Avrupa’daki yaygın medya uzun bir süre
»Türk ekonomi mucizesi« ve »demokratikleşerek Avrupa Birliği’ne yakınlaşan aday
ülke« resmini çizmişti. Türkiye ne de olsa AKP hükümeti altında bütçesini
konsolide etmiş, Kemalist generalleri kışlaya geri göndermiş, küresel
stratejilere entegre edilmiş ve komşuları ile »sıfır sorun politikası« izleyen
bir bölgesel güç hâline gelmişti.
Sadece yaygın medya değil, Avrupalı
siyasetçiler de Başbakan Erdoğan ve partisinden övgüyle söz etmekte, hatta eski
Alman Cumhurbaşkanı Christian Wulff gibi isimler müthiş devinimlerin yaşandığı
Arap dünyasına Türkiye’yi »model ülke« olarak önermekteydiler. AKP, İslam’ı
demokrasiyle »uyumlu« hâle getiren, kangrene dönüşmüş Kürt Sorununu çözme
iradesini gösteren ve Türkiye’yi, şimdiye kadar hiç bir partinin yapamadığı
kadar AB’ne yakınlaştıran »muhafazakâr-demokrat« bir siyasî formasyon olarak
gösteriliyordu.
Ancak 2013 Haziran Direnişi bu resmin – en
azından Avrupa kamuoyunda – bir daha düzeltilemeyecek biçimde paramparça
olmasına neden oldu. Yer altında lavların birikip, basıncın artması ile
yanardağın patlaması misali, 11 yıllık AKP hükümetinin politikalarının
sonucunda, ancak 15-16 Haziran 1970 direnişiyle karşılaştırılabilecek bir
kalkışma, Erdoğan’ın »yenilmezlik efsanesini« bitirdi. 2013 Haziran Direnişi
AKP’nin çirkin, ama gerçek yüzünü herkes için görünür kılıyordu.
Haziran Direnişi, Ortadoğu’daki ve bilhassa
Suriye’deki gelişmeler, uluslararası mali piyasa aktörlerinin böylesi
dönemlerde »güvenli limanları« riskli eşik ülkelerine tercih etmeleri, AKP’nin
dış politika hedeflerinin tümünün fiyaskoyla sonuçlanması sonucunda kimi
sermaye fraksiyonunun Arap dünyasındaki yatırımlarının tehlikeye girmesi,
AKP’nin uzunca bir süre kapitalist rekabette Sünni-muhafazakâr küçük ve orta
ölçekli şirketlerde yana taraf tutması ve Erdoğan’ın »başkanlık sistemi« ile
devletin hamilik vaadini vermesiyle birleşince, AKP’yi oluşturan koalisyondaki
derin çatlak kaçınılmaz oldu ve Türkiye 17 Aralık 2013’de ender görülür bir
kapışmaya güne uyandı.
Ancak Erdoğan’ın şahsında cisimleşen
güçlerin kontrolü altında olan AKP, bu krizi çekirdek seçmen kitlesi üzerinde
bugüne kadar büyük etkisi olan Erdoğan’ın bu kitleyi ustaca mobilize etmesiyle
aşabildi. Dahası, yerel seçimlerde seçmen desteğini önemli ölçüde koruyabilen
AKP, Erdoğan’ın ilk turda Cumhurbaşkanı seçilmesini sağladı. Yönetim krizini
bir ölçüde aşabilen AKP, sermaye birikimindeki durağanlığın önüne geçemedi.
Bunun ardında iktisadi büyümenin temel taşlarını inşaat sektörünün,
perakendecilik ve hizmetlerin oluşturması ve bu çerçevede sınai üretimin yurt
içi GSMH’daki payının sürekli düşmesi de yatmaktadır. Hane başı borçlanma ile
şirketlerin döviz bazındaki borçlanmasının devasa boyutlara ulaşması, enerji
alımının ve ihracatın göbeklerinden ithalata bağımlı olması, TL’nin süren değer
kaybı birikim sürecindeki krizi derinleştirdi.
Büyük burjuvazi ile uluslararası tekeller
kapitalist rekabete devlet müdahalesini istemediklerinden, Erdoğan’ın
»başkanlık sistemini« reddediyorlar ve AKP koalisyonu içindeki çatlağın
derinleşmesine uğraşıyorlardı. Nitekim otoriter neoliberal tedbirlere ve
yaşamın her alanının İslamileştirilmesine karşı toplumda oluşan direnç
mekanizmaları, HDP’nin kilit rol oynadığı 7 Haziran 2015 seçimlerinde
»başkanlık sistemi« konseptinin yenilgisi ile sonuçlandı. Görüldüğü kadarıyla
sınai üretimin yüzde 65’ini ve ihracatın yüzde 80’ini kontrol eden büyük
burjuvazi ve tekeller kapitalist rekabetin örgütleniş biçimi üzerine verilen
ilk ciddi muharebeyi zaferle kapattılar.
Bu makalenin kaleme alındığı günlerde
»güvenlik rejimi« ve militaristleşme konseptine yeniden dönüşün hızlandığı bir
sürece girilmişti. Henüz bu sürecin nasıl sonuçlanacağını öngörmek, çoklu kriz
ortamını yönetmeye çalışan egemenler arasındaki iktidar mücadelesinin devam
etmesi ve süreci doğrudan etkileyen Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesinin
netleşmemesi nedeniyle kolay değil. Ancak süreç nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın,
Türkiye’nin egemen sınıfları ve onları destekleyen emperyalist güçler açısından
belirleyici olan hedef, neoliberal dönüşüm sürecinin sürdürülebilirliği ve
toplumsa dirence karşı güvence altına alınmasıdır.
Güncel gelişmelerin nasıl şekilleneceğini
tahmin etmek ve buradan mücadelenin izlemesi gereken siyaset önerileri
çıkartmak için, tarihsel gelişmeleri, maddi şartları ve uluslararası koşulları
temel alan, küresel bir bakışa dayanan kapsamlı bir analiz gerekmektedir.
Politika Gazetesi gibi bir yayının teknik sınırlılığı böylesi bir kapsamı ne
yazık ki engellemektedir. Bu nedenle başladığımız bu yazı dizisinde tarihsel gelişmenin
sadece bir bölümüne, Türkiye’nin neoliberal dönüşüm sürecine ve AB
emperyalizminin bu süreç üzerindeki rolüne odaklanmak istiyoruz. Türkiye’deki
farklı aktörlerin, özellikle sol liberal kesimler ve Kürt hareketinin yasal
siyasi temsilcileri arasında hâlâ yaygın olan, »AB üyeliği, Türkiye’nin
demokratikleşmesi ve barışın tesis edilmesi için merkezi önem taşıyor« görüşü
de böylesi bir odaklanmaya karar vermemizde etkili olmuştur. Kimi sosyalistin
bile siyasi aktörlerin söylemine ve görüngülere göre siyaset analizi yaptıkları
ve toplumsal hafızanın zayıfladığı bugünlerde hafızamızı tazelemek için
tarihsel gelişmenin bu bölümüne telgraf stilinde bir bakış fırlatalım.
»Avrupalılaşmanın« tercümesi
Türkiye, sahip olduğu jeostratejik,
jeopolitik ve jeoekonomik coğrafi konumu nedeniyle başından beri emperyalist
güçlerin imtiyazlı hamiliğinde tutulan bir kapitalist devlet olmuştur.
Türkiye’nin Avrupa’da oluşan birliğe alınması planları da, bu hamilik
ilişkisinin bir parçasıdır.
Anımsanacağı gibi Türkiye’nin »Avrupalılaşma«
macerası ciddi olarak ilk kez 1963 Ortaklık Antlaşması ile başlamıştı. Ortaklık
Antlaşması sadece belirsiz bir üyelik vaadini içermiyor, aynı zamanda adım adım
gerçekleştirilecek bir Gümrük Birliğini öngörüyordu. Türkiye burjuvazisinin ve
devlet bürokrasisinin sanayileşmeye dayalı bir sermaye birikimi stratejisine
ağırlık vermeleri ve dönemin Avrupa Topluluğu’nun Türkiye pazarına öncelik
vermemesi nedeniyle, Ortaklık Antlaşmasından doğan yükümlülükler etkin bir
uygulamaya dönüşmedi. 1970’lerin küresel krizi ve Türkiye’deki sanayileşme
politikasının iflasının ardından IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası mali
kurumlarla girilen ilişkiler, Türkiye’nin »Avrupalılaşma« sürecini yeniden
canlandırdı. Bu aynı zamanda 1970’li yılların sonundan itibaren Türkiye’nin
ihracata yönelen liberal bir gelişme yoluna girmesi anlamına geliyordu.
24 Ocak 1980 kararlarıyla Türkiye’de
yepyeni bir dönem başladı. Bütçe konsolidasyonu, devalüasyon, ücretlerin
düşürülmesi, ihracat teşvikleri, esnekleştirme, özelleştirme ve liberalleşme
gibi adımları içeren kararlar, sendikal hareketin ve toplumsal muhalefetin
direnci ile karşılaşınca, askerî darbe kaçınılmaz oldu. 12 Eylül 1980’den
itibaren Türkiye, Şili’den sonra neoliberal politikaların askerî araçlarla
uygulanmaya başlandığı ikinci ülke oldu.
Askerî zorla uygulamaya sokulan program,
kısa vadede enflasyon oranının düşmesine, ekonomik büyümenin artmasına ve
ticaret ile mali sektördeki liberalleşmenin hızlanmasına neden oldu. Cunta
anayasasıyla güvence altına alınan neoliberal politika, cuntanın Kasım 1983’de
iktidarı sivil hükümete devretmesinden sonra da devam ettirildi. 1980’li
yılların sonuna kadar gerçekleştirilen uygulamalarla Türkiye ekonomisi dünya
pazarı ile bütünleştirildi.
Bu dönemde Türkiye’nin ürün ve mali piyasalarının
uluslararası sermayeye açılması, 1963 Ortaklık Antlaşması’nın yeşermesine ve
antlaşmadan doğan yükümlülüklerin etkin bir biçimde yerine getirilmesine neden
oldu. Gerçi Avrupa’da yaşayan Kürdistan ve Türkiye kökenli göçmenler ile
politik mültecilerin oluşturduğu örgütlenmelerin meşakkatli çalışması sonucunda
askerî cunta Avrupa kamuoyunda tepki topluyordu ve bu tepki sayesinde Avrupalı
hükümetler cuntaya karşı pozisyon almak zorunda kalmışlardı, ama 1983
seçimleriyle birlikte Avrupa ülkeleri yeniden »demokrasiye geçen« Türkiye ile
ilişkilerini normale döndürdüler. Nitekim1980’li yılların sonunda Türk
Lirasının konvertibilitesi gerçekleştirilmiş, sermaye trafiği serbest
bırakılmış, özel sektörün yurtdışından kredi alması olanaklı hâle getirilmiş ve
yabancı sermaye yatırımları hızlandırılmıştı.
Ancak 1988’e gelindiğinde bu stratejinin
sürdürülebilirliği sınırlarına ulaştı. Ekonomik büyüme yüzde 2,1’e düşerken,
enflasyon yüzde 75’e çıktı. Hükümet, özellikle sendikal hareketin yeniden
örgütlenerek gerçekleştirdiği grevler nedeniyle baskı altına girmişti. Cunta
ile yok edilen kazanımlar ve ücret kayıpları tam olarak kompanse edilemese de,
sendikal mücadele sonucunda önemli sayılabilecek ücret artışları
gerçekleştirilebildi. 1987’den itibaren hızlanan kamu borçlanması reel
faizlerin artmasına, bunun sonucunda da yabancı sermaye akışına neden oldu.
Artan yabancı sermaye akışı, cari dengenin kısa vadede finanse edilmesini
sağladı ve hükümete, popülist tedbirler olarak nitelendirilebilecek olanaklar
verdi. 1993’e kadar borçla finanse edilen ekonomik büyüme yılda ortalama yüzde
6’ya ulaştı, ama 1994’de mali krize tosladı ve Türk Lirası yüzde 13 değer
kaybetti. Yaklaşık üç ay süren türbülanslar hükümetin 1994 Nisan’ında kabul
edeceği İstikrar Paketiyle sona eriyordu, ama Türk Lirası da yüzde 64 değer
kaybedecekti.
Cunta tarafından konulan siyaset
yasaklarının 1987 referandumu ile kaldırılması ve parlamentarizmin görece güç
kazanmasıyla birlikte AB ile olan ilişkiler derinleşmeye başladı. AB’nin
Türkiye ekonomisinin şekillendirilmesinde merkezî bir aktör olmasıyla,
Türkiye-AB ilişkileri yeni bir aşamaya geçti.
1990’lar: En uzun ve en kanlı
on yıl
İki kutupluluğun sona erdiği 1990’lı yıllar
Türkiye için her açıdan en uzun ve en kanlı on yıl olarak nitelendirilebilir.
Çünkü gerek neoliberal politikaların kökleştirilmesi, gerek Türkiye’nin küresel
stratejilere eklemlenmesi ve gerekse de Kürt halkına yönelik kirli savaşın
derinleştirilmesi bu on yıla damgasını vurdu.
Halbuki 1980’li yılların sonunda partiler
sisteminde yapılan değişikliklerle »demokratikleşme« umutları çoğalmıştı. Ne
yazık ki »demokratikleşiyoruz« laflarını ağızlarından düşürmeyenler ne cunta
anayasasını, ne antidemokratik uygulamaları, ne de cumhurbaşkanının olağanüstü
yetkilerini sorguluyorlardı.
Cunta karşıtı söylemle 1991’de iktidara
gelen DYP-SHP hükümeti, askerî zor ile uygulamaya sokulan neoliberal
politikalara hız verdi. Parlamentonun yetkilerini hükümete aktaran Kanun
Hükmünde Kararname (KHK) uygulamaları 1991-1995 yılları arasında özelleştirmelerin
herhangi bir engele takılmadan hızla gerçekleştirilmeleri, parlamento kontrolü
dışında kalan bir gider yapılanması ile bütçe dışı fonların kullanılması için
en fazla başvurulan enstrüman oldular. DYP-SHP hükümeti yabancı sermaye
düzenlemelerinin sorumluluğunu Devlet Planlama Teşkilatı üzerinden Hazine ve
Dış Ticaret Müsteşarlığı’na vererek, başbakanlığın doğrudan kontrolüne bağladı.
Böylelikle müsteşarlık, parlamento ve yargının hiç bir kontrolü ve etkisi
olmadan neoliberal politikaların infaz memurluğu hâline getirildi.
Bir yanda KHK’ler ile başta
telekomünikasyon ve enerji sektörleri olmak üzere, çeşitli sektörlerde Dünya
Bankası, IMF ve AB’nin dayattığı düzensizleştirmeler gerçekleştirilirken, diğer
yanda politizasyonu giderek yükselen Kürt halkının haklı taleplerine gösterilen
militarist reaksiyon üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) modernizasyonu
hızlandırıldı. 1990’lı yıllar kirli savaşın, faili meçhul cinayetlerin ve
antidemokratik uygulamaların zirve yaptığı bir dönem oldu.
AB, bilhassa Çekirdek Avrupa olarak
adlandırılan Almanya-Fransa-Benelüx ülkeleri hem silah ve teçhizat hibeleri ve
satışlarıyla TSK’nin modernizasyon sürecini, hem de Türk devletinin kirli savaş
yöntemlerini kendi politikalarıyla desteklediler. Örneğin Türkiye’de suikastler
ve faili meçhul cinayetler yılı olarak hafızalara kazınan 1993 yılında AB
kurumları ve AB üyesi ülkelerin hükümetleri Kürtlere yönelik olan
politikalarını sertleştirdiler. Bu açıdan PKK’nin 1993 Kasım’ında önce
Almanya’da yasaklanması, ardından terörist örgütler listesine alınması tesadüfî
bir gelişme değildir.
1990 sonrası dünyasında yaşanan devinimler,
küresel stratejilerde önemli değişikliklere yol açtığından, AB’nin Türkiye ile
olan ilişkilerini giderek daha çok kurumsallaştırmaya çalışmasına neden oldu.
Avrupa sermayesi Türkiye pazarının, bilhassa Ortadoğu açısından taşıdığı
potansiyellerin farkına varırken, geliştirilen Avrupa Güvenlik ve Savunma
Politikaları Türkiye’nin AB’ne yakınlaştırılmasını gerekli kılıyordu. NATO’nun
ikinci büyük ve asimetrik savaşta deneyimli ordusuna sahip olan Türkiye,
emperyalist güçlerin Balkanlar-Kafkaslar-Ortadoğu üçgenindeki jeostratejik,
jeopolitik ve jeoekonomik çıkarları için giderek daha önemli bir ülke hâline
gelmişti. Bununla birlikte AB içerisindeki bazı çıkar çelişkileri de Türkiye’ye
yönelik ilginin artmasına neden olmaktaydı: Almanya ve Fransa bilhassa enerji
tedariki politikasında ABD ile olan rekabette Türkiye’nin konumu sayesinde
avantajlı duruma gelmeyi hesaplarlarken, Britanya ile ABD stratejik ortak Türkiye’nin
AB üyeliği sayesinde AB içerisindeki transatlantik cephenin güç kazanacağını
düşünüyorlardı. Türkiye’nin AB üyelik süreci çerçevesinde ABD’nin üyelik için
bastırması ve Almanya’nın»imtiyazlı partnerlik« önerisini ileri sürmesi
biçiminde ifadesini bulan tartışmanın nedeni, bu farklı yaklaşımlardır.
Nitekim 1990’lı yılların ortalarından
itibaren AB-Türkiye ilişkileri resmen üyelik sürecine dönüşmekteydi. 1980
darbesiyle uygulamaya sokulan politikalar, anayasa ile güvence altına
alındıktan, esnekleştirme-özelleştirme-düzensizleştirmeler büyük ölçüde
gerçekleştirildikten sonra Türkiye 1996 yılında Gümrük Birliği’ne üye edildi –
ürün, sermaye ve hizmet trafiği serbest bırakıldı (Türk vatandaşları için
serbest dolaşıma izin çıkmadı ama) ve Türkiye Avrupa iktisat hukukunu kabul
etti. Böylelikle Türkiye’deki neoliberal politikalar hızla AB’nin neoliberal ve
militarist dönüşüm süreci ile birleştirilmiş oldu, ki AB ile olan ilişkilerin
bu biçimde kurumsallaştırılması Türkiye sermayesinin çıkarlarıyla da bire bir
örtüşmekteydi.
Diğer yandan Türkiye’nin AB üyelik süreci
neoliberal politikalara toplumsal destek ve meşruiyet sağlıyordu. AB, Türkiye
toplumu için 1980 sonrası Dünya Bankası ve IMF tarafından yönlendirilen ekonomi
politikalarına nazaran, özellikle demokrasi ve insan hakları alanlarında
ilerlemelerin gerçekleşeceği umutlarıyla da bağlantılı olduğundan, çok daha
çekici geliyordu. Türkiye kamuoyu AB’nin Kopenhag Kriterleri ile
demokratikleşmenin, demokratik hukuk devleti esaslarının tesis edilmesinin, azınlık
ve insan haklarına saygının gerçekleşeceği kanısına sahipti, ama kriterlerin en
büyük bölümünü oluşturan ekonomik yükümlülükler ve dönüşümler kaale
alınmıyordu. Gerçi AB üyelik süreci belirli alanlarda »demokratikleştirmelere«
ve belirli temel hak ve özgürlüklerin sağlanmasına neden oldu (hoş, bunların
daha çok, her an kısıtlanabilir kozmetik rötuşlar olduğu sonraları ortaya
çıktı), ama aynı zamanda neoliberal iktisat rejimi yasal olarak kökleştirildi.
Demokratikleşme çerçevesinde atılan belirli adımlar nedeniyle (ölümü gördükten
sonra, sıtmaya razı olmak da denilebilir) Türkiye’deki sol liberal çevreler
»Avrupalılaşmamıza« yol açacak AB üyelik sürecinin ve böylelikle neoliberal
birikim rejiminin en önemli savunucuları hâline geldiler. Kamuoyunda AB üyeliğine
karşı çıkmanın »eski rejim« taraftarı ve milliyetçi olmakla eş anlamlı olduğu
kanısı yaygınlaştırıldığından, AB üyelik sürecini neoliberalizm ve kapitalizm
karşıtlığı konumundan eleştiren sosyalist hareketin etkinlik alanı daraldı.
Neoliberalizm genel olarak 1990’lı yıllarda
güç ve toplumsal meşruiyet kazanmış olsa da, aynı dönemde uluslararası mali
piyasaların dünya çapında etkinliklerini artırmaları sonucunda neoliberal rejimin sınırları daha çok
belirginleşti. Kirli savaşın derinleşmesi, toplumsal parçalanmışlıkların kronik
hâle gelmesi, siyasetteki kutuplaşmalar, yasama-yargı-yürütme arasındaki
çelişkiler, yolsuzlukların artması ve sosyal sorun patlaması nedeniyle
toplumsal direncin gelişmesi, ekonomi yönetimini giderek zorlaştırıyordu.
Bununla birlikte mali piyasaların liberalleştirilmesi ve sermayenin
küreselleşmesi hükümetlerin ekonomiye müdahale etme ve bu şekilde piyasalardaki
gerginlikleri yumuşatma olanaklarını azaltmıştı. Nitekim 1994 krizi, 28 Şubat
1997 »postmodern darbesi«, IMF’nin 1998 müdahalesi ve 1998 istikrar programları
yaşanan ciddî krizlerin ifadesi oldular.
Eski kıyafet dar gelmeye
başlayınca...
Uluslararası rating ajansları Türkiye’ye
1994 krizine kadar »borcunu geri ödeyebilir ve yatırıma uygundur« notunu
vermişlerdi. 1994’den sonra bu not düşürüldü. 1997 Haziran’ında RP-DYP
hükümetinin istifasının ardından iktidara gelen ANAP azınlık hükümeti üç yıllık
istikrar programıyla işbaşı yaptı. IMF programa onay vermişti. Ancak 1997 Asya
krizi ve Rusya’daki 1998 krizi ile uluslararası mali piyasalarda baş gösteren
türbülasyonlar, diğer eşik ülkelerini vurduğu gibi, Türkiye’yi de vurdu. Gerçi
vergi gelirlerinin artırılması, özelleştirmelerin hızlandırılması ve kamu
giderlerinin azaltılması sonucunda bütçe konsolidasyonu hedeflerine kısmen
ulaşılmıştı, ama daha başından üç yıllık istikrar programının başarısız olacağı
görünür olmuştu.
Nitekim azınlık hükümeti istifa etmek
zorunda kaldı ve 28 Nisan 1999’da DSP-ANAP-MHP hükümeti oluşturuldu. Ecevit
hükümeti kamu borçlarının yurt içi GSMH’nın yüzde 42’sine çıktığı, bankalara ve
TL’ye olan güvenin sıfırlandığı, enflasyon oranlarının zıpladığı bir dönemde
işbaşı yapmıştı. Ecevit hükümeti kısa zamanda önemli kararlar aldı: Yeni
Bankalar Yasası yürürlüğe sokularak, batık bankalar kamusallaştırıldı; Sosyal
Sigortalar Kanunu değiştirildi; anayasa değişikliği ile uluslararası tahkim
kabul edildi ve tarım sübvansiyonları durduruldu. Bunların yanı sıra DGM’lerde
askerî yargıç uygulamasına son verildi ve yeni bir Siyasi Partiler Yasası kabul
edildi. Bu değişikliklerin sonunda ise IMF ile 1999 Aralık’ında iki yıllık bir
»Stand-By-Antlaşması« imzalandı. Türkiye’ye bir diğer mükâfat gene 1999
Aralık’ında Helsinki’de toplanan AB Zirvesinde verildi: artık Türkiye resmen
aday ülke statüsüne sahipti. [ABD ve AB daha önce, 15 Şubat 1999’da
uluslararası bir komplo ile PKK lideri Abdullah Öcalan’ı kaçırıp, Türkiye’ye
teslim etmiş ve hükümetin iç politikada önemli ölçüde puan toplamasını
sağlamıştı. Öcalan’ın yargılanma sürecinde gerçekleştirilen ekonomik kararlar kamuoyunda
neredeyse hiç tartışılmadı. İdam cezası 2002 Ağustos’unda AB 3. Uyum Paketiyle
kaldırıldı.]
Yapılan antlaşmalar on aylık bir süre
içerisinde etkisini göstermeye başlamıştı. 2000 Ekim’ine kadar Türkiye’ye 15,5
milyar Dolar’ın girmesi sayesinde enflasyon ve faiz oranları düştü, tüketim
arttı ve 1999’da yüzde -5 olan ekonomik büyüme, 2000’de yüzde 7,4’e yükseldi.
Ancak aynı dönem içerisinde dış ticaret açığı 7 milyardan 14 milyar Dolar’a
çıktı.
Sonuçta 2000 Kasım’ında ciddî bir mali kriz
yaşandı. Bankaların yıl sonuna doğru masif bir biçimde devlet tahvillerini
ellerinden çıkarmaları ve ağırlıklı olarak dövize yönelmeleri, banka
sektöründeki spekülasyonlarla birleşince, bankaların likidite talebi faiz
oranlarının artmasına neden oldu. Sadece bir aylık bir zaman içerisinde
yaklaşık 6,5 milyar Dolar’ın Türkiye’den çıkmasıyla IMF’nin müdahalesini
gerekli kılan bir likidite krizi baş gösterdi. IMF yıl sonunda hükümete 7,3
milyar Dolar’lık bir kredi açarak durumu kurtarmaya çalışıyordu.
Bunun yanı sıra devlette yönetim krizi de
derinleşmekteydi. Askerî-bürokratik vesayet ülkenin merkezinde bulunduğu
coğrafyaya yönelik yeni stratejiler çerçevesinde Türkiye’nin üstleneceği role
artık uygun değildi. Türkiye’nin elbisesi eskimişti ve değiştirilmesi zorunlu
görülüyordu. Kemalist bürokrasi bunu fark etmiş ve tasfiyeye direnmekteydi.
Nitekim MGK’nun 2001 Şubat’ındaki
toplantısının Cumhurbaşkanı Sezer’in başbakan Ecevit’e anayasa kitapçığını
fırlatmasıyla sonuçlanması, büyük bir döviz spekülasyonuna yol açınca, kriz
derinleşti. 21 Şubat 2001’de bankalar arası gecelik faiz yüzde 6.000’de zirve
yaptı. Böylece Türkiye’nin cumhuriyet tarihindeki en ağır ekonomik krizi
başlamış oldu. İç borçlanmanın GSMH’ya olan oranı yüzde 29’dan yüzde 89’a
çıkarken, dış borçlanma 2002 ortasında yaklaşık 126 milyar Dolar’a
tırmanacaktı.
Bu gelişmenin faturası ise her defasında
olduğu gibi, halka çıkartıldı. Yoksulluk, sosyal adaletsizlik ve işsizlik
arttı. 2001 krizi sadece halka faturayı çıkartmakla kalmadı, aynı zamanda
neoliberal dönüşüm sürecinin yeniden organize edildiği bir dönemi de başlattı.
2001 Mart’ında Dünya Bankası müdürlerinden Derviş’in ekonomi bakanı olarak
atanmasıyla iktisat politikalarının karar verme mekanizması doğrudan
uluslararası mali kurumların kontrolüne geçti. Sonuçta 2001 Mayıs’ında »Güçlü
Ekonomiye Geçiş Programı« (GEGP) olarak adlandırılan kapsamlı bir yeniden
yapılanma başlatıldı.
Gerçi Derviş’in sorumluluğunda yürütülen
programa karşı hem devlet bürokrasisi ve hükümet içerisinden, hem de toplumsal
güçlerden direniş gösteriliyordu. Özellikle sendika konfederasyonları yeni
Sendikalar Yasası’na karşı çıkıyor, meslek grupları ve esnaf birlikleriyle
beraber protestolar örgütlüyorlardı. Ancak protestoların birbirlerinden kopuk
olması, hükümetin bunlara yoğun polis şiddeti ve tutuklamalarla yanıt vermesi
ve yaygın medyanın suçlayıcı propagandaları, toplumsal direncin birleşmesini ve
etkin sonuçlar alabilmelerini engelledi. GEGP tüm şiddetiyle yeniden
yapılanmayı gerçekleştirdi ve Türkiye’nin uluslararası mali piyasalarla
bütünleşmesini derinleştirdi.
Ve yeni elbise sahnede: AKP!
2001 Şubat krizi ANAP-DSP-MHP hükümetinin
de sonunu getirdi. 2002 Kasım’ında yapılan erken genel seçimlerde üç parti de
parlamento dışında kaldı ve oyların yaklaşık üçte biri ile TBMM’deki sandalyelerin
yüzde 55’ini alan AKP tek başına iktidara geldi. Ecevit hükümetinin IMF ile
yaptığı antlaşmayı ve GEGP uygulamalarını eleştiren AKP, demokratikleşme
vaatleriyle farklı kesimlerin sempatisini toplamıştı. AKP, GEGP’nin kapsamlı
yeniden yapılanmasının neredeyse tamamlandığı bir dönemde iktidara geldi ve
başlayan ekonomik rahatlamanın meyvelerini topladı.
IMF ve GEGP karşıtı pozisyonları siyasî
söyleminde kullanan AKP, hükümet pratiğinde ise neoliberal programı tüm
şiddetiyle uygulamaya devam etti, özelleştirmeleri hızlandırdı ve yabancı
sermayenin girişini kolaylaştıran adımları attı. Diğer yandan AB’ne yakınlaşma
siyasetini daha güçlü bir söylemle sürdürdü ve bazı »demokratikleşme paketleri«
sayesinde kamuoyunda »muhafazakâr-demokrat parti« kanısını yaygınlaştırmayı
başardı. Ancak »demokratikleşme paketlerini« devlet kurumları içerisinde büyük
değişimlerle bağlantılı hâle getirdi. Bu şekilde bir tarafta »demokratikleşme«
söylemiyle politikalarına yönelik muhalefeti zayıflatabiliyor, ama diğer yandan
da devlet kurumlarında yapılan değişikliklerle demokratikleşme adımlarını boşa
çıkartıyordu.
AKP hükümetleri dönemi AB ile olan
ilişkilerin en fazla yol aldığı bir dönemdir. 2005’de AB üyelik müzakerelerinin
başlaması AKP’ye kamuoyunda puan kazandırıyordu. 2001 Mayıs’ında başlatılan
programın devam ettirilmesi, yabancı sermaye girişinin kolaylaştırılması ve AB
üyelik müzakerelerinin başlatılması, hem Türkiye’nin kredi notunu yükseltti,
hem de yabancı sermaye girişini artırdı. [Burada AKP’nin internet sayfasında
»İcraatlar« bölümünde şu ifadenin yer aldığının altı çizilmelidir: »1986-2002
döneminde 8 milyar Dolar özelleştirme geliri elde edilirken, 2003-2015
döneminde bu tutar 61,8 milyar Dolar’a erişmiştir«.] Yabancı sermaye girişi
ekonomik büyümenin en önemli kaynağı oldu. 2003’de ülkeye toplam 7 milyar
Dolar, 2004’de de 18 milyar Dolar girerken, 2006’da toplam 45 milyar Dolar
yabancı sermaye girişi kaydediliyordu.
AKP, Türkiye’nin dış politikasında da
önemli değişiklikleri gerçekleştirdi. Artık Türk dış politikası Türkiye
sermayesinin ihracat olanaklarını artırmaya ve enerji ithalatını güvence altına
almaya odaklanmıştı. Dış ticaret açığının büyümesini engellemek ve Türkiye
sermayesine yeni pazarlar açmak için bölge ülkeleriyle ilişkiler geliştirildi.
Ortadoğu ve Afrika ülkeleriyle geliştirilen ilişkilerin hedefine »bölgesel
işbirliği« konulmuştu.
AKP’nin bu politikası, gerek 11 Eylül 2001
saldırılarından sonra »teröre karşı savaş« gerekçesiyle küresel siyasetini
şekillendiren ABD’nin, gerekse de 2000 Lizbon Zirvesi’nde aldığı kararlarla
neoliberal ve militarist dönüşümünü hızlandıran AB’nin Ortadoğu’daki stratejik
çıkarları ile bire bir örtüşmekteydi. AB, eski NATO komutanlarından dönemin
Alman genelkurmay başkanı Naumann’ın dediği gibi, »güçlü Türkiye’yi
desteklemek, Avrupa için stratejik bir emir kipidir« yaklaşımı ile Türkiye’ye
bölgesel güç olma yönünde desteğini artırırken, ABD, İsrail ve Türkiye’yi
»stratejik partner« ilân ediyordu.
AKP hükümeti Türkiye’nin dünya piyasalarına
entegre olmasını ve uluslararası mali piyasaların etkisi altına girmesini de
hızlandırdı. 2006 yılına gelindiğinde dış ticaret hacmi 225 milyar Dolar’a
çıkmıştı (2000: 82 milyar Dolar). Aynı yıl ihracat 86 milyar Dolar’a (2000: 28
milyar Dolar) yükselirken, ithalat 140 milyar Dolar’a (2000: 54,5 milyar Dolar)
çıkınca, dış ticaret açığı 54 milyar Dolar (2000: 27 milyar Dolar) sınırına
dayanmıştı. Ama aynı şekilde dış borçlanma da yükseliyordu: TUİK verilerine
göre 2008 ortalarında dış borçlar toplamı 284,4 milyar Dolar’dı.
AKP döneminde gerçekleşen ekonomik
büyümenin etkisi kendisini tüketimde de gösteriyordu. Tüketim için yapılan
harcamalar, kullanılabilir gelirlerin artışından daha hızlı bir biçimde arttı
ve sonucunda hane başı borçlanma hızla yükseldi. Hane başı borçlanma 2002 ve
2007 yılları arasında her yıl yüzde 50 artarak büyüdü. Bilhassa konut ve
otomobil kredileri ile kredi kartı borçları masif bir biçimde yükseldi ve
böylelikle hane başına düşen borçların toplamı 2003’de 4,5 milyar Dolar iken,
2013’de 145 milyar Dolar’a çıktı. Borçla konut, otomobil, teknolojik aletler
satın alma bir statü sembolüne dönüşüyor ve refahın yaygınlaştığı görünümünü
veriyorken, bu yol ile ücretlilerin gelirleri özel sermaye birikimini yükseltiyordu.
Bir diğer birikim kaynağı:
Kentsel dönüşüm
AKP dönemindeki neoliberal dönüşümün en
belirgin özelliklerinden birisi, inşaat sektörünün ekonomik büyümede oynadığı
roldür. Karatepe, Infobrief Türkei dergisinin 06/2013 nolu sayısında
yayımladığı bir makalesinde inşaat sektörü-islamist politikaları-sermaye
birikimi ilişkilerini detaylı bir biçimde göz önüne seriyor ve 2002-2012
yılları arasında inşaat sektörünün yurt içi GSMH’daki oranının yılda ortalama
yüzde 5,5 olduğunu, AKP’nin başbakanlığa bağlı TOKİ ve kentsel dönüşüm
uygulamalarıyla doğrudan müdahalelerde bulunarak, farklı sermaye
fraksiyonlarının desteğini almayı başardığını belirtiyor.
Gerçekten de inşaat sektörüne yakından
bakıldığında, TOKİ’nin ne denli önemli bir konuma getirildiği görülebilir.
1984’de kurulan TOKİ 2002 yılına kadar konut inşaatında sadece yüzde 0,6’lık
bir orana sahipken, bu oran 2004’e gelindiğinde yüzde 24,7’e çıkıyor. Karatepe
AKP döneminde TOKİ tarafından 35 milyar Dolar değerinde 500 bin konutun inşa
edildiğini belirtiyor.
Bu bağlamda AKP döneminde kentsel dönüşüm
uygulamaları ile kamu arazilerinin özelleştirilmesi lehine sürekli yasal
değişikliklerin yapıldığını da not etmek gerekiyor. Bilhassa su kaynakları,
ormanlar ve hazineye ait tarım arazileri, yargının herhangi bir müdahalede
bulunmasını engelleyen yasal değişikliklerle özelleştiriliyor. Bu
özelleştirmelerin bir yan etkisi de, yurt içi göçün artması oluyor. Zaten son
yirmi yıldaki müthiş dönüşüm ile istihdamın yarıdan aza indiği ziraat sektörü
hem yurtiçi gıda talebini karşılayamaz olup, gıda ithalatının artmasına yol
açıyor, hem de iç göç ile kent varoşlarına yerleşen güvencesiz kesimlerin kendi
köylerinden gıda maddesi tedarikinin kesilmesine neden oluyor.
Kentlerde ise kentsel dönüşüm
uygulamalarıyla müthiş devinimler yaşanıyor. Yüzyıllar içerisinde büyümüş ve
bütünleşmiş sosyal yapılanmalar parçalanıyor, geliri düşük olan nüfus kent
merkezlerinden uzaklaştırılıyor, yerlerine AVM’ler, lüks rezidanslar ile
güvenlikli siteler inşa ediliyor ve kent yaşamının her alanı özel sermaye
birikiminin boyunduruğu altına sokuluyor. İnşaat sektörünün diğer sektörlerle
olan bağlantısı nedeniyle, neredeyse bütün sermaye fraksiyonları inşaat
sektöründeki gelişmelerden faydalanabiliyorlar – bu sektörde sigortasız ve
enformel istihdam da pek küçümsenecek düzeyde değil. Hükümetin »Kanal
İstanbul«, »dünyanın en büyük havalimanı« veya üçüncü Boğaz Köprüsü gibi
»çılgın projeleri« sermaye fraksiyonlarının iştahlarını kabartıyor. 17 Aralık
2013 yolsuzluk operasyonları inşaat sektöründe faaliyet gösteren sermaye
gruplarının AKP ve hükümet üzerinde ne denli etkin olduğunu gün yüzüne
çıkarttığından, bu noktayı daha fazla detaylandırmak gereksiz – hele hele Gezi
Parkı ve Haziran Direnişi bağlamında kentsel dönüşüm üzerine böylesine geniş bir
külliyat oluşmuşken.
Gerçi AKP politikalarına karşı 2013
öncesinde de protestolar yapılıyordu. Okur 2004’deki »Zina Tartışmalarını« veya
2007’deki »Cumhuriyet Mitinglerini« anımsayacaktır. Ancak bu protestolar, her
ne kadar neoliberal politikalara karşı çıkıyor olsalar da, daha çok
İslamileşmeyi hedefine koyuyor ve alternatif olarak otoriter Kemalist-ulusalcı
anlayışı ön plana çıkartıyorlardı.
Bu dönemde AB üyelik süreci kendiliğinden
ivmesini kaybetmişti ve sadece neoliberal dönüşüm sürecinin dış güvencesi
konumundaydı. Böylesi bir aşama hem AB’nin, hem de AKP’nin işine geliyordu: AB,
2007 yazında ABD’nde konut kredileri balonunun patlamasından sonra ortaya çıkan
küresel mali krizden etkilenmiş ve AB genişleme politikasının sorunlarıyla
boğuşmaktaydı. Türkiye’nin AB üyeliği öncelikli sorun olmaktan çıkmıştı. AKP
içinse AB üyelik süreci devlet aparatının dönüşümü için görevini yerine
getirmişti. Ayrıca 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde yüzde 34,4 oy alarak
iktidarını korumuştu. Neoliberal dönüşümler için AB’ne ihtiyaç yoktu. Konumunu
güçlendiren AKP, asıl yasal çerçevenin inşasına başladı.
»Cumhuriyet Mitingleri« gibi protestoları
engellemek, devlet içerisinde tasfiyeye direnen Kemalist bürokrasiyi geri
püskürtmek ve seçimle elde ettiği konumunu güçlendirmek isteyen AKP, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya’nın 14 Mart 2008’de Anayasa Mahkemesi’ne
sunduğu iddianameden hayli ürkmüş ve karşı atağa geçmişti. Nitekim iddianameyi
kabul eden Anayasa Mahkemesi 30 Temmuz 2008’de partinin kapatılmayacağına, ancak
»laiklik karşıtı eylemlerin odağı olması nedeniyle hazine yardımının
kesilmesine karar verildiğini« açıklıyordu.
AKP’nin karşı atağı mahkeme kararının
açıklanmasından beş gün önce, 25 Temmuz 2008’de açılan »Ergenekon Davaları« ile
resmen başladı. Davalar, darbe girişimleri konusunda hassas olan kamuoyunda,
bilhassa sol liberal çevreler arasında büyük destek buldu. Soruşturma ve
yargılama süreci hiç bir şekilde demokratik hukuk devleti esaslarına uymamasına
rağmen, AB davayı »Türkiye reformları gerçekleştiriyor« gerekçesiyle
destekledi. »Ergenekon Davalarının« gerçek yüzü Avrupa kamuoyunda ancak yıllar
sonra, »KCK Davası« çerçevesinde binlerce kişinin tutuklanmasından sonra
görülecekti. Darbeciler, kirli savaşın, yargısız infazların ve işkencelerin
sorumluları bu suçlardan dolayı yargılanıp, hiç ceza almadılar.
AKP bu davalarla Türkiye’nin
»sivilleşmekte« ve »demokratikleşmekte« olduğu ve »askerin kışlaya geri
gönderildiği« resmini işliyordu. Aslına bakılırsa »Ergenekon Davaları« AKP’nin
gerçekleştirmek istediği yasal değişikliklerin hazırlayıcısı oldu. Daha önceki
»demokratikleşme paketlerinde« yaptığı gibi neoliberal dönüşümlere yarayan
yasal değişiklikleri birbiri ile bağlantılı hâle getirerek, anayasadaki darbe
izlerini kaldırmayı iddia eden, ama aynı zamanda yargıda önemli değişiklikler
öngören bir anayasa değişikliğini halkın oylarına sundu. 12 Eylül 2010’da
gerçekleştirilen Anayasa Referandumu herhangi bir şekilde AB üyelik süreciyle
alakalı olmamasına rağmen, AB tarafından »olumlu bir adım« olarak selamlandı.
»Cunta anayasası değiştiriliyor« demagojisiyle propagandalarını yürüten ve bu
çerçevede sol liberal kesimlerin (»Yetmez ama evet« kampanyası) geniş desteğini
alan AKP hükümeti, yargı aparatını doğrudan kontrolü altına alıyor ve idarî
mahkemelerin yürütmeyi durdurma olanaklarını önemli ölçüde kısıtlıyordu. Bu
şekilde doğal kaynakların, orman ve hazine arazilerinin özelleştirilmesi
kolaylaştırıldı. Gene de 12 Eylül referandumu sadece yüzde 57,9 oyla kabul
edildi. Bu sonuç, AKP tarafından bir başarı olarak görülse de, AKP’nin
sınırlarını göstermekteydi. Nitekim AKP 12 Haziran 2011 genel seçimlerinde
iktidarını sadece yüzde 46,8 oy alarak devam ettirebildi. 15 Aralık 2009-4
Şubat 2010 tarihleri arasında gerçekleşen TEKEL direnişi, kentsel dönüşüm karşıtı
hareketlerin uğraşları, HES karşıtlarının ve üniversite öğrencilerinin
süregiden protestoları, Kürt hareketinin mücadelesinin ivme kazanması ve
sosyalist hareket ile birlik arayışları etkilerini göstermeye başlamıştı. Öyle
ya da böyle; AKP’nin »alternatifsizlik mitinin« boyasına ilk çizikler
atılmıştı.
Kriz yılı 2011
Küresel çapta büyük çalkantılara yol açan
2008-2009 krizlerinin ardından Yunanistan, İrlanda, İspanya ve Portekiz gibi
ülkelerin içine düştükleri borç batağı, Euro bölgesinde derin bir krizin ortaya
çıkmasına neden oldu. Aslında 2008-2011 yılları süregiden kriz yılları oldu.
Türkiye’de de 2011 yazından sonra kriz tandansları kalıcılaşmaya başladı.
Ekonomist Mustafa Sönmez 2011 Eylül’ünde IMF’nin Türkiye’yi »G 20 ülkeleri
içinde krize en yakın ülke« olarak nitelendirdiğini yazıyordu. Sahiden de: cari
açığın milli gelire oranı ve dış ticaret açığı büyüyor, ekonomik büyüme
oranları düşüyor ve döviz pahalılaşıyordu. AKP hükümeti sermaye birikimini hep
daha büyük projelerle uyarmaya çalışırken, »çılgın projelerin« ekolojik ve alan
sınırları ortaya çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda projelere karşı farklı
alanlarda toplumsal direnç dinamikleri oluşuyordu. Daralan olanaklar, hükümete
yakın kesimlere tanınan fırsatların da tetiklemesiyle, sermaye fraksiyonları
arasındaki gerilimi artırıyordu.
Diğer yandan Arap dünyasında meydana gelen
devinimler başlangıçta AKP hükümetine yeni fırsatlar sağlamış gibi görünüyordu.
AKP, Arap dünyasında kendisine yakın siyasî formasyonların hamisi gibi
davranırken, önceleri Arap despotlarıyla sıkı ilişkiler içerisinde olan, ama
kalkışmaların ardından bölgedeki çıkarlarını korumak amacıyla İslamist
partilere destek çıkan ABD ve AB, bu ülkelere Türkiye’yi »model ülke« olarak
gösteriyordular. Avrupa medyası Türkiye gibi »dindar-muhafazakâr« topluma sahip
bir ülkede »parlamenter demokrasi ile piyasa liberali ekonomiyi başarıyla
birbirine bağlayan AKP«den övgüyle bahsediyorlardı.
Ama bilhassa Mısır ve Tunus’ta AKP benzeri
siyasî formasyonların burjuva demokrasisine uyum sağlayamadıkları kısa sürede
ortaya çıkacaktı. Diğer tarafta dış politikasını neo-osmanlıcı bir anlayışla
yönlendiren ve bölgesel emperyalizm heveslerini saklamayan AKP’nin Suudi
Arabistan ve Körfez İşbirliği Ülkeleri ile oluşturmaya çalıştığı »Sünnî
Yayının« rahatsız edici sonuçları da ortaya çıkmaktaydı. Gerçi neo-osmanlıcı
dış politika esas itibariyle AB’nin stratejik çıkarlarına ters düşmüyordu, ama
Türkiye çok erkenden Suriye’deki Esad rejimine karşı İslamist terör örgütlerini
desteklemekle, Suriye’deki iç savaşın kanlı bir mezhep savaşına dönüşmesine
katkıda bulunuyordu. Ayrıca Türkiye kamuoyunda Suriye ile savaş konusunda geniş
bir karşı cephe oluşmuş ve Batı politikalarına muhalif bir tutum alınmıştı.
Böylelikle neo-osmanlıcılık ülke içerisinde de bir ihtilaf kaynağı hâline
geliyordu.
Bununla birlikte neo-osmanlıcı dış politika
hakkında Arap dünyasında da olumsuz algılar yaygınlaşmaktaydı. Erdoğan’ın
İsrail karşıtı sert retoriği Arap sokağında sempati toplamasına rağmen, henüz
Arap ülkelerinde Osmanlı egemenliği hafızalardan silinmemiş ve Türkiye’nin,
»ikiz kardeşi« İsrail gibi, Ortadoğu’ya ait olmayan bir ülke olduğu
unutulmamıştı.
AKP, her ne kadar Güney Kürdistan üzerinden
enerji tedarikini güvence altına almak için adımlar atmış olsa da, Irak merkezî
hükümetiyle AKP hükümeti arasında ortaya çıkan ciddî sorunlar, Türkiye
sermayesinin Güney Kürdistan’daki yatırımları açısından bir tehdit
oluşturmaktaydı. Zaten Türkiye sermayesinin Suriye’de (özellikle mobilya
üretiminde) gerçekleştirdiği yatırımlar kayıp sayılırdı. Üstüne üstlük ABD ve
AB, Türkiye’nin beklediği gibi, Suriye’ye müdahale etmekten kaçınıyorlar ve
Esad rejimi silahlı muhalefet ile İslamist terör örgütlerine direnebiliyordu.
Esad’ın, aynı Kaddafi’nin Libya’da olduğu gibi, çabuk pes edeceği üzerine planlarını
kuran Türkiye, büyük bir hesap hatası yapmıştı. Bununla birlikte hiç
beklenmedik bir şekilde Rojava Kürtleri özerkliklerini ilân etmişlerdi.
2011 sonuna gelindiğinde, 2012’nin küçülme
yılı olacağı belli olmuştu. 2010’da yüzde 9,2 olan büyüme, 2011’de yüzde 8,8’e
gerilemişti. 2012’de ise sadece yüzde 2,5’lik bir büyüme kaydedilecekti (Burada
Mustafa Sönmez’in, İran’dan alınan enerji taşıyıcıları için ödemelerin altınla
yapıldığını ve bunun da ihracat sayılıp, bu sayıların »makyajlandığını«
belirttiğini vurgulamayı da unutmamalıyız). 2012’deki dış ticaret açığı 100
milyar Dolar’a ulaşırken, cari açık 65,4 milyar Dolar olarak not edilecek,
inşaat sektöründe artan istihdama rağmen, resmî işsizlik oranı yüzde 10,4
olarak tespit edilecekti.
2013: Efsanenin çöküşü
Ekonomik daralma ve dış politikada
başarısızlığın yanı sıra, 2012’de »MİT krizi« olarak kamuoyuna yansıyan hükümet
ve parti içi çatışmalarla da boğuşmak zorunda kalan AKP, 2013 yılında ciddî bir
yönetim kriziyle karşılaştı. Koalisyonu oluşturan güçlerin istikrarlı bir
biçimde yan yana durması olanaksızlaşmıştı.
Kürt hareketinin verdiği mücadelenin
Abdullah Öcalan’ın Newroz 2013 mesajıyla yeni bir aşamaya geçmesi ve TEKEL
direnişi, Emek sineması eylemleri, kentsel dönüşüm ve HES’lere karşı
gerçekleşen protestolar, 4+4+4 sistemine karşı oluşan direnç biçiminde ortaya
çıkan zincirleme muhalif hareketler, 2013 Mayıs’ında Gezi Parkı olayları ve
akabinde Haziran Direnişi ile birleşince, AKP’nin yönetim krizi derinleşti.
Bu durum AB’ni de zora sokmaktaydı: hükümetin
protestolara aşırı polis şiddetiyle karşılık vermesi sonucunda partnerleri
AKP’nin uluslararasındaki »temiz« imajı zedelenmişti. Bölgedeki istikrarsızlık
da işin cabasıydı. AB buna rağmen AKP hükümetini zora sokacak hiç bir adım
atmadı. AB, Haziran Direnişinin Avrupa kamuoyunda gördüğü sempatiye rağmen »üç
maymunları« oynamaya karar kıldı.
Ancak bu »ses çıkarmama politikası« uzun
süre sürdürülemezdi: 2013 Ekim’inde yeni bir müzakere başlığının açılması
gerekiyordu. Ayrıca AB Komisyonu’nun İlerleme Raporu açıklanacaktı. Nitekim
2013 Ekim’inin ortasında açıklanan rapor, şaşırtıcı olmadı: gerçi Gezi
olaylarında polisin aşırı şiddet kullanması eleştiriliyordu, ama hükümet yeni
bir »demokratikleşme paketiyle« gazeteci Murat Yetkin’in yazdığı gibi, »son dakika
müdahalesiyle son yılların en sert raporunun çıkmasını engelledi«.
İlerleme Raporunda ilginç bir ayrıntı
dikkat çekiyordu: Komisyon, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün »denkleştirici
rolünü« öne çıkartıyor ve »yasama sürecinde sivil toplum ile diğer paydaşlar
(stakeholder tanımı kullanılıyor) ve siyasî partilerin sürekli bir konsültasyon
içerisinde olmalarının« önemi vurgulanıyordu.
Aslında İlerleme Raporunu aynı tarihlerde
yayınlanan AB Strateji Belgesi ile birlikte okumak gerekiyor. Strateji Belgesi,
AB’nin dış politika alanında Türkiye ile sürmekte olan işbirliği ve diyaloğun
önemini vurguluyor ve Türkiye’nin enerji güvenliği açısından taşıdığı stratejik
rol ile »Suriye konusunda oynadığı belirleyici rolü« öne çıkartıyordu.
Bu açıdan İlerleme Raporu’nun böylesine
olumlu çıkması hiç kimse açısından şaşırtıcı olmadı. AB, AKP hükümetinin
izlediği siyasetin, yani gerçekleştirmekte olduğu neoliberal dönüşümün genel
yönünün değil, bazı detayların »iyileştirilmesi ve düzeltilmesini« gerekli
görmekte. Rapor bu zorunluluğun altını şöyle çiziyor: »2012’de başlatılan
olumlu ajanda, ortak çıkar alanlarında: siyasî reformlarda, dış politika
üzerine diyalogda, vize, mobilite ve göçte, ticaret, enerji, antiterörizm ve AB
programlarına katılma [konusunda] genişletilen işbirliği ile üyelik
müzakerelerini destekledi. (...) Komisyon aynı şekilde yargıyı ve temel hakları
ilgilendiren önemli koşullar açısından sağlanan ilerlemeleri de övgüyle
görmektedir«.
AB’nin AKP açısından olumlu olan İlerleme
Raporu kısa zaman içinde 2013’ün »Türk iktisat mucizesi« efsanesinin çöktüğü
bir yıl olması gerçeğiyle yalanlanmış oldu. 2014’de yüzde 5 olarak hedeflenen
enflasyonun yüzde 8,9’a çıkması, TL’nin 2013 Mayıs’ından bu yana yüzde 40 değer
kaybetmesi, 2010’da yüzde 9,2 olarak not edilen ekonomik büyümenin 2013’de
yüzde 4,1’e gerilemesi ve bu rakamın 2015’de yüzde 3,1’de kalacağının tahmin
edilmesi ve bunlarla birlikte ülkedeki tasarruf oranının yüzde 15 ile son
derece düşük olması – ki bu yatırımlar için gerekli olan finansmanın yurt dışı kredileriyle
karşılanması ve cari açığın büyümesine neden olmaktadır – Türkiye’deki sermaye
birikiminin içinde olduğu krizin büyüklüğünü göstermektedir. Şüphesiz Türkiye
ekonomisinin içinde bulunduğu durgunlukta Ortadoğu’daki, bilhassa Suriye ve
Irak’taki olumsuz gelişmelerin ve Türkiye ihracatının yarısının yapıldığı
AB’ndeki gerileyen talebin de etkisi büyük. Ancak krizin temel nedeni Türkiye
ekonomisinin AKP hükümetleri döneminde daha da derinleşen yapısal sorunlarıdır.
Güncel gelişmeler, Ortadoğu’daki denge
değişimlerinin doğrudan etkilediği ve çoklu kriz ortamında boğuşan Türkiye’nin,
yılda 65 milyar Dolar’ını enerji taşıyıcısı alımına harcamak zorunda olan,
milli gelirinin yarısı kadar ithalat yapan ve kronik cari açığını finanse
edebilmek için yabancı sermaye akışına ihtiyacı olan bir ülke olarak, ne denli
kırılgan bir ekonomiye sahip olduğunu bir kez daha kanıtlamışlardır. Bununla
birlikte AKP’nin sermaye birikimini büyük kamu projeleri ve inşaat sektörünün,
perakendeciliğin, hizmet sektörünün desteklenmesi ile teşvik edebilmesi de
artık sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Kısacası, Türkiye »güvenlik rejimi«
konseptine geri dönerek ve militarizmi hızlandırarak aşmaya çalıştığı sermaye
birikimi krizi içerisinde bocalamaktadır.
AB, aynı NATO gibi Türkiye egemenlerine
destek çıkmaktadır. Sonuç itibariyle AB emperyalizmi açısından önemli olan AB
sermayesinin stratejik çıkarlarının ve Türkiye’de uygulanmakta olan neoliberal
politikaların savunulmasıdır. Kaldı ki, zaten Kopenhag Kriterleri hem Türkiye
egemenlerine, hem de kurum olarak AB’ne neoliberal dönüşümün savunulması
yükümlülüğünü vermektedir. Kendi sınırları içerisinde otoriter devlet
uygulamalarını yaygınlaştıran, burjuva demokrasisinin içini boşaltan, dış
politikasını militaristleştiren ve Yunanistan örneğinde olduğu gibi, üye
ülkelerini iflasa sürükleyen AB, sol liberal çevrelerin iddia ettiğin gibi,
»Türkiye’de demokratikleşmenin ve barışın tesis edilmesinin merkezi önem
taşıyan aktörü« değil, tam aksine otoriter neoliberalizmin, militarizmin ve
İslamileşmenin en önemli garantörlerinden birisidir. AB-Türkiye ilişkilerinin
tarihi ve 1999 sonrası AB Yakınlaşma Süreci tereddüt edilmeyecek biçimde bunun
kanıtıdır.
Sonuç yerine...
AKP ve bilhassa Erdoğan uzun süre boyunca
AB emperyalizm tarafından Türkiye pazarını »Avrupa« ile bütünleştirebilecek,
ülke kaynaklarını ve genç istihdam piyasasını uluslararası tekellerin hizmetine
daha rahat sokabilecek, Türkiye’yi »AB Enerji Güvenliği« için ucuz ve kontrol
edilebilir bir mevzii hâline getirebilecek, Arap dünyası için »model« ülke
rolünü oynatabilecek ve modernleştirilmiş savaş aygıtı ile Ortadoğu’daki
emperyalist stratejilerin korunmasında etkin görevler üstlenebilecek bir
noktaya getirecek yegâne aktörler olarak değerlendirilmekteydiler. Ancak siyasi
İslam’ın Sünni versiyonunun – aynen Mısır’da olduğu gibi – burjuva parlamenter
sistemi ile uzun süre istikrar sağlayıcı uyumu gösterememesinin ve kapitalist
rekabetin örgütlenme süreçlerine sürekli belirli sermaye fraksiyonları lehine
müdahale etmekte olduğunun ortaya çıkması, Türkiye kapitalizminin yapısal
sorunlarıyla birleşince, bu değerlendirme revize edildi. Dahası, AKP rejiminin
AB emperyalizminin stratejik çıkarlarına ters düşen dış politika hamleleri,
AB-Türkiye ilişkilerinin soğumasını hızlandırdı.
Türkiye’nin, devleti, asker-sivil
bürokrasisi ve sermaye fraksiyonlarıyla birlikte emperyalist güçlerin
işbirlikçisi bir ülke olduğuna şüphe yok. Ancak bu kayıtsız-şartsız bir
işbirlikçilik, siyasi bağımlılık anlamına gelmiyor. İşbirlikçiliğinde bir
hukuku var nihâyetinde ve tüm ortaklığa rağmen kendini dayatan çıkar
çatışmaları stratejik yönelim farklılıklarına yol açıyor. Kaldı ki, asıl
yönlendirici ABD emperyalizmi olan Türkiye’nin AB ile olan ilişkileri başından
beri hep değişken olmuş, bu ilişkiler ABD ve AB emperyalizmleri arasında zaman
zaman sertleşen çelişkilerden etkilenmiştir.
Ancak bugün ABD ve AB emperyalizmlerinin
uzun vadeli stratejilerini önemli ölçüde uyumlaştırdıkları bir dönemde, AKP ve
Erdoğan kliği kontrol edilebilir ve istikrarı sağlayabilir bir faktör olmaktan
uzaklaşmışlardır. Ki burada da İsrail ile olan bir benzerlik daha göze
batmaktadır: Nasıl Netanyahu Hükümeti ABD ve AB’ne karşı »başına buyruk« bir
tavır sergilemeye çalışıyorsa, Erdoğan ve AKP de kendi iktidarlarını elde
tutabilmek için benzer bir yatkınlık göstermektedirler.
Elbette bu AKP ve emperyalist güçler
arasında iplerin koptuğu anlamına gelmemektedir. Tam aksine, emperyalist güçler
Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşa, despotik uygulamalara, otoriter
neoliberalizm tedbirlerine destek dahi çıkmaktadırlar. Örneğin Federal Hükümet
Türkiye’nin Kürdistan Özgürlük Hareketine karşı geliştirdiği düşman siyasetini
Federal Almanya’da bire bir uygulamakta, yasaklamalar, tutuklamalar ve hapse
atmalar ile Kürtleri ve kurumlarını kriminalize etmektedir. Benzer yaklaşımları
Çekirdek Avrupa’nın diğer NATO üyesi ülkelerinde de görmek olanaklıdır. O
açıdan bugün şiddetlenen kirli savaşın aynı zamanda bir NATO savaşı olduğunu
söylemek olanaklıdır. Ama temel ayrışma bu alanda değil, özelde Suriye, genelde
ise Ortadoğu politikalarında vuku bulmaktadır. Türkiye’de konuşlandırılan Alman
Patriot hava savunma sistemlerinin geri çekilme kararı bu ayrışma ile
bağlantılıdır.
2015 yılı sadece emperyalist güçlerin,
uluslararası tekellerin ve Türkiye sermayesinin umut bağladığı
islamist-neoliberal AKP’nin tılsımının bozulduğu değil, aynı zamanda
demokratikleşme ve barışın »AB ile olanaklı« olabileceğine dair liberal ve sol
liberal illüzyonun fos çıktığı bir yıl oldu. Cari açığın yüzde 9,7 ile yeni
rekorlar kırdığı, geniş kesimlerin satın alma gücünün azaldığı, yoksullaşmanın
yaygınlaştığı, ihracatın gerilediği, ekonomik durgunluğun sabitlendiği ve çoklu
kriz ortamının derinleştiği bugünlerde, Erdoğan’ın sıkça tekrarladığı »2023’de
dünyanın en büyük on ekonomisi arasında olma« hedefine artık kendisinin dahi
inanmadığını söylemek olanaklıdır. Artık neoliberal tedbirlerle, hane başı
borçlanmanın 150 milyar Dolar’a, özel sektörün yurtdışı kredilerinin ise 212
milyar Dolar’a yükseldiği bu dönemde, yabancı sermaye akışı ve kredilerle
finanse edilen hissedilir refah seviyesinin aynı düzeyde tutulamayacağını ve
ekonomik gerilemeye engel olunamayacağını burjuva ekonomistleri dahi itiraf
etmektedirler. Hiç şüphe yok: ülkemizi yangın yerine çeviren Erdoğan iktidarı
artık yolun sonuna gelmiştir.
Aynı şekilde AB de Türkiye ve Avrupa
halkları için bir »umut« olmaktan çıkmıştır. 2000 Lizbon Stratejisiyle
neoliberal ve militarist dönüşümünü hızlandıran AB, Federal Almanya’nın
patronajı altında neoliberal kapitalizmi ve emperyalist sömürüyü küresel çapta
yaygınlaştırmak için dünya çapında müdahale savaşlarını, iç savaşları, etnik ve
dinsel ihtilafları körüklemekte, gerek Avrupa’daki burjuva demokrasilerinin
içini boşaltarak ve üye ülkelere asosyal tasarruf politikaları dayatarak, gerekse
de komşu ülkelerde rejim değişiklikleri teşvik ederek Avrupa ve komşu
halklarını emperyalist boyunduruk altına almayı amaçlamaktadır.
Türkiye Kürdistan’daki emekçi halklar
açısından AB’ne üye olmak, sömürünün ve ulusal baskının katmerleşmesi ile eş
anlamlıdır. Gerçek barış ve demokrasinin tesis edilmesi AB ile olanaklı
değildir. Bu nedenle komünistler ülkemizi daha bağımlı kılacak ve daha fazla
sömürülmesine imkân sağlayacak olan AB üyeliğine ilkesel olarak karşı
çıkmaktadırlar. Gerek burjuva partilerinin, gerekse de sınıf mücadelesini
devrimci bir yönde geliştirme yeteneğine sahip olmayan reformist oluşumların
aksine AB konusunda hiç bir illüzyona kapılmayan komünistler, kısmi
kazanımların ve reformların burjuva iktidarına son vermeden sonuç alıcı olamayacaklarına
inandıklarından, Türkiye işçi sınıfını ve emekçi halkları burjuvazinin
işbirlikçi oligarşik iktidarına son verip, işçi sınıfının politik iktidarını,
sosyalist toplum düzenini kurma mücadelesine davet ediyorlar. Haklı olarak:
çünkü AB emperyalizminin bugüne kadarki uygulamalarından ve Türkiye’nin
neoliberal dönüşüm sürecinden çıkartılacak yegâne sonuç, proletarya
enternasyonalizminin ışığında sosyalizmi kurma mücadelesinin zorunlu olduğudur.