargı-yürütme arasındaki çelişkiler, yolsuzlukların artması ve sosyal sorun patlaması nedeniyle toplumsal direncin gelişmesi, ekonomi yönetimini giderek zorlaştırıyordu. Bununla birlikte mali piyasaların liberalleştirilmesi ve sermayenin küreselleşmesi hükümetlerin ekonomiye müdahale etme ve bu şekilde piyasalardaki gerginlikleri yumuşatma olanaklarını azaltmıştı. Nitekim 1994 krizi, 28 Şubat 1997 »postmodern darbesi«, IMF’nin 1998 müdahalesi ve 1998 istikrar programları yaşanan ciddî krizlerin ifadesi oldular.
Eski kıyafet dar gelmeye başlayınca...
Uluslararası rating ajansları Türkiye’ye 1994 krizine kadar »borcunu geri ödeyebilir ve yatırıma uygundur« notunu vermişlerdi. 1994’den sonra bu not düşürüldü. 1997 Haziran’ında RP-DYP hükümetinin istifasının ardından iktidara gelen ANAP azınlık hükümeti üç yıllık istikrar programıyla işbaşı yaptı. IMF programa onay vermişti. Ancak 1997 Asya krizi ve Rusya’daki 1998 krizi ile uluslararası mali piyasalarda baş gösteren türbülasyonlar, diğer eşik ülkelerini vurduğu gibi, Türkiye’yi de vurdu. Gerçi vergi gelirlerinin artırılması, özelleştirmelerin hızlandırılması ve kamu giderlerinin azaltılması sonucunda bütçe konsolidasyonu hedeflerine kısmen ulaşılmıştı, ama daha başından üç yıllık istikrar programının başarısız olacağı görünür olmuştu.
Nitekim azınlık hükümeti istifa etmek zorunda kaldı ve 28 Nisan 1999’da DSP-ANAP-MHP hükümeti oluşturuldu. Ecevit hükümeti kamu borçlarının yurt içi GSMH’nın yüzde 42’sine çıktığı, bankalara ve TL’ye olan güvenin sıfırlandığı, enflasyon oranlarının zıpladığı bir dönemde işbaşı yapmıştı. Ecevit hükümeti kısa zamanda önemli kararlar aldı: Yeni Bankalar Yasası yürürlüğe sokularak, batık bankalar kamusallaştırıldı; Sosyal Sigortalar Kanunu değiştirildi; anayasa değişikliği ile uluslararası tahkim kabul edildi ve tarım sübvansiyonları durduruldu. Bunların yanı sıra DGM’lerde askerî yargıç uygulamasına son verildi ve yeni bir Siyasi Partiler Yasası kabul edildi. Bu değişikliklerin sonunda ise IMF ile 1999 Aralık’ında iki yıllık bir »Stand-By-Antlaşması« imzalandı. Türkiye’ye bir diğer mükâfat gene 1999 Aralık’ında Helsinki’de toplanan AB Zirvesinde verildi: artık Türkiye resmen aday ülke statüsüne sahipti. [ABD ve AB daha önce, 15 Şubat 1999’da uluslararası bir komplo ile PKK lideri Abdullah Öcalan’ı kaçırıp, Türkiye’ye teslim etmiş ve hükümetin iç politikada önemli ölçüde puan toplamasını sağlamıştı. Öcalan’ın yargılanma sürecinde gerçekleştirilen ekonomik kararlar kamuoyunda neredeyse hiç tartışılmadı. İdam cezası 2002 Ağustos’unda AB 3. Uyum Paketiyle kaldırıldı.]
Yapılan antlaşmalar on aylık bir süre içerisinde etkisini göstermeye başlamıştı. 2000 Ekim’ine kadar Türkiye’ye 15,5 milyar Dolar’ın girmesi sayesinde enflasyon ve faiz oranları düştü, tüketim arttı ve 1999’da yüzde -5 olan ekonomik büyüme, 2000’de yüzde 7,4’e yükseldi. Ancak aynı dönem içerisinde dış ticaret açığı 7 milyardan 14 milyar Dolar’a çıktı.
Sonuçta 2000 Kasım’ında ciddî bir mali kriz yaşandı. Bankaların yıl sonuna doğru masif bir biçimde devlet tahvillerini ellerinden çıkarmaları ve ağırlıklı olarak dövize yönelmeleri, banka sektöründeki spekülasyonlarla birleşince, bankaların likidite talebi faiz oranlarının artmasına neden oldu. Sadece bir aylık bir zaman içerisinde yaklaşık 6,5 milyar Dolar’ın Türkiye’den çıkmasıyla IMF’nin müdahalesini gerekli kılan bir likidite krizi baş gösterdi. IMF yıl sonunda hükümete 7,3 milyar Dolar’lık bir kredi açarak durumu kurtarmaya çalışıyordu.
Bunun yanı sıra devlette yönetim krizi de derinleşmekteydi. Askerî-bürokratik vesayet ülkenin merkezinde bulunduğu coğrafyaya yönelik yeni stratejiler çerçevesinde Türkiye’nin üstleneceği role artık uygun değildi. Türkiye’nin elbisesi eskimişti ve değiştirilmesi zorunlu görülüyordu. Kemalist bürokrasi bunu fark etmiş ve tasfiyeye direnmekteydi.
Nitekim MGK’nun 2001 Şubat’ındaki toplantısının Cumhurbaşkanı Sezer’in başbakan Ecevit’e anayasa kitapçığını fırlatmasıyla sonuçlanması, büyük bir döviz spekülasyonuna yol açınca, kriz derinleşti. 21 Şubat 2001’de bankalar arası gecelik faiz yüzde 6.000’de zirve yaptı. Böylece Türkiye’nin cumhuriyet tarihindeki en ağır ekonomik krizi başlamış oldu. İç borçlanmanın GSMH’ya olan oranı yüzde 29’dan yüzde 89’a çıkarken, dış borçlanma 2002 ortasında yaklaşık 126 milyar Dolar’a tırmanacaktı.
Bu gelişmenin faturası ise her defasında olduğu gibi, halka çıkartıldı. Yoksulluk, sosyal adaletsizlik ve işsizlik arttı. 2001 krizi sadece halka faturayı çıkartmakla kalmadı, aynı zamanda neoliberal dönüşüm sürecinin yeniden organize edildiği bir dönemi de başlattı. 2001 Mart’ında Dünya Bankası müdürlerinden Derviş’in ekonomi bakanı olarak atanmasıyla iktisat politikalarının karar verme mekanizması doğrudan uluslararası mali kurumların kontrolüne geçti. Sonuçta 2001 Mayıs’ında »Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı« (GEGP) olarak adlandırılan kapsamlı bir yeniden yapılanma başlatıldı.
Gerçi Derviş’in sorumluluğunda yürütülen programa karşı hem devlet bürokrasisi ve hükümet içerisinden, hem de toplumsal güçlerden direniş gösteriliyordu. Özellikle sendika konfederasyonları yeni Sendikalar Yasası’na karşı çıkıyor, meslek grupları ve esnaf birlikleriyle beraber protestolar örgütlüyorlardı. Ancak protestoların birbirlerinden kopuk olması, hükümetin bunlara yoğun polis şiddeti ve tutuklamalarla yanıt vermesi ve yaygın medyanın suçlayıcı propagandaları, toplumsal direncin birleşmesini ve etkin sonuçlar alabilmelerini engelledi. GEGP tüm şiddetiyle yeniden yapılanmayı gerçekleştirdi ve Türkiye’nin uluslararası mali piyasalarla bütünleşmesini derinleştirdi.
Ve yeni elbise sahnede: AKP!
2001 Şubat krizi ANAP-DSP-MHP hükümetinin de sonunu getirdi. 2002 Kasım’ında yapılan erken genel seçimlerde üç parti de parlamento dışında kaldı ve oyların yaklaşık üçte biri ile TBMM’deki sandalyelerin yüzde 55’ini alan AKP tek başına iktidara geldi. Ecevit hükümetinin IMF ile yaptığı antlaşmayı ve GEGP uygulamalarını eleştiren AKP, demokratikleşme vaatleriyle farklı kesimlerin sempatisini toplamıştı. AKP, GEGP’nin kapsamlı yeniden yapılanmasının neredeyse tamamlandığı bir dönemde iktidara geldi ve başlayan ekonomik rahatlamanın meyvelerini topladı.
IMF ve GEGP karşıtı pozisyonları siyasî söyleminde kullanan AKP, hükümet pratiğinde ise neoliberal programı tüm şiddetiyle uygulamaya devam etti, özelleştirmeleri hızlandırdı ve yabancı sermayenin girişini kolaylaştıran adımları attı. Diğer yandan AB’ne yakınlaşma siyasetini daha güçlü bir söylemle sürdürdü ve bazı »demokratikleşme paketleri« sayesinde kamuoyunda »muhafazakâr-demokrat parti« kanısını yaygınlaştırmayı başardı. Ancak »demokratikleşme paketlerini« devlet kurumları içerisinde büyük değişimlerle bağlantılı hâle getirdi. Bu şekilde bir tarafta »demokratikleşme« söylemiyle politikalarına yönelik muhalefeti zayıflatabiliyor, ama diğer yandan da devlet kurumlarında yapılan değişikliklerle demokratikleşme adımlarını boşa çıkartıyordu.
AKP hükümetleri dönemi AB ile olan ilişkilerin en fazla yol aldığı bir dönemdir. 2005’de AB üyelik müzakerelerinin başlaması AKP’ye kamuoyunda puan kazandırıyordu. 2001 Mayıs’ında başlatılan programın devam ettirilmesi, yabancı sermaye girişinin kolaylaştırılması ve AB üyelik müzakerelerinin başlatılması, hem Türkiye’nin kredi notunu yükseltti, hem de yabancı sermaye girişini artırdı. [Burada AKP’nin internet sayfasında »İcraatlar« bölümünde şu ifadenin yer aldığının altı çizilmelidir: »1986-2002 döneminde 8 milyar Dolar özelleştirme geliri elde edilirken, 2003-2015 döneminde bu tutar 61,8 milyar Dolar’a erişmiştir«.] Yabancı sermaye girişi ekonomik büyümenin en önemli kaynağı oldu. 2003’de ülkeye toplam 7 milyar Dolar, 2004’de de 18 milyar Dolar girerken, 2006’da toplam 45 milyar Dolar yabancı sermaye girişi kaydediliyordu.
AKP, Türkiye’nin dış politikasında da önemli değişiklikleri gerçekleştirdi. Artık Türk dış politikası Türkiye sermayesinin ihracat olanaklarını artırmaya ve enerji ithalatını güvence altına almaya odaklanmıştı. Dış ticaret açığının büyümesini engellemek ve Türkiye sermayesine yeni pazarlar açmak için bölge ülkeleriyle ilişkiler geliştirildi. Ortadoğu ve Afrika ülkeleriyle geliştirilen ilişkilerin hedefine »bölgesel işbirliği« konulmuştu.
AKP’nin bu politikası, gerek 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra »teröre karşı savaş« gerekçesiyle küresel siyasetini şekillendiren ABD’nin, gerekse de 2000 Lizbon Zirvesi’nde aldığı kararlarla neoliberal ve militarist dönüşümünü hızlandıran AB’nin Ortadoğu’daki stratejik çıkarları ile bire bir örtüşmekteydi. AB, eski NATO komutanlarından dönemin Alman genelkurmay başkanı Naumann’ın dediği gibi, »güçlü Türkiye’yi desteklemek, Avrupa için stratejik bir emir kipidir« yaklaşımı ile Türkiye’ye bölgesel güç olma yönünde desteğini artırırken, ABD, İsrail ve Türkiye’yi »stratejik partner« ilân ediyordu.
AKP hükümeti Türkiye’nin dünya piyasalarına entegre olmasını ve uluslararası mali piyasaların etkisi altına girmesini de hızlandırdı. 2006 yılına gelindiğinde dış ticaret hacmi 225 milyar Dolar’a çıkmıştı (2000: 82 milyar Dolar). Aynı yıl ihracat 86 milyar Dolar’a (2000: 28 milyar Dolar) yükselirken, ithalat 140 milyar Dolar’a (2000: 54,5 milyar Dolar) çıkınca, dış ticaret açığı 54 milyar Dolar (2000: 27 milyar Dolar) sınırına dayanmıştı. Ama aynı şekilde dış borçlanma da yükseliyordu: TUİK verilerine göre 2008 ortalarında dış borçlar toplamı 284,4 milyar Dolar’dı.
AKP döneminde gerçekleşen ekonomik büyümenin etkisi kendisini tüketimde de gösteriyordu. Tüketim için yapılan harcamalar, kullanılabilir gelirlerin artışından daha hızlı bir biçimde arttı ve sonucunda hane başı borçlanma hızla yükseldi. Hane başı borçlanma 2002 ve 2007 yılları arasında her yıl yüzde 50 artarak büyüdü. Bilhassa konut ve otomobil kredileri ile kredi kartı borçları masif bir biçimde yükseldi ve böylelikle hane başına düşen borçların toplamı 2003’de 4,5 milyar Dolar iken, 2013’de 145 milyar Dolar’a çıktı. Borçla konut, otomobil, teknolojik aletler satın alma bir statü sembolüne dönüşüyor ve refahın yaygınlaştığı görünümünü veriyorken, bu yol ile ücretlilerin gelirleri özel sermaye birikimini yükseltiyordu.
Bir diğer birikim kaynağı: Kentsel dönüşüm
AKP dönemindeki neoliberal dönüşümün en belirgin özelliklerinden birisi, inşaat sektörünün ekonomik büyümede oynadığı roldür. Karatepe, Infobrief Türkei dergisinin 06/2013 nolu sayısında yayımladığı bir makalesinde inşaat sektörü-islamist politikaları-sermaye birikimi ilişkilerini detaylı bir biçimde göz önüne seriyor ve 2002-2012 yılları arasında inşaat sektörünün yurt içi GSMH’daki oranının yılda ortalama yüzde 5,5 olduğunu, AKP’nin başbakanlığa bağlı TOKİ ve kentsel dönüşüm uygulamalarıyla doğrudan müdahalelerde bulunarak, farklı sermaye fraksiyonlarının desteğini almayı başardığını belirtiyor.
Gerçekten de inşaat sektörüne yakından bakıldığında, TOKİ’nin ne denli önemli bir konuma getirildiği görülebilir. 1984’de kurulan TOKİ 2002 yılına kadar konut inşaatında sadece yüzde 0,6’lık bir orana sahipken, bu oran 2004’e gelindiğinde yüzde 24,7’e çıkıyor. Karatepe AKP döneminde TOKİ tarafından 35 milyar Dolar değerinde 500 bin konutun inşa edildiğini belirtiyor.
Bu bağlamda AKP döneminde kentsel dönüşüm uygulamaları ile kamu arazilerinin özelleştirilmesi lehine sürekli yasal değişikliklerin yapıldığını da not etmek gerekiyor. Bilhassa su kaynakları, ormanlar ve hazineye ait tarım arazileri, yargının herhangi bir müdahalede bulunmasını engelleyen yasal değişikliklerle özelleştiriliyor. Bu özelleştirmelerin bir yan etkisi de, yurt içi göçün artması oluyor. Zaten son yirmi yıldaki müthiş dönüşüm ile istihdamın yarıdan aza indiği ziraat sektörü hem yurtiçi gıda talebini karşılayamaz olup, gıda ithalatının artmasına yol açıyor, hem de iç göç ile kent varoşlarına yerleşen güvencesiz kesimlerin kendi köylerinden gıda maddesi tedarikinin kesilmesine neden oluyor.
Kentlerde ise kentsel dönüşüm uygulamalarıyla müthiş devinimler yaşanıyor. Yüzyıllar içerisinde büyümüş ve bütünleşmiş sosyal yapılanmalar parçalanıyor, geliri düşük olan nüfus kent merkezlerinden uzaklaştırılıyor, yerlerine AVM’ler, lüks rezidanslar ile güvenlikli siteler inşa ediliyor ve kent yaşamının her alanı özel sermaye birikiminin boyunduruğu altına sokuluyor. İnşaat sektörünün diğer sektörlerle olan bağlantısı nedeniyle, neredeyse bütün sermaye fraksiyonları inşaat sektöründeki gelişmelerden faydalanabiliyorlar – bu sektörde sigortasız ve enformel istihdam da pek küçümsenecek düzeyde değil. Hükümetin »Kanal İstanbul«, »dünyanın en büyük havalimanı« veya üçüncü Boğaz Köprüsü gibi »çılgın projeleri« sermaye fraksiyonlarının iştahlarını kabartıyor. 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonları inşaat sektöründe faaliyet gösteren sermaye gruplarının AKP ve hükümet üzerinde ne denli etkin olduğunu gün yüzüne çıkarttığından, bu noktayı daha fazla detaylandırmak gereksiz – hele hele Gezi Parkı ve Haziran Direnişi bağlamında kentsel dönüşüm üzerine böylesine geniş bir külliyat oluşmuşken.
Gerçi AKP politikalarına karşı 2013 öncesinde de protestolar yapılıyordu. Okur 2004’deki »Zina Tartışmalarını« veya 2007’deki »Cumhuriyet Mitinglerini« anımsayacaktır. Ancak bu protestolar, her ne kadar neoliberal politikalara karşı çıkıyor olsalar da, daha çok İslamileşmeyi hedefine koyuyor ve alternatif olarak otoriter Kemalist-ulusalcı anlayışı ön plana çıkartıyorlardı.
Bu dönemde AB üyelik süreci kendiliğinden ivmesini kaybetmişti ve sadece neoliberal dönüşüm sürecinin dış güvencesi konumundaydı. Böylesi bir aşama hem AB’nin, hem de AKP’nin işine geliyordu: AB, 2007 yazında ABD’nde konut kredileri balonunun patlamasından sonra ortaya çıkan küresel mali krizden etkilenmiş ve AB genişleme politikasının sorunlarıyla boğuşmaktaydı. Türkiye’nin AB üyeliği öncelikli sorun olmaktan çıkmıştı. AKP içinse AB üyelik süreci devlet aparatının dönüşümü için görevini yerine getirmişti. Ayrıca 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde yüzde 34,4 oy alarak iktidarını korumuştu. Neoliberal dönüşümler için AB’ne ihtiyaç yoktu. Konumunu güçlendiren AKP, asıl yasal çerçevenin inşasına başladı.
»Cumhuriyet Mitingleri« gibi protestoları engellemek, devlet içerisinde tasfiyeye direnen Kemalist bürokrasiyi geri püskürtmek ve seçimle elde ettiği konumunu güçlendirmek isteyen AKP, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya’nın 14 Mart 2008’de Anayasa Mahkemesi’ne sunduğu iddianameden hayli ürkmüş ve karşı atağa geçmişti. Nitekim iddianameyi kabul eden Anayasa Mahkemesi 30 Temmuz 2008’de partinin kapatılmayacağına, ancak »laiklik karşıtı eylemlerin odağı olması nedeniyle hazine yardımının kesilmesine karar verildiğini« açıklıyordu.
AKP’nin karşı atağı mahkeme kararının açıklanmasından beş gün önce, 25 Temmuz 2008’de açılan »Ergenekon Davaları« ile resmen başladı. Davalar, darbe girişimleri konusunda hassas olan kamuoyunda, bilhassa sol liberal çevreler arasında büyük destek buldu. Soruşturma ve yargılama süreci hiç bir şekilde demokratik hukuk devleti esaslarına uymamasına rağmen, AB davayı »Türkiye reformları gerçekleştiriyor« gerekçesiyle destekledi. »Ergenekon Davalarının« gerçek yüzü Avrupa kamuoyunda ancak yıllar sonra, »KCK Davası« çerçevesinde binlerce kişinin tutuklanmasından sonra görülecekti. Darbeciler, kirli savaşın, yargısız infazların ve işkencelerin sorumluları bu suçlardan dolayı yargılanıp, hiç ceza almadılar.
AKP bu davalarla Türkiye’nin »sivilleşmekte« ve »demokratikleşmekte« olduğu ve »askerin kışlaya geri gönderildiği« resmini işliyordu. Aslına bakılırsa »Ergenekon Davaları« AKP’nin gerçekleştirmek istediği yasal değişikliklerin hazırlayıcısı oldu. Daha önceki »demokratikleşme paketlerinde« yaptığı gibi neoliberal dönüşümlere yarayan yasal değişiklikleri birbiri ile bağlantılı hâle getirerek, anayasadaki darbe izlerini kaldırmayı iddia eden, ama aynı zamanda yargıda önemli değişiklikler öngören bir anayasa değişikliğini halkın oylarına sundu. 12 Eylül 2010’da gerçekleştirilen Anayasa Referandumu herhangi bir şekilde AB üyelik süreciyle alakalı olmamasına rağmen, AB tarafından »olumlu bir adım« olarak selamlandı. »Cunta anayasası değiştiriliyor« demagojisiyle propagandalarını yürüten ve bu çerçevede sol liberal kesimlerin (»Yetmez ama evet« kampanyası) geniş desteğini alan AKP hükümeti, yargı aparatını doğrudan kontrolü altına alıyor ve idarî mahkemelerin yürütmeyi durdurma olanaklarını önemli ölçüde kısıtlıyordu. Bu şekilde doğal kaynakların, orman ve hazine arazilerinin özelleştirilmesi kolaylaştırıldı. Gene de 12 Eylül referandumu sadece yüzde 57,9 oyla kabul edildi. Bu sonuç, AKP tarafından bir başarı olarak görülse de, AKP’nin sınırlarını göstermekteydi. Nitekim AKP 12 Haziran 2011 genel seçimlerinde iktidarını sadece yüzde 46,8 oy alarak devam ettirebildi. 15 Aralık 2009-4 Şubat 2010 tarihleri arasında gerçekleşen TEKEL direnişi, kentsel dönüşüm karşıtı hareketlerin uğraşları, HES karşıtlarının ve üniversite öğrencilerinin süregiden protestoları, Kürt hareketinin mücadelesinin ivme kazanması ve sosyalist hareket ile birlik arayışları etkilerini göstermeye başlamıştı. Öyle ya da böyle; AKP’nin »alternatifsizlik mitinin« boyasına ilk çizikler atılmıştı.
Kriz yılı 2011
Küresel çapta büyük çalkantılara yol açan 2008-2009 krizlerinin ardından Yunanistan, İrlanda, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerin içine düştükleri borç batağı, Euro bölgesinde derin bir krizin ortaya çıkmasına neden oldu. Aslında 2008-2011 yılları süregiden kriz yılları oldu. Türkiye’de de 2011 yazından sonra kriz tandansları kalıcılaşmaya başladı. Ekonomist Mustafa Sönmez 2011 Eylül’ünde IMF’nin Türkiye’yi »G 20 ülkeleri içinde krize en yakın ülke« olarak nitelendirdiğini yazıyordu. Sahiden de: cari açığın milli gelire oranı ve dış ticaret açığı büyüyor, ekonomik büyüme oranları düşüyor ve döviz pahalılaşıyordu. AKP hükümeti sermaye birikimini hep daha büyük projelerle uyarmaya çalışırken, »çılgın projelerin« ekolojik ve alan sınırları ortaya çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda projelere karşı farklı alanlarda toplumsal direnç dinamikleri oluşuyordu. Daralan olanaklar, hükümete yakın kesimlere tanınan fırsatların da tetiklemesiyle, sermaye fraksiyonları arasındaki gerilimi artırıyordu.
Diğer yandan Arap dünyasında meydana gelen devinimler başlangıçta AKP hükümetine yeni fırsatlar sağlamış gibi görünüyordu. AKP, Arap dünyasında kendisine yakın siyasî formasyonların hamisi gibi davranırken, önceleri Arap despotlarıyla sıkı ilişkiler içerisinde olan, ama kalkışmaların ardından bölgedeki çıkarlarını korumak amacıyla İslamist partilere destek çıkan ABD ve AB, bu ülkelere Türkiye’yi »model ülke« olarak gösteriyordular. Avrupa medyası Türkiye gibi »dindar-muhafazakâr« topluma sahip bir ülkede »parlamenter demokrasi ile piyasa liberali ekonomiyi başarıyla birbirine bağlayan AKP«den övgüyle bahsediyorlardı.
Ama bilhassa Mısır ve Tunus’ta AKP benzeri siyasî formasyonların burjuva demokrasisine uyum sağlayamadıkları kısa sürede ortaya çıkacaktı. Diğer tarafta dış politikasını neo-osmanlıcı bir anlayışla yönlendiren ve bölgesel emperyalizm heveslerini saklamayan AKP’nin Suudi Arabistan ve Körfez İşbirliği Ülkeleri ile oluşturmaya çalıştığı »Sünnî Yayının« rahatsız edici sonuçları da ortaya çıkmaktaydı. Gerçi neo-osmanlıcı dış politika esas itibariyle AB’nin stratejik çıkarlarına ters düşmüyordu, ama Türkiye çok erkenden Suriye’deki Esad rejimine karşı İslamist terör örgütlerini desteklemekle, Suriye’deki iç savaşın kanlı bir mezhep savaşına dönüşmesine katkıda bulunuyordu. Ayrıca Türkiye kamuoyunda Suriye ile savaş konusunda geniş bir karşı cephe oluşmuş ve Batı politikalarına muhalif bir tutum alınmıştı. Böylelikle neo-osmanlıcılık ülke içerisinde de bir ihtilaf kaynağı hâline geliyordu.
Bununla birlikte neo-osmanlıcı dış politika hakkında Arap dünyasında da olumsuz algılar yaygınlaşmaktaydı. Erdoğan’ın İsrail karşıtı sert retoriği Arap sokağında sempati toplamasına rağmen, henüz Arap ülkelerinde Osmanlı egemenliği hafızalardan silinmemiş ve Türkiye’nin, »ikiz kardeşi« İsrail gibi, Ortadoğu’ya ait olmayan bir ülke olduğu unutulmamıştı.
AKP, her ne kadar Güney Kürdistan üzerinden enerji tedarikini güvence altına almak için adımlar atmış olsa da, Irak merkezî hükümetiyle AKP hükümeti arasında ortaya çıkan ciddî sorunlar, Türkiye sermayesinin Güney Kürdistan’daki yatırımları açısından bir tehdit oluşturmaktaydı. Zaten Türkiye sermayesinin Suriye’de (özellikle mobilya üretiminde) gerçekleştirdiği yatırımlar kayıp sayılırdı. Üstüne üstlük ABD ve AB, Türkiye’nin beklediği gibi, Suriye’ye müdahale etmekten kaçınıyorlar ve Esad rejimi silahlı muhalefet ile İslamist terör örgütlerine direnebiliyordu. Esad’ın, aynı Kaddafi’nin Libya’da olduğu gibi, çabuk pes edeceği üzerine planlarını kuran Türkiye, büyük bir hesap hatası yapmıştı. Bununla birlikte hiç beklenmedik bir şekilde Rojava Kürtleri özerkliklerini ilân etmişlerdi.
2011 sonuna gelindiğinde, 2012’nin küçülme yılı olacağı belli olmuştu. 2010’da yüzde 9,2 olan büyüme, 2011’de yüzde 8,8’e gerilemişti. 2012’de ise sadece yüzde 2,5’lik bir büyüme kaydedilecekti (Burada Mustafa Sönmez’in, İran’dan alınan enerji taşıyıcıları için ödemelerin altınla yapıldığını ve bunun da ihracat sayılıp, bu sayıların »makyajlandığını« belirttiğini vurgulamayı da unutmamalıyız). 2012’deki dış ticaret açığı 100 milyar Dolar’a ulaşırken, cari açık 65,4 milyar Dolar olarak not edilecek, inşaat sektöründe artan istihdama rağmen, resmî işsizlik oranı yüzde 10,4 olarak tespit edilecekti.
2013: Efsanenin çöküşü
Ekonomik daralma ve dış politikada başarısızlığın yanı sıra, 2012’de »MİT krizi« olarak kamuoyuna yansıyan hükümet ve parti içi çatışmalarla da boğuşmak zorunda kalan AKP, 2013 yılında ciddî bir yönetim kriziyle karşılaştı. Koalisyonu oluşturan güçlerin istikrarlı bir biçimde yan yana durması olanaksızlaşmıştı.
Kürt hareketinin verdiği mücadelenin Abdullah Öcalan’ın Newroz 2013 mesajıyla yeni bir aşamaya geçmesi ve TEKEL direnişi, Emek sineması eylemleri, kentsel dönüşüm ve HES’lere karşı gerçekleşen protestolar, 4+4+4 sistemine karşı oluşan direnç biçiminde ortaya çıkan zincirleme muhalif hareketler, 2013 Mayıs’ında Gezi Parkı olayları ve akabinde Haziran Direnişi ile birleşince, AKP’nin yönetim krizi derinleşti.
Bu durum AB’ni de zora sokmaktaydı: hükümetin protestolara aşırı polis şiddetiyle karşılık vermesi sonucunda partnerleri AKP’nin uluslararasındaki »temiz« imajı zedelenmişti. Bölgedeki istikrarsızlık da işin cabasıydı. AB buna rağmen AKP hükümetini zora sokacak hiç bir adım atmadı. AB, Haziran Direnişinin Avrupa kamuoyunda gördüğü sempatiye rağmen »üç maymunları« oynamaya karar kıldı.
Ancak bu »ses çıkarmama politikası« uzun süre sürdürülemezdi: 2013 Ekim’inde yeni bir müzakere başlığının açılması gerekiyordu. Ayrıca AB Komisyonu’nun İlerleme Raporu açıklanacaktı. Nitekim 2013 Ekim’inin ortasında açıklanan rapor, şaşırtıcı olmadı: gerçi Gezi olaylarında polisin aşırı şiddet kullanması eleştiriliyordu, ama hükümet yeni bir »demokratikleşme paketiyle« gazeteci Murat Yetkin’in yazdığı gibi, »son dakika müdahalesiyle son yılların en sert raporunun çıkmasını engelledi«.
İlerleme Raporunda ilginç bir ayrıntı dikkat çekiyordu: Komisyon, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün »denkleştirici rolünü« öne çıkartıyor ve »yasama sürecinde sivil toplum ile diğer paydaşlar (stakeholder tanımı kullanılıyor) ve siyasî partilerin sürekli bir konsültasyon içerisinde olmalarının« önemi vurgulanıyordu.
Aslında İlerleme Raporunu aynı tarihlerde yayınlanan AB Strateji Belgesi ile birlikte okumak gerekiyor. Strateji Belgesi, AB’nin dış politika alanında Türkiye ile sürmekte olan işbirliği ve diyaloğun önemini vurguluyor ve Türkiye’nin enerji güvenliği açısından taşıdığı stratejik rol ile »Suriye konusunda oynadığı belirleyici rolü« öne çıkartıyordu.
Bu açıdan İlerleme Raporu’nun böylesine olumlu çıkması hiç kimse açısından şaşırtıcı olmadı. AB, AKP hükümetinin izlediği siyasetin, yani gerçekleştirmekte olduğu neoliberal dönüşümün genel yönünün değil, bazı detayların »iyileştirilmesi ve düzeltilmesini« gerekli görmekte. Rapor bu zorunluluğun altını şöyle çiziyor: »2012’de başlatılan olumlu ajanda, ortak çıkar alanlarında: siyasî reformlarda, dış politika üzerine diyalogda, vize, mobilite ve göçte, ticaret, enerji, antiterörizm ve AB programlarına katılma [konusunda] genişletilen işbirliği ile üyelik müzakerelerini destekledi. (...) Komisyon aynı şekilde yargıyı ve temel hakları ilgilendiren önemli koşullar açısından sağlanan ilerlemeleri de övgüyle görmektedir«.
AB’nin AKP açısından olumlu olan İlerleme Raporu kısa zaman içinde 2013’ün »Türk iktisat mucizesi« efsanesinin çöktüğü bir yıl olması gerçeğiyle yalanlanmış oldu. 2014’de yüzde 5 olarak hedeflenen enflasyonun yüzde 8,9’a çıkması, TL’nin 2013 Mayıs’ından bu yana yüzde 40 değer kaybetmesi, 2010’da yüzde 9,2 olarak not edilen ekonomik büyümenin 2013’de yüzde 4,1’e gerilemesi ve bu rakamın 2015’de yüzde 3,1’de kalacağının tahmin edilmesi ve bunlarla birlikte ülkedeki tasarruf oranının yüzde 15 ile son derece düşük olması – ki bu yatırımlar için gerekli olan finansmanın yurt dışı kredileriyle karşılanması ve cari açığın büyümesine neden olmaktadır – Türkiye’deki sermaye birikiminin içinde olduğu krizin büyüklüğünü göstermektedir. Şüphesiz Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durgunlukta Ortadoğu’daki, bilhassa Suriye ve Irak’taki olumsuz gelişmelerin ve Türkiye ihracatının yarısının yapıldığı AB’ndeki gerileyen talebin de etkisi büyük. Ancak krizin temel nedeni Türkiye ekonomisinin AKP hükümetleri döneminde daha da derinleşen yapısal sorunlarıdır.
Güncel gelişmeler, Ortadoğu’daki denge değişimlerinin doğrudan etkilediği ve çoklu kriz ortamında boğuşan Türkiye’nin, yılda 65 milyar Dolar’ını enerji taşıyıcısı alımına harcamak zorunda olan, milli gelirinin yarısı kadar ithalat yapan ve kronik cari açığını finanse edebilmek için yabancı sermaye akışına ihtiyacı olan bir ülke olarak, ne denli kırılgan bir ekonomiye sahip olduğunu bir kez daha kanıtlamışlardır. Bununla birlikte AKP’nin sermaye birikimini büyük kamu projeleri ve inşaat sektörünün, perakendeciliğin, hizmet sektörünün desteklenmesi ile teşvik edebilmesi de artık sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Kısacası, Türkiye »güvenlik rejimi« konseptine geri dönerek ve militarizmi hızlandırarak aşmaya çalıştığı sermaye birikimi krizi içerisinde bocalamaktadır.
AB, aynı NATO gibi Türkiye egemenlerine destek çıkmaktadır. Sonuç itibariyle AB emperyalizmi açısından önemli olan AB sermayesinin stratejik çıkarlarının ve Türkiye’de uygulanmakta olan neoliberal politikaların savunulmasıdır. Kaldı ki, zaten Kopenhag Kriterleri hem Türkiye egemenlerine, hem de kurum olarak AB’ne neoliberal dönüşümün savunulması yükümlülüğünü vermektedir. Kendi sınırları içerisinde otoriter devlet uygulamalarını yaygınlaştıran, burjuva demokrasisinin içini boşaltan, dış politikasını militaristleştiren ve Yunanistan örneğinde olduğu gibi, üye ülkelerini iflasa sürükleyen AB, sol liberal çevrelerin iddia ettiğin gibi, »Türkiye’de demokratikleşmenin ve barışın tesis edilmesinin merkezi önem taşıyan aktörü« değil, tam aksine otoriter neoliberalizmin, militarizmin ve İslamileşmenin en önemli garantörlerinden birisidir. AB-Türkiye ilişkilerinin tarihi ve 1999 sonrası AB Yakınlaşma Süreci tereddüt edilmeyecek biçimde bunun kanıtıdır.
Sonuç yerine...
AKP ve bilhassa Erdoğan uzun süre boyunca AB emperyalizm tarafından Türkiye pazarını »Avrupa« ile bütünleştirebilecek, ülke kaynaklarını ve genç istihdam piyasasını uluslararası tekellerin hizmetine daha rahat sokabilecek, Türkiye’yi »AB Enerji Güvenliği« için ucuz ve kontrol edilebilir bir mevzii hâline getirebilecek, Arap dünyası için »model« ülke rolünü oynatabilecek ve modernleştirilmiş savaş aygıtı ile Ortadoğu’daki emperyalist stratejilerin korunmasında etkin görevler üstlenebilecek bir noktaya getirecek yegâne aktörler olarak değerlendirilmekteydiler. Ancak siyasi İslam’ın Sünni versiyonunun – aynen Mısır’da olduğu gibi – burjuva parlamenter sistemi ile uzun süre istikrar sağlayıcı uyumu gösterememesinin ve kapitalist rekabetin örgütlenme süreçlerine sürekli belirli sermaye fraksiyonları lehine müdahale etmekte olduğunun ortaya çıkması, Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarıyla birleşince, bu değerlendirme revize edildi. Dahası, AKP rejiminin AB emperyalizminin stratejik çıkarlarına ters düşen dış politika hamleleri, AB-Türkiye ilişkilerinin soğumasını hızlandırdı.
Türkiye’nin, devleti, asker-sivil bürokrasisi ve sermaye fraksiyonlarıyla birlikte emperyalist güçlerin işbirlikçisi bir ülke olduğuna şüphe yok. Ancak bu kayıtsız-şartsız bir işbirlikçilik, siyasi bağımlılık anlamına gelmiyor. İşbirlikçiliğinde bir hukuku var nihâyetinde ve tüm ortaklığa rağmen kendini dayatan çıkar çatışmaları stratejik yönelim farklılıklarına yol açıyor. Kaldı ki, asıl yönlendirici ABD emperyalizmi olan Türkiye’nin AB ile olan ilişkileri başından beri hep değişken olmuş, bu ilişkiler ABD ve AB emperyalizmleri arasında zaman zaman sertleşen çelişkilerden etkilenmiştir.
Ancak bugün ABD ve AB emperyalizmlerinin uzun vadeli stratejilerini önemli ölçüde uyumlaştırdıkları bir dönemde, AKP ve Erdoğan kliği kontrol edilebilir ve istikrarı sağlayabilir bir faktör olmaktan uzaklaşmışlardır. Ki burada da İsrail ile olan bir benzerlik daha göze batmaktadır: Nasıl Netanyahu Hükümeti ABD ve AB’ne karşı »başına buyruk« bir tavır sergilemeye çalışıyorsa, Erdoğan ve AKP de kendi iktidarlarını elde tutabilmek için benzer bir yatkınlık göstermektedirler.
Elbette bu AKP ve emperyalist güçler arasında iplerin koptuğu anlamına gelmemektedir. Tam aksine, emperyalist güçler Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşa, despotik uygulamalara, otoriter neoliberalizm tedbirlerine destek dahi çıkmaktadırlar. Örneğin Federal Hükümet Türkiye’nin Kürdistan Özgürlük Hareketine karşı geliştirdiği düşman siyasetini Federal Almanya’da bire bir uygulamakta, yasaklamalar, tutuklamalar ve hapse atmalar ile Kürtleri ve kurumlarını kriminalize etmektedir. Benzer yaklaşımları Çekirdek Avrupa’nın diğer NATO üyesi ülkelerinde de görmek olanaklıdır. O açıdan bugün şiddetlenen kirli savaşın aynı zamanda bir NATO savaşı olduğunu söylemek olanaklıdır. Ama temel ayrışma bu alanda değil, özelde Suriye, genelde ise Ortadoğu politikalarında vuku bulmaktadır. Türkiye’de konuşlandırılan Alman Patriot hava savunma sistemlerinin geri çekilme kararı bu ayrışma ile bağlantılıdır.
2015 yılı sadece emperyalist güçlerin, uluslararası tekellerin ve Türkiye sermayesinin umut bağladığı islamist-neoliberal AKP’nin tılsımının bozulduğu değil, aynı zamanda demokratikleşme ve barışın »AB ile olanaklı« olabileceğine dair liberal ve sol liberal illüzyonun fos çıktığı bir yıl oldu. Cari açığın yüzde 9,7 ile yeni rekorlar kırdığı, geniş kesimlerin satın alma gücünün azaldığı, yoksullaşmanın yaygınlaştığı, ihracatın gerilediği, ekonomik durgunluğun sabitlendiği ve çoklu kriz ortamının derinleştiği bugünlerde, Erdoğan’ın sıkça tekrarladığı »2023’de dünyanın en büyük on ekonomisi arasında olma« hedefine artık kendisinin dahi inanmadığını söylemek olanaklıdır. Artık neoliberal tedbirlerle, hane başı borçlanmanın 150 milyar Dolar’a, özel sektörün yurtdışı kredilerinin ise 212 milyar Dolar’a yükseldiği bu dönemde, yabancı sermaye akışı ve kredilerle finanse edilen hissedilir refah seviyesinin aynı düzeyde tutulamayacağını ve ekonomik gerilemeye engel olunamayacağını burjuva ekonomistleri dahi itiraf etmektedirler. Hiç şüphe yok: ülkemizi yangın yerine çeviren Erdoğan iktidarı artık yolun sonuna gelmiştir.
Aynı şekilde AB de Türkiye ve Avrupa halkları için bir »umut« olmaktan çıkmıştır. 2000 Lizbon Stratejisiyle neoliberal ve militarist dönüşümünü hızlandıran AB, Federal Almanya’nın patronajı altında neoliberal kapitalizmi ve emperyalist sömürüyü küresel çapta yaygınlaştırmak için dünya çapında müdahale savaşlarını, iç savaşları, etnik ve dinsel ihtilafları körüklemekte, gerek Avrupa’daki burjuva demokrasilerinin içini boşaltarak ve üye ülkelere asosyal tasarruf politikaları dayatarak, gerekse de komşu ülkelerde rejim değişiklikleri teşvik ederek Avrupa ve komşu halklarını emperyalist boyunduruk altına almayı amaçlamaktadır.
Türkiye Kürdistan’daki emekçi halklar açısından AB’ne üye olmak, sömürünün ve ulusal baskının katmerleşmesi ile eş anlamlıdır. Gerçek barış ve demokrasinin tesis edilmesi AB ile olanaklı değildir. Bu nedenle komünistler ülkemizi daha bağımlı kılacak ve daha fazla sömürülmesine imkân sağlayacak olan AB üyeliğine ilkesel olarak karşı çıkmaktadırlar. Gerek burjuva partilerinin, gerekse de sınıf mücadelesini devrimci bir yönde geliştirme yeteneğine sahip olmayan reformist oluşumların aksine AB konusunda hiç bir illüzyona kapılmayan komünistler, kısmi kazanımların ve reformların burjuva iktidarına son vermeden sonuç alıcı olamayacaklarına inandıklarından, Türkiye işçi sınıfını ve emekçi halkları burjuvazinin işbirlikçi oligarşik iktidarına son verip, işçi sınıfının politik iktidarını, sosyalist toplum düzenini kurma mücadelesine davet ediyorlar. Haklı olarak: çünkü AB emperyalizminin bugüne kadarki uygulamalarından ve Türkiye’nin neoliberal dönüşüm sürecinden çıkartılacak yegâne sonuç, proletarya enternasyonalizminin ışığında sosyalizmi kurma mücadelesinin zorunlu olduğudur.