BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi Rusya’nın Suriye iç savaşına
müdahil olması ve Suriye hükümetinin isteğiyle askeri operasyonlara başlaması,
Türkiye ve dünyadaki ilerici güçler ve barışseverler arasında farklı açılardan
yorumlanmakta. Müdahaleyi, Rusya’yı da emperyalist cephe içerisinde görerek,
emperyalistler arası kapışma olarak nitelendirenlerden, AKP rejimi ile olan
ihtilafı ve Suriye’deki cihatçı çetelere karşı etkin saldırıları nedeniyle
Putin sevgisini keşfedenlere kadar geniş bir yelpaze ile karşılaşmak olanaklı.
Rusya’nın emperyalist bir güç olmadığını, ama aynı zamanda
antiemperyalist de olmadığını Politika Gazetesi’nin 22. sayısında yeterince
kanıtladığımızı düşünüyoruz. Diğer taraftan Rusya’nın gerek askeri alanda,
gerekse de siyasi ve diplomatik açıdan attığı adımların genel anlamda
emperyalist güçler ile Suudi Arabistan ve Türkiye gibi bölge egemenliği peşinde
koşan taşeron güçlerin stratejik hedeflerini tökezlettiğini de söyleyebiliriz.
Ancak Rusya’nın Suriye’deki angajmanını salt Suriye’deki çıkarlarıyla
açıklamaya çalışmak da yetersiz olacaktır. Dünya siyasetinde oynadığı rol
açısından ve uzun vadeli hedefleri temelinde Rusya’nın Suriye bataklığına
girmesinin nedenleri hayli karmaşık ve çok boyutludur.
O nedenle Rusya’nın stratejik hamlelerini, dünya siyasetine
yönelik politikalarını, ilişkilerini ve bilhassa ekonomi politik nedenleri ayrı
ayrı ele alarak irdelemek gerekiyor. Doğru bir tahlil yapabilmek, bu tahlil
temelindeki çıkarsamalarla gelişmelerin alabileceği yönü tahmin etmek ve farklı
çıkarlar ile çelişkilerin çıkardığı toz ve dumanın ardındaki gerçek resmi
görebilmek için böylesi bir irdelemeye ihtiyaç var. Bu sayıdan başlayarak
Rusya’nın angajmanının arka planını masaya yatıracağız. Çalışmanın kapsamı
nedeniyle irdelememizi tefrika biçiminde yayınlamayı ve gelişmeleri, olanaklı
olduğu ölçüde farklı açılardan değerlendirmeyi amaçlıyoruz. On beş günlük bir
gazetenin sınırlarına işaret ederek, dipnot kullanmayacağımızı da belirmeliyiz.
Ama ilgilenen okurlara istenmesi durumunda dipnot bilgilerini iletebiliriz.
Güncel gelişmelerin dayatmasıyla duruma göre araya farklı konuların da
girebileceğini anımsatırız.
Suriye, İsrail ve Rusya
Hiç bir gelişme tarihsel bağlantılarından, maddi koşullarından ve
ekonomik politik arka planından bağımsız ele alınamaz. Bu, Rusya’nın 1989-1990
karşı devriminden sonra yeniden bir »Global Player« konumuna gelmesi için de
geçerlidir. Elbette Rusya’nın bu konumu elde etmesinde Şanghay İşbirliği Örgütü
ve BRICS ülkelerinin gelişiminin de bir etkisi var. Bu konuda Almanya’daki
Bremen Eyalet Bankası Analiz Bölümü şefi Folker Hellmeyer’in bir tespiti hayli
açıklayıcı: »Bence Moskova-Pekin-BRICS
yayı kazanıyor. (...) 1990’da bu ülkelerin dünya çapındaki yurt işi Gayri Safi
Hasıla’daki oranı yüzde 25 idi. Bugün ise bu ülkelerin GSMH toplamındaki
oranları yüzde 56. Dünya döviz rezervlerinin yüzde 70’ini kontrol ediyorlar.
Yılda ortalama yüzde 4 – 5 büyüyorlar. Yükselen ülkeler sektöründe kendi mali sistemlerini
oluşturuyorlar. Gelecek oradadır. Moskova ve Pekin olmaksızın dünyadaki hiç bir
sorun çözülemez«.
Uluslararası sermaye kurumlarının ve emperyalist güçlerin özelde
Rusya, genelde ise BRICS ülkeleri üzerine yaptıkları değerlendirmeleri,
gelişmeleri açıklamak için daha sonraki yazılarda ele alacağız. Şimdi ise
resmin, daha doğru bir deyimle, Puzzle’ın küçük bir parçasına bakarak
başlayalım.
Yıllar öncesinde George W. Bush yönetiminin »Büyük Ortadoğu
Projesine« şekil verdiği dönemde, Irak, Suriye ve Türkiye’den geçecek doğal gaz
ve petrol boru hatları, genel olarak enerji kaynaklarının, üretimin ve nakliyat
yollarının kontrol altına alınması, ABD’nin Suriye politikaları için yaşamsal
önem taşımaktaydı. Günümüzde de bu önem azalmamıştır, ama devreye yeni
faktörler girmiş durumdadır. Bu faktörlerden birisi İsrail’dir.
Suriye, İsrail için sadece stratejik açıdan değil, doğal gaz
nakliyatı ve petrol kaynakları açısından da önem kazanmıştır. Dolayısıyla
İsrail’in Rusya karşıtı cephede yer almasının bir nedeni daha oluşmuştur. Bu
ise tersinden Rusya’nın Suriye’de angajmanını artırmasının nedenlerinden bir
tanesidir.
İsrail 1967’deki altı gün savaşından bu yana işgal ettiği ve
özellikle su kaynakları nedeniyle yaşamsal önem atfettiği Golan Tepelerini,
Suriye iç savaşının başlamasıyla daha geniş bir koruma altına aldı. 2013
yılında Alman basınında yer alan küçük bir haber, İsrail’in Golan Tepeleri ile
ilgili olarak yeni adımlar atmaya başladığına işaret ediyordu. Suriye sınırına
yaklaşık 70 kilometrelik güçlendirilmiş sınır çiti kuran İsrail, ABD’li »Genie
Energy« adlı enerji tekeline Golan Tepelerinin 400 kilometrekarelik güney
bölgesinde petrol ve doğal gaz arama lisansı vermişti.
Golan Tepeleri, İsrail açısından oldum olası büyük stratejik öneme
sahip ve İsrail ordusunun hem Suriye’ye hem de Lübnan’daki Hizbullah güçlerine
karşı geliştirdiği saldırılar için askeri açıdan vazgeçilmez bir mevzii. İsrail
bu nedenle, BM’de alınan tüm yaptırım kararlarına rağmen, Golan Tepelerini
kendi toprağı gibi görüyor ve 14 Aralık 1981’de yürürlüğe soktuğu bir yasa ile
Golan Tepelerinde »İsrail yasalarını, yargısı ve idaresini« geçerli kıldı. Doğu
Akdeniz’deki »Levante Havzasında« bulunan devasa doğal gaz kaynaklarından gaz
çıkartmaya başlayan İsrail, Kerkük’ten başlayarak Rojava’dan geçmesi ve
Ceyhan’a ulaşması planlanan yeni boru hattına Golan Tepelerinden geçerek Kilis
civarında bağlantı yapmayı planlamaktadır. Şimdi ise Golan Tepeleri petrol
kaynakları açısından da ayrı bir önem kazanmış durumda.
Şahinler yuvası Genie Energy
New Jersey eyaletinin Newark kentinde merkezi olan Genie Energy
tekeli salt bir petrol ve doğal gaz şirketi değil. Aynı zamanda ABD
burjuvazisinin en saldırgan ve en gerici kesimlerinin temsilcileri arasında
sayılan isimlerin de yer aldığı etkin bir şirket. Şirketin danışma kurulu şu
isimlerden oluşuyor: Dick Cheney, James Woolsey, Bill Richardson, Jacob
Rothschild, Rupert Murdoch, Larry Summers ve Michael Steinhardt.
Bu isimlere yakından baktığımızda, ne demek istediğimiz daha kolay
anlaşılır: Dick Cheney 1989-1993 yıllarında ABD Savunma Bakanı ve 2001-2009
yılları arasında da George W. Bush hükümetinde başkan yardımcısıydı. Cheney,
Paul Wolfowitz ile birlikte bugün ABD’nin devlet aklı sayılan »Wolfowitz
Doktrininin« mimarlarındandır. 2001’e kadar dünyanın en büyük petrol
tekellerinden birisi olan »Halliburton« tekelinin CEO’su olan Cheney hâlâ CIA
ve Pentagon üzerinde büyük etkiye sahip.
Eski CIA müdürlerinden olan James Woolsey »Neoconlar« olarak
adlandırılan muhafazakârların önde gelen düşünce kuruluşlarından »Foundation
for Defense of Democrasies« (Demokrasileri Savunma Vakfı) başkanı ve
Washington’daki güçlü İsrail lobisi »WINEP« (Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü)
üyesi. Woolsey aynı zamanda Cheney, Don Rumsfeld ve Bush hükümetlerinin diğer
şahinleriyle birlikte »Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi« PNAC’in hazırlayıcı
ekibinde yer aldı.
Bill Richardson ABD’nin eski Enerji Bakanı. ABD’li ve Britanyalı
bir dizi medya tekelinin sahibi olan Rupert Murdoch, PNAC kurucularından Bill
Kristol’ün yayınladığı neoconcu »Weekly Standard« gazetesini finanse ediyor ve
ünlü »Wall-Street Journal«in sahibi. Larry Summers ise ABD’li bankaları koruma
altına alan yasaların mimarı olan eski maliye bakanlarından. İsrail lobisinin
tanınmış isimlerinden olan Michael Steinhardt da »Demokrasileri Savunma
Vakfının« yönetim kurulu üyesi ve aynı zamanda bir Hedge fonunun spekülatörü.
Doğrudan Rusya ile ilgisi olan kişi ise Lord Jacob Rothschild’dir.
Rothschild ailesinin üçüncü büyük finans tekeli olan »RIT Capital Partners PLC«
adlı şirketi kuran ve yöneten Jacob Rothschild Genie Energy’nin büyük
hissedarlarından. Tanınmış Rus oligarkı Michail Chodorkowski tutuklanmadan önce
Rusya’da yerleşik »Yukos Oil« tekelindeki hisselerini gizlice Rothschild’e
devretmişti.
Görüldüğü gibi Golan Tepelerinde petrol ve doğal gaz arama
lisansını alan Genie Energy sıradan bir şirket değil, dünyanın en büyük
emperyalist gücünün devlet aparatı ve silahlı kuvvetleri üzerinde büyük etkisi
olan, ABD’nin uzun vadeli stratejilerini belirleyen ve Rusya’yı dize getirmeye
çalışan isimlerin kontrolü altındaki bir tekeldir.
Golan Tepeleri ve petrol
Rusya’nın, Suriye hükümetinin isteği üzerine cihatçı çetelere
karşı hava saldırılarını başlatmasının ikinci haftasında, 8 Ekim 2015’de gene
Alman basınında yer alan bir haber dikkat çekiyordu: Genie Energy tekelinin
İsrail’de kurduğu »Afek Oil&Gas« adlı şirketin jeologlarından Yuval Bartov,
»Golan Tepelerinde ülkenin günlük petrol ihtiyacını uzun yıllar boyunca
karşılayacak büyüklükte bir petrol yatağı« bulduklarını açıklıyordu. İsrail
kamuoyunda uzunca bir süredir çevreye vereceği zarar ve su kaynaklarına yönelik
tehdit nedeniyle protestolarla karşılanan petrol ve doğal gaz araması, tam da
Suriye’deki iç savaşın yeni bir ivme kazandığı günlerde bir sonuca ulaşmıştı.
Borsalara ve yatırımcılara yönelik yayın yapan farklı gazeteler ve internet
sayfaları, İsrail’in Suudi Arabistan’dan sonra ikinci büyük petrol üreticisi
olma fırsatını yakaladığı iddiasını ileri sürüyorlardı. Genie Energy ve Afek
Oil&Gas yetkilileri, »gerekli koşullar yaratıldıktan sonra 2020’den
itibaren günde en az 50 bin varil petrol üretebileceklerini« açıklıyorlardı.
Üretim için gerekli olan en önemli »koşul«, üretilen petrol ve
doğal gazın »müşteriye« güvenli bir biçimde nakledilebilmesidir. Suriye’den
geçmesi planlanan yeni boru hatları planlarını göz önüne getirdiğimizde,
Suriye’de yürütülen vekalet savaşlarının neden günümüzdeki seviyeye ulaştığını
görebiliriz. O açıdan, zaten Golan Tepeleri konusunda uzlaşmaz bir tavır sergileyen
İsrail’in bundan itibaren daha da uzlaşmaz olacağını ve Suriye’deki Esad
rejimini alaşağı etmek için daha fazla çaba göstereceğini öngörebiliriz.
Netanjahu hükümeti şimdiden Golan Tepelerini elinde tutacak adımları atmaya
hazırlanıyor. Örneğin »Diyaspora Meseleleri ve Eğitim Bakanı« olan, aşırı
sağcı-köktenci »Yahudi Evi Partisi« başkanı Neftali Bennett, İsrail’in
önümüzdeki beş yıl içerisinde Golan Tepelerine yüz bin yeni yerleşimci
göndermeyi planladıklarını açıkladı. İsrail hükümeti, »çözülmekte olan Suriye
devleti, Golan Tepelerinin geri verileceği istikrarlı bir devletin olmayacağını
gösteriyor« diyerek, uluslararası hukuka hiç bir şekilde uymayacaklarını da
ilân etti.
Golan Tepelerindeki petrol kaynakları bulunmadan önce de enerji
taşıyıcıları konusu Suriye’deki rejimin alaşağı edilmesi ve Ortadoğu’nun
yeniden düzenlenmesi politikalarının en temel motivasyonuydu. ABD, AB, İsrail,
Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin Suriye temelinde ortaklaşan çıkarları,
üretilen petrol ve doğal gazı yeni ve güvenli nakil yollarından Avrupa ve dünya
pazarlarına taşıyabilmek olarak ifade edilebilir. Her ne kadar bölgesel
hegemonyayı elde etme konusunda emperyalist güçler ile bölge egemenleri
arasında çıkar farklılıkları olsa da, bu temel çıkar hepsini ortaklaştırmaktadır.
Bölgede bulunan doğal gaz kaynaklarının bilhassa Avrupa’nın Rus
doğal gazından »bağımsızlaştırılması« politikalarıyla ve aynı zamanda Rusya’nın
NATO üyesi ülkeler tarafından kuşatılarak etkisizleştirilmesi hedefiyle de
doğrudan bir ilgisi bulunuyor. Doğu Akdeniz’de bulunan devasa doğal gaz
kaynakları (ki şu sıralar Mısır kıyılarında da yeni kaynaklar keşfediliyor),
Arap Yarımadasının her iki tarafındaki kaynaklar kullanılabilir ve üretilen
doğal gaz Türkiye üzerinden güvenli olarak Avrupa’ya aktarılabilirse, Avrupa şu
anda doğal gaz ihtiyacının neredeyse yarıdan fazlasını karşıladığı Rusya’ya hiç
bir şekilde enerji gereksinimi açısından bağımlı kalmayacak.
Rusya’nın enerji taşıyıcıları konusunda ekarte edilmesi ve
alternatif nakliyat yollarının bulunması planları eskiye dayanıyor. Fazla
gerilere gitmeden, daha 2009 yılında Suriye’deki Esad rejiminin nasıl bu
planlara eklemlenmek istediğini görebiliriz. AKP rejiminin Suriye ile olan
ilişkilerinde de belirleyici bir faktör olan yeni boru hatları planları için
Esad rejiminin kazanılması görevini 2009 yılında Katar emiri üstlenmişti.
2009’da Şam’da Beşar El-Esad ile buluşan Katar temsilcileri, Esad’a Katar doğal
gazını taşıyacak bir boru hattı antlaşması yapılmasını önermişti. Bu öneriye
göre, Katar’ın İran Körfezi’nde bulunan Kuzey Alanı’ndan Suudi Arabistan ve
Suriye’den geçen bir botu hattının Türkiye’ye ulaştırılmasını öngörülüyordu.
Sıvılaştırılmış gaz satışını boru hatları üzerinden satışa döndürmek isteyen
Katar’ın çıkarları belliydi: üretim ve nakliyat giderlerini düşürerek,
kârlarını artırmak. Ama Katar’ın bu çıkarı, aynı zamanda Rusya’nın ekarte
edilmesi hedefiyle de uyum içerisindeydi. Rusya ile olan geleneksel iyi
ilişkileri nedeniyle Esad, Ajans France Presse’in bir haberine göre, »Avrupa’nın en önemli doğal gaz tedarikçisi
olan Rus müttefikinin çıkarlarını korumak« gerekçesiyle Katar’ın önerisini
reddetmişti.
Esad rejimi de Avrupa’nın doğal gaz gereksiniminin farkındaydı ve
nakliyat pazarına dahil olmayı hedefliyordu. Bu nedenle 2010’da Irak merkezi
hükümeti ve İran ile görüşmelere başlanmış ve İran’ın »South-Pars Alanında«
çıkartılan doğal gazı Avrupa’ya nakletmek için 10 milyar dolarlık yeni bir boru
hattı planları geliştirilmişti. 2012 Temmuz’unda Suriye, Irak ve İran bu konuda
bir niyet antlaşması imzaladılar ve Suriye’deki iç savaş Halep ve Şam’ı da
içine çekecek düzeyde şiddetlendi. Cihatçı terör şebekelerinin Suriye’nin büyük
kesimlerini ele geçirmesi ve vekalet savaşlarının genişlemesi, 2012’de yapılan
niyet antlaşmasını etkisiz bıraktı.
Şimdi ise İsrail’in Golan Tepelerinde bulduğu petrol rezervleri,
her ne kadar henüz tam kapsamı açıklanmamış da olsa, Suriye iç savaşını
doğrudan etkileyen yeni bir faktör hâline geldi. ABD emperyalizminin stratejik
partneri olan İsrail, Suriye devletinin çözülmesi ve dolayısıyla Rusya’nın
bölgedeki çıkarlarının hedef hâline getirilmesi için yeni bir nedene daha
kavuşmuş oldu.
Ara sonuç
Görüldüğü gibi İsrail, Rusya’nın çıkarlarını baltalamaya çalışan
cephede yer alıyor. Ama tersinden de Rusya’nın Suriye’deki askeri müdahalesi de
İsrail’in çıkarlarını baltalıyor ve planlarını tehdit ediyor. Çünkü Rusya’nın
Esad rejimine destek çıkması ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunması,
şimdiye kadar geliştirilen her türlü boru hattı projesinin istenildiği biçimde
gerçekleştirilmesini engelliyor. Kaldı ki Golan Tepelerinin Suriye’ye ait
olduğuna dair BM kararları ile Golan Tepelerinin belirli bir bölümü için hak
talep eden Lübnan Hizbullah’ının varlıkları, her şeyi daha da
çetrefilleştiriyor.
Diğer yandan Rusya’nın Suriye’de dikkate alması gereken bir başka
faktör de bulunmakta: Esad rejimi sadece Rusya’ya değil, aynı zamanda – hem de
daha derin ilişkilerle – İran’a bağımlı. Esad rejimi İran’ın desteğiyle cihatçı
terör şebekelerinin saldırılarına rağmen ayakta kalabildi. İran, Suriye, Irak
merkezi hükümeti, Lübnan Hizbullah’ından oluşan ve son dönemde Yemen’deki
Husilerin katılmasıyla genişleyen »Şii Yayı« Rusya’nın stratejik işbirliğini
sürdürmesi gerekli olan bir faktör.
İran, cihatçı terör şebekelerinin ilerideki bir zamanda yaklaşık
20 milyon Müslümanın yaşadığı Rusya’da da bir iç tehdide dönüşmesinden kaygı
duyan Putin yönetimi için çok önemli bir müttefik. Lübnan ve Irak’taki Şiilerin
de siyasi desteğini alan Putin 23 Kasım 2015’de Tahran’da İran cumhurbaşkanı
Hasan Ruhani ile buluşmuş ve iki devlet başkanı yaptıkları açıklamada »İran ve
Rusya terörizme karşı verilen mücadele işbirliği ile siyasi ve iktisadi
işbirliklerini derinleştireceklerini« açıklamışlardı.
Ancak İran’ın bu işbirliğinin ötesinde olan bir ajandası daha var:
İran, ABD ve AB’nin yeniden iktisadi partneri olabilmesi ve ambargoların
kaldırılması için ikili bir strateji izliyor. Bir tarafta Rusya ile işbirliğini
derinleştirir, Suriye ve Irak’ta gelişmelere doğrudan müdahil olurken, diğer
taraftan da nükleer programını kabullendirmek için ABD ile yakınlaşma
politikasını ve AB ülkeleriyle işbirliğini sürdürüyor. Ama aynı zamanda da
İsrail ve Suudi Arabistan’ın hedefinde bulunuyor.
Rusya, İran’ın bu ikili stratejisine vazgeçilmez partner
kalabilmek için gereken yanıtları geliştirmek zorunda. İran’ın bölgesel
etkinliğini geri püskürtmeyi hedefleyen İsrail zaten İran ile ilişkileri
nedeniyle Rusya karşıtı bir pozisyondaydı. Golan Tepelerinde bulunan petrol
rezervleri ve yeni boru hatları planları İsrail’i uzlaşmaz bir Rusya
karşıtlığına iten nedenleri artırıyor. Rusya ise Suriye’deki angajmanını
sürdürmek zorunda. Böylelikle Rusya’nın içine girdiği Suriye bataklığı daha da
derinleşiyor. Ama tüm bunlar, Suriye Puzzle’ının sadece küçük bir parçası.
İzolasyonu kırma ve alternatif oluşturma
çabaları
Rusya’nın Suriye’de cihatçı terör gruplarıyla rejim karşıtlarına
yönelik hava saldırılarını yoğunlaştırması, özellikle Avrupa’da – gerek burjuva
basınında, gerekse de muhalif kesimler ve barış hareketi içerisinde – Rusya’nın
hangi hedefler peşinde olduğu konusunda farklı tartışmalara yol açtı. Bilhassa
Almanya barış hareketi içerisinde Putin yönetimi ve genel olarak Rusya’nın
politikaları üzerine birbirleriyle çelişen değerlendirmeler yapılmakta.
Türkiye’deki farklı sol kesimlerin değerlendirmeleri için de benzer bir tespiti
yapmak olanaklı. O nedenle yazımızın bu bölümünde Rusya’nın Suriye angajmanının
hedeflerini değerlendireceğiz.
Rusya’nın Suriye’deki askeri angajmanı ile, salt Suriye ile
sınırlı olmayan iki temel hedefe yönelmiş olduğunu söyleyebiliriz: »Wolfowitz
Doktrinine« dayanan ve emperyalizmin dünya çapındaki yönlendirici stratejisinin
gereği olan kuşatmanın yol açtığı izolasyonu kırmak ve uluslararası siyasette
»nizam kurucu ve koruyucu« alternatif güç olarak kabul edilmek.
Özellikle güncel Ukrayna krizinin başlamasıyla sertleşen izolasyon
koşullarından kurtulmak isteyen Rusya, stratejik hamlelerini sadece
geleneksel-tarihsel Hinterlandına değil, aynı zamanda ABD emperyalizmi için
yaşamsal önem arz eden Ortadoğu’ya da yönlendirdi. Suriye’de sürdürdüğü hava
saldırılarıyla fiili bir durum yaratarak, bilhassa ABD ordu yönetiminin Rus
ordu yönetimi ile koordinasyon görüşmelerine girmesini sağladı ve bir anda
Suriye’ye yönelik tüm emperyalist stratejilerin yeniden düzenlenmesi
zorunluluğuna yol açtı. Böylelikle ekonomik ambargolar ve dışındalanma
(Exklusion) yaptırımlarıyla oluşturulan izolasyon koşullarını etkisiz
bırakarak, uluslararası müzakerelerde belirleyici aktörlerden birisi hâline
geldi.
Rusya’nın ikinci hedefi, yani alternatif güç olarak kabul edilme
hedefi dış politika anlayışı ve uluslararası ilişkilerde bağımsız ulus
devletlere verdiği önem ile doğrudan ilintilidir. ABD ve AB ulus devletler üstü
kurum ve yapılanmalarla (G7/G20 Zirveleri, NATO kurulları, AB Komisyonu, Dünya
Bankası, IMF gibi) ulus devlet hükümranlıklarını ve ulusal parlamentoların
yasama yetkilerini, neoliberal dönüşüm politikalarını ve emperyalist stratejileri
gerçekleştirmek amacıyla işlevsiz kılmaya çalışırlarken, Rusya, aynı Çin ve
diğer BRICS ülkeleri gibi, ulus devlet iradesinin belirleyici faktör olarak
kalmasını savunuyor. Bu savunu günümüzde emperyalizm karşıtı etkide bulunan bir
alternatif konsept hâline gelmiştir.
Rusya Federasyonu devlet başkanı Waldimir Putin 2015 Eylül’ünde
eski SSCB ülkelerinin üye olduğu »Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü« ve BM
Genel Kurulu önünde yaptığı iki konuşmada, bu alternatif konseptin ana
hatlarını çizmişti: Rusya’ya göre »ABD ve diğer Batılı ülkelerin uluslararası
teröre karşı mücadeleleri tamamen yanlış. BM Şartı’na aykırı müdahaleler ve
rejim değişikliği çabaları Ukrayna, Suriye, Irak ve Kuzey Afrika’yı hem
istikrarsızlaştırıyor, hem de terör örgütlerinin güçlenmesine yol açıyor«.
Emperyalizme meydan okuma mı?
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Putin’in yaptığı konuşmalara
»Rusya özgür dünyaya meydan okuyor« sözleriyle reaksiyon gösterince, Avrupa
barış hareketindeki bazı kesimler bunu »emperyalizme meydan okuma« olarak
okudular. Bu görüşe katılmıyoruz. Putin’in çıkışının bir meydan okuma olduğu
doğru, ama bu – her ne kadar sonuçları emperyalist stratejileri köstekleyen
politikalara yol açsa da – bilinçli bir antiemperyalizm değil, tekelleşme
tandansı hızlanan Rusya kapitalizmini savunma çabası ve müttefiklere verilen
bir mesajdır.
Bir kere Rusya, Suriye’deki rejime destek çıkarak, dış
politikasının temel mantığı olan »sadece meşru ve bağımsız ulus devletler dünya
çapında güvenliği sağlayabilir« anlayışının altını çizmektedir. Aynı zamanda
kendi »terör« ve »terörist« tanımını ön plana çıkartmaktadır: »Ulus devletlerin
bağımsızlığını tehdit eden her türlü eylem ve rejim değişikliği çabaları
terördür; dış güçlerin girişimiyle kurulan veya desteklenen silahlı hareketler
teröristtir«. Rusya bununla birlikte müttefiklerine ve müttefiki olabilecek
ülkelere şu mesajı vermektedir: »Dara düştüğünüzde, istemeniz durumunda
yardımınıza koşarız«. Bu sıradan bir mesaj değil, ABD öncülüğünde yürütülen
sözde »kriz yönetiminin« alternatifsiz olmadığı vurgusudur.
Rusya andığımız iki temel hedefe ulaşmak için 1990 sonrasında ilk
kez kendi toprakları ve geleneksel-tarihsel Hinterlandı dışında bulunan bir
bölgeye müdahalede bulunarak, her türlü riski göze aldığını da gösteriyor. Risk
altına girme kararlılığının birincil adresi Washington’dur. Rusya ABD’ye,
kendisine »uluslararası ilişkilerde eşit göz hizasında davranma« ve kendisini
»dikkate almak zorunda olduğu« mesajını vermektedir.
Diğer yandan Suriye’deki askeri müdahale, Rusya ordusunun askeri
yetilerini göstermek için de önemli bir fırsat olarak görülmektedir. Etkin hava
saldırıları ve kusursuz lojistik nakil zinciri oluşturulması burjuva basınında
büyük dikkatle not edilmektedir. Özellikle Almanya’daki burjuva basınında
Rusya’nın, 2008 Kafkasya Savaşının hemen ardından başlattığı ordu reformunun
başarısız olduğu ileri sürülmekteydi. Ancak Rusya’nın aynı anda hem Kırım ve
Doğu Ukrayna’da asimetrik/hibrid savaş yürütebilme yeteneğini, hem
Kafkasya’daki askeri varlığını zayıflatmadan koruyabildiğini, hem de kısa
zamanda son derece karmaşık bir alanda, Suriye’de etkin operasyonlar
gerçekleştirebileceğini göstermesi, sadece burjuva basınının iddialarını
çürütmekle kalmadı, aynı zamanda emperyalist güçlerin Rusya’yı kuşatarak
etkisizleştirme stratejilerinin zayıflığını kanıtladı. Özellikle Rusya
donanmasının – aslında askeri stratejiler açısından pek büyük önemi olmamasına
rağmen – Hazar Denizi’nden fırlattığı uzun menzilli roketlerle 1.500 kilometre
uzaklıktaki hedefleri vurabileceğini kanıtlaması, NATO’nun Doğu Avrupa’ya
genişleme politikasına ve ABD’nin Doğu Avrupa’ya yerleştirmek istediği
»Roketsavar sistemine« verilen ciddi bir yanıttı.
Kaldı ki Rusya’nın Suriye’deki Tartus üssünü kaybetmeme
kararlılığı tek başına Suriye angajmanı için yeterli bir neden. O açıdan
Ortadoğu’da geleneksel olarak en önemli müttefiki olan Suriye rejimine destek
çıkması ve askeri savunmasına katılması, pek şaşırtıcı bir sonuç değil. Bir Rus
savaş uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi sonucu ortaya çıkan krizi yönetme
biçimi, Rusya’nın koyduğu hedeflerden şaşmayacağını da kanıtlamakta. Rus
basınından izleyebildiğimiz kadarıyla, uçağın düşürülmesinin Obama’nın Suriye
politikalarından hoşnut olmayan ABD’li Neocon kesimlerin girişimiyle ABD
ordusunun bir komplosu olduğu kanısı, Rusya yönetimince en güçlü olasılık
olarak görülüyor. Rusya yönetimi bu bağlamda »uçak düşürme komplosunun« ters
teptiği görüşünde, çünkü uyguladıkları kriz yönetimi ve bu çerçevede atılan
adımlarla hem Türkiye’nin Suriye politikalarını sınırlandırdılar, hem de
Suriye’ye konuşlandırılan füze sistemleriyle Suriye hava sahasının büyük bir
bölümünü kontrol altına alarak belirleyici aktörlerden birisi oldular.
Hesaplar, olasılıklar...
Rusya’nın Suriye özelinde son derece soğukkanlı hesaplara göre
hareket ettiğini tespit edebiliriz. Atılan ve atılacak her adımda belirleyici
olan Rusya’nın uzun vadeli hedefleridir. Bu aynı zamanda şu anlama gelmektedir:
Rusya’nın Esad rejimini ilelebet ve her koşulda destekleyecek olması söz konusu
değildir. Esad rejiminin ayakta kalabilmesi için ödenecek bedelin uzun vadeli
hedeflere zarar vermesi durumunda Rusya’nın tavrının hemen değişeceğini
öngörebiliriz. Gerçi önümüzdeki dönem için böylesi bir şey söz konusu değil,
ama Rusya’nın Suriye’de kara kuvvetlerini oyuna sokmak zorunda kalması, Suriye
angajmanında değişikliğe gitmesini gerektirecektir. Çünkü hâlâ »Afganistan
travmasını« yaşayan Rusya toplumunda kara kuvvetlerinin Suriye’ye gönderilmesi
konusunda yüzde 70’e varan bir karşıtlık söz konusu. Kamuoyu desteğine ihtiyacı
olan Putin yönetimi için kara operasyonları bir nevi kırmızı çizgiye
dönüşebilir.
Ama diğer tarafta Rusya Federasyonu içinde yaşayan Müslüman nüfus
arasında, özellikle Kafkasya ve Merkez Asya’da farklı cihatçı örgütlere
katılanların sayısı artmakta ve bu durum iç politikada bir tehdit unsuru olarak
algılanmaktadır. Aslına bakılırsa Rusya cihatçı terör tehdidini uzun zamandır
dikkatle izlemekte. Sadece Rusya içerisinde değil. Örneğin Arap dünyasında 2011
sonrasında meydana gelen devinimler Rusya yönetimi tarafından başından itibaren
»olumsuz gelişmeler« olarak değerlendiriliyordu. Rusya, Arap dünyasındaki
ülkelerin çoğunluğunun örgütsellikleri zayıf toplumlara sahip olmalarının,
tarihsel gelişimlerinin ve büyük ekonomik sorunlarla cebelleşmelerinin bir sonucu
olarak burjuva demokrasilerine geçiş yapamayacaklarını ve ayaklanmalar sonrası
yapılan seçimlerde İslamist rejimlerin oluşma fırsatlarının ortaya çıkacağı
görüşünü savunuyordu. Böylesi bir
gelişmenin Rusya içerisinde de olumsuz etkileri olacağından hareket eden Rusya
yönetimi, son yıllardaki gelişmelerle 2011’de yaptıkları tespitin teyit
edildiği görüşünde.
Putin bu nedenle gerek 15 Eylül 2015’de Tacikistan’ın başkenti
Duşanbe’de yapılan »Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü« toplantısında, gerekse
de 28 Eylül 2015’de New York’ta BM Genel Kurulu önünde, İslam Devletinin »dünya
çapında bir tehdit oluşturduğunu« ve »bu nedenle uluslararası anti-terör
işbirliğinin Suriye’de harekete geçmesi gerektiğini« söylemişti. Cihatçı teröre
karşı verilecek mücadelede ne denli ciddi olduklarını kanıtlamak içinse,
Dışişleri Bakanlığında terörizmle mücadeleden sorumlu bir Bakan yardımcısı
makamı oluşturuldu ve bu makama Rusya gizli servisi FSB’nin bir generali
getirildi.
El Kaide gibi cihatçı örgütlerin bilhassa Kafkasya’da uzun
zamandan beri örgütlendikleri biliniyor. Örneğin 2007’de El Kaide’ye bağlı olan
bir »Kafkasya Emirliği« kurulmuş ve bilhassa Dağıstan’da terör eylemleri
artmıştı. Suriye iç savaşının başlamasıyla birlikte Kafkasya’daki cihatçı
kadroların Suriye’ye gitmesiyle terör faaliyetlerinde azalma kaydedildi.
DAİŞ’in güçlenmesiyle bu gruplar El Kaide’den ayrılıp El-Bağdadi’ye
bağlandıklarını ilân ettiler. 2015 başından itibaren ise, cihatçı grupların
Rusya’daki örgütlenme faaliyetleri hızlandı. Örneğin DAİŞ sözcüsü Muhammed
El-Adnani 23 Haziran 2015’de İslam Devletinin parçası olan »Kafkas Vilayetinin«
kurulduğunu ilân etti. Böylelikle Kafkasya’da, daha önce Kuzey Afrika, Yemen,
Pakistan ve Afganistan’da olduğu gibi, El-Bağdadi »Halifeliğine« biat etme
trendi başlamış oldu.
Rusya, her ne kadar Rusya Federasyonu içerisinde cihatçı terör
olaylarında olağanüstü bir artış görülmese de, bu gelişmeyi kaygıyla izliyor.
Çeçenya’dan, Dağıstan’dan, Kafkasya’nın farklı bölgelerinden ve Azerbaycan’dan,
Tacikistan’a, Kırgızistan’a ve Özbekistan’a kadar geniş bir coğrafyadan Suriye
iç savaşına katılmaya giden cihatçı kadroların tekrar geri döndüklerinde Rusya
için büyük bir tehlike oluşturabileceklerinden hareket ediliyor. Son yıllarda
CIA’nin kontrolünde olan veya ABD yönetimine yakın duran kimi »STK’nın«
Kafkasya ve Merkez Asya’da faaliyetlerini artırmaları, dış kuşatmanın yanı
sıra, ülke içerisinde de bir istikrarsızlaştırma çabası olarak
değerlendiriliyor. Bu açıdan başta DAİŞ olmak üzere, Suriye ve Irak’taki
cihatçı terör gruplarının geri püskürtülmesi, Rusya’nın iç güvenlik
politikaları açısından da büyük önem taşıyor. Zaten Rusya’nın Suriye’deki hava
saldırılarının askeri hedeflerinden bir tanesi de, geriye dönmesi muhtemel
cihatçı kadroların yok edilmeleridir. Ancak Rusya’nın kendi Müslüman nüfusu
içerisinde cihatçı akımların yayılmasını engelleme hedefine böyle ulaşabileceği
pek belli değil. Çünkü emperyalist güçlerin bilinçli bir şekilde mezhepçiliği
körükledikleri bir dönemde Rusya’nın Esad rejimine destek olarak gerçekleştirdiği
hava saldırılarının, Rusya Federasyonu içinde yaşayan ve çoğunluğu Sünni olan
Müslüman nüfus arasında antipatiyle karşılanma olasılığı da bulunuyor.
Tüm bu olasılıklara rağmen Rusya yönetiminin Suriye’deki
angajmanı, yazının başında andığımız iki temel hedef ile gerekçelendirdiğini
söyleyebiliriz. Rusya elbette kendi Müslüman nüfusunun belirli bir kesiminin
sempatisini kaybedebilir ve böylelikle cihatçı akımların bu nüfus arasında
taraftar bulmalarına neden olabilir. Böylesi bir risk var. Ancak bu da, Rusya
yönetiminin her türlü riski göze alma kararlılığı çerçevesinde
değerlendirilmelidir.
Angajman belirleyici diğer etmenler
Rusya’nın dış ve güvenlik politikalarını değerlendirirken,
genellikle Rusya’nın tarihsel deneyimlerinin toplum ve karar vericiler üzerinde
bıraktığı etkiler göz ardı edilmektedir. Bilhassa Fransa’nın Napolyon
dönemindeki saldırısı ve özellikle Alman faşizminin İkinci Dünya Paylaşım
Savaşı’ndaki işgal denemesinin toplumsal hafızada bıraktığı travmatik izler
unutulmamalıdır. Alman faşizminin, diğer emperyalist güçlerin göz yumması ile
gerçekleştirdiği saldırılar, Sovyetler Birliği’nde 27 milyondan fazla insanın
yaşamına mal olmuş, masif bir yıkıma yol açmıştı. O açıdan böylesi bir
deneyimin »bir daha asla tekrarlanmaması« yaklaşımının, bugün dahi geniş
toplumsal kesimleri ve farklı sınıflardan siyasetçileri ortak paydada
birleştiren bir faktör olduğunu söyleyebiliriz.
Bu nedenle Sovyetler Birliği sınırları içerisinde yer alan, ama
bugün Rusya Federasyonu’na ait olmayan bölge ve ülkeler, Rusya tarafından özel
»güvenlik ilgi alanı« olarak görülmektedirler. Bu bölge ve ülkelerde Rus
milliyetine mensup küçümsenemeyecek sayıda bir nüfusun yaşaması ve NATO’nun
doğrudan bu ülkelere yönelik genişleme politikası, özellikle güncel Ukrayna krizi,
Rusya yönetiminin savunma ve silahlanma politikalarına geniş toplumsal destek
bulmasına neden olmaktadır. Rusya’nın 2008’de bağımsız devletler olarak
tanıdığı Güney Osetya ve Abhazya ile Kırım’ın doğrudan, Doğu Ukrayna’nın ise
dolaylı olarak Rusya’nın parçası olarak görülme politikaları toplumsal
meşruiyete sahiptir.
Emperyalist güçlerin sistematik bir biçimde sürdürdükleri kuşatma
politikasına gösterilen temel reaksiyon, savunma bütçelerinin mütemadiyen
artırılması olmuştur. Stockholm’deki SIPRI enstitüsünün verilerine göre Rusya
2014 yılında 84,5 milyar Dolar ile, ABD (610 milyar Dolar) ve Çin’in (216
milyar Dolar) ardından yeniden savunmaya en fazla bütçe ayıran üçüncü ülke
oldu. Rusya diğer taraftan 15,7 milyar Dolar (2013) ile ABD’nin ardında en fazla
silah ihraç eden ikinci ülke konumunu korumaktadır. Dünya çapındaki silah
ihracatında ABD’nin payı yüzde 39 iken, Rusya’nın payı yüzde 14’dür.
Rusya’nın dış ve güvenlik politikalarını tüm dış etmenler olduğu
kadar, tarihsel ve toplumsal gelişmeler de doğrudan etkilemektedir. 1989/1990
karşı devriminden sonraki kapitalist gelişme, hiç bir sosyal ve yasal kısıtlama
olmaksızın eski devlet ticari teşekküllerinin çok kısa bir süre içerisinde
korsanvari talanına dayanmaktadır. Gene çok kısa bir süre içerisinde sosyal
güvencesizlik devasa boyutlara ulaşmış ve zenginler ile yoksullar arasındaki
uçurum son derece derinleşmiştir. Oligarşik yapılar ve yolsuzluk ekonomisi,
muhalif kesimlerin baskı altına alınması, yasama-yargı ve yürütmenin tek elde
toplanması ve devlet ile Ortodoks Kilisesinin içiçe geçmişliği, günümüz Rusya
kapitalizminin emarelerindendir. Tekelci devlet kapitalizminin koşulları, Putin
şahsında milyarlarca Dolar’a sahip oligarkları »kontrol altına alan« güçlü
lider görünümü, doğal gaz ve petrol satışından elde edilen gelirlerle
hissedilen refah düzeyinin artması ve bağımsız ulus devlet hükümranlığı
savunusu, emperyalist kuşatma politikalarıyla birleşince, güncel dış ve
güvenlik politikalarına geniş toplumsal destek sağlanabilmektedir.
Sağlanan bu geniş toplumsal destek ve gerçekleştirilen ordu
reformuyla askeri yeteneklerin artırılması, Rusya’nın kendi etki alanını
korumaya yönelik reaktif jeostratejik politikaları daha büyük bir özgüvenle
yürütmesini teşvik etmektedir. Bunun yanı sıra Putin ve Medwedjew gibi
yöneticiler üzerinden uluslararası toplantılarda »Ortak Avrupa Güvenlik
Mimarisi« veya »BM Şartı temelinde çok kutuplu dünya düzeni« gibi önerilerle
emperyalist stratejilerin karşısına siyasal alternatifler çıkartılarak,
uluslararası siyasette destek bulma ve »oyun kurucu« olma çabaları
yürütülmektedir. Rusya’nın NATO karşıtlığı, gerilimleri azaltmaya yönelik
yaklaşımları ve işbirliğini önceleyen dış politika girişimleri, silahsızlanma
talepleri, »Lizbon’dan Wladiwostok’a kadar« ortak iktisat ve güvenlik alanı
yaratma önerisi ve dünya çapındaki ihtilafların çözümü için sadece BM, AGİT ve
Avrupa Konseyi gibi kurumların sorumlu olması savunusu, Rusya’ya Avrupa barış
hareketleri içerisinde sempati kazandırmaktadır. Ancak tüm bu gerçeklere
rağmen, Rusya’nın, değil sosyalist, antiemperyalist bir ülke dahi olmadığı
unutulmamalıdır. Rusya’nın dış ve güvenlik politikaları ile Suriye’deki askeri
angajmanının her ne kadar emperyalist stratejileri köstekleyici etkileri olsa
da, Rusya Federasyonu kapitalist bir devlettir ve Rus burjuvazisinin tahakküm
aracıdır. Ama aynı zamanda da barış ve silahsızlanma politikalarının
gerçekleştirilmesi için dikkate alınması gereken bir ülkedir. Çünkü »barış
sorunu günümüzün en güncel, herkesi etkileyen sorunudur« (Lenin). Rusya’nın
Suriye angajmanını değerlendirirken, temel alınması gereken perspektif, barış
sorunu olmalıdır.
Yeni Askeri Doktrin
Rusya,
25 Aralık 2014’de Putin’in
imzasıyla yeni askeri doktrini yürürlüğe sokmuştu. 2010’da kararlaştırılan eski
doktrin Rusya Güvenlik Konseyi tarafından yenilendi, ama yenilenme kararı 2013
Temmuz’unda, yani güncel Ukrayna krizi ve Suriye angajmanından önce alınmıştı.
Bu açıdan yeni askeri doktrini, salt güncel krizlere gösterilen bir reaksiyon olarak değil,
aksine Rusya’nın iç ve dış politika alanlarındaki değişimlere yönelik bir strateji belirlemesi okumak
gerekiyor, ki bu doktrin aynı zamanda Rusya’nın Suriye angajmanının arka planına da ışık tutuyor.
Yeni
doktrinde, eskisinde olduğu gibi, askeri tehlikeler ve tehditler arasında nitel
bir ayrım yapılmakta ve askeri tehditler »reel silahlı ihtilaf olasılığının ön adımı« olarak
nitelendirilmekte. Askeri tehditlerin liste başına NATO ve ABD yerleştirilmiş.
Gerekçe olarak NATO’nun »güç potansiyelini genişletmesi« ve Rusya’ya komşu ülkelerde »yabancı güçlerin askeri
kontenjanlarının diskolasyonu« gösteriliyor.
Diskolasyon, askeri terminolojide askeri birliklerin ve komuta kademelerinin önceden belirlenmiş bir görevi yerine getirmek için alansal dağılımını tanımlıyor.
NATO’nun ve ABD’nin Doğu Avrupa ülkelerine çeşitli askeri birlikleri, radar ve
roket sistemlerini konuşlandırmaları ve salt Doğu Avrupalı NATO üyeleri için Rusya’ya yönelik bir eylem planı (»Readiness
Action Plan«)
kararlaştırdıkları göz önünde tutulursa, Rusya’nın askeri
tehdidi ne denli yüksek olarak algıladığı anlaşılabilir. Kaldı ki askeri
doktrin NATO’nun BM kararı olmadan gerçekleştirdiği müdahaleleri (1999 Kosova, 2011 Libya savaşları) »küresel işlevli saldırganlık« olarak nitelendiriyor.
Rusya,
ABD’nin iki ülke arasındaki nükleer stratejik dengeyi değiştirme çabasında olduğu görüşünde. Gerçi her iki ülke de yaklaşık aynı sayıda nükleer silaha sahip, ama ABD yeni
konvansiyonel savunma ve saldırı silahlarının geliştirilmesinde açık ara önde. Bu nedenle yeni askeri doktrinde
Rusya’nın »stratejik
savunma sistemlerine«, »uzay silahlarına«, »nükleer olmayan stratejik hassas
vuruş sistemlerine« ve »küresel vuruş yetisine« sahip olması gerektiği vurgulanıyor.
Ayrıca siber saldırılar ve yabancı gizli servislerin »yıkıcı faaliyetleri« de askeri tehditler listesinde yer
alıyor.
Askeri
doktrin her ne kadar NATO ve ABD’nden gelen askeri tehditleri öne çıkarsa da, bölgesel ihtilaflara da aynı derecede önem atfediyor. »Küresel aşırılık ve terörizm«, sınır aşan organize suçlar, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı da tehditleri artırıcı
tehlike potansiyelleri olarak görülüyor.
Özellikle Afganistan sınırında uyuşturucu kaçakçılığının devasa düzeyde artmış
olması ve genel olarak cihatçı terör örgütlerinin faaliyetleri »önleyici askeri güvenlik tedbirleri« için gerekçe olarak gösteriliyorlar.
Yeni
askeri doktrinde Rusya’nın Hinterlandına
eskisinden daha fazla dikkat verildiği göze çarpmakta. Gelişmelerin, »Rusya’dan toprak istenmesine kadar« varabileceğini öngören doktrinde yeni askeri tehditler
şu üç cümlede özetlenmiş:
»Bilişim
ve iletişim teknolojisinin askeri hedefler ve uluslararası hukuka aykırı olan,
devletlerin hükümranlıklarına, siyasi bağımsızlıklarına, toprak bütünlüklerine
yönelik ve
uluslararası hukuk, güvenlik, küresel ve bölgesel istikrar için bir tehdit oluşturan eylemlerin
gerçekleştirilmesi
için
kullanılması;
Meşru devletsel iktidar organlarının
alaşağı edilmesinin bir sonucu olarak ve Rusya Federasyonu’na komşu ülkelerdeki
Rusya Federasyonu çıkarlarını tehdit eden rejimler inşa etme politikası ve
Yabancı devletler ve bunların
oluşturduğu koalisyonların özel
servis ve örgütlerinin
Rusya Federasyonu’na karşı yıkıcı faaliyetleri.«
İç Politika Bağlantısı
Rusya’nın
yeni askeri doktrininde asıl »yeni« olanın, dış ve iç politik risklerin birbirleri ile sıkı
sıkıya bağlantılı hâle getirilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Putin yönetimi burada iki tehdit
senaryosundan hareket ediyor: Birincisi, Rusya’nın çeşitlilik arz eden toplumsal
yapısının etnik ve dini ihtilafların patlak vermesiyle istikrar bozucu ve iktidarı
tehdit edici bir gelişmeye evrilmesi. Bilhassa Kuzey Kafkasya’daki cihatçı ve İslamist akımların yaygınlaşması ve »İslam
Devletinin« Rusya
sınırları içerisinde
terör saldırılarını gerçekleştirmesi olasılığının altı çiziliyor.
Daha önemli görülen ise ikinci tehdit senaryosu,
yani »anayasal
düzenin şiddet yoluyla alaşağı edilmesi«dir. Bu senaryoyu tarif eden iç
tehditler de doktrinde şu cümlelerle
tanımlanıyor:
»Ülke içerisindeki toplumsal ve iç politik
durumu istikrarsızlaştırma faaliyetleri;
Halkın, ama ilk etapta ülkenin genç
yurttaşlarının, anavatanın korunması alanındaki tarihsel, zihinsel ve yurtsever
geleneklerinin altını oyma hedefiyle enformatik etkileme faaliyetleri;
Milliyetler arası ve sosyal
gerilimler ve aşırılığın provoke edilmesi ve etnik ve dini nefret veya
düşmanlığın körüklenmesi.«
Aslına
bakılırsa bu cümlelerle Rusya’nın en hassas noktası, yani vurulduğunda sisteme
en fazla zarar verebilecek »yumuşak
karnı« tarif edilmekte. Putin iktidarının temelini oluşturan iktisadî
başarıların emperyalist devletlerin uyguladığı ambargolar ve devlet
gelirlerinde büyük payı olan
petrol gelirlerinin düşük fiyatlar sonucunda azalması, toplumsal
hoşnutsuzlukları artırıcı bir faktör olarak
görüldüğünden, bunun doğal sonucu
olarak askeri doktrinin »iç
güvenliğe« de yöneltildiğini ve iç politika
sorunlarının »güvenlik
sorunu« olarak
algılandığını görebiliyoruz.
Askeri
doktrindeki bu yaklaşım doğrudan
Rusya’nın dünya çapındaki devinimleri değerlendirme biçimiyle bağlantılı. Daha önce de vurguladığımız gibi, Rusya,
Arap dünyasındaki devinimleri, komşu ülkelerdeki – bilhassa Ukrayna’daki –
gelişmeleri »dışarıdan
yönlendirilen
süreçler« ve genel anlamda olumsuz gelişmeler
olarak algılamakta. Buradan hareketle de, aslında son derece haklı olarak,
Rusya’nın kendisinin emperyalist rejim değişikliği planlarının hedefi olduğunu
görüyor. NATO ve AB’nin Doğu Avrupa’ya
genişlemeleri ve ABD’nin Rusya’nın tüm çeperinde askeri faaliyetlerini artırması, bu değerlendirmeyi
güçlendiriyor. Ancak bu değerlendirme ve dış tehdit senaryoları aynı zamanda iç
ve dış politikalara toplumsal rıza sağlama ve egemenliği güvence altına alma araçları olarak da kullanılıyor.
Nükleer Olmayan Ve »Lineer Olmayan (Gayrı Nizami)« Savaş Yönetimi
Askeri
doktrin, Rusya yönetiminin
tehlike ve tehdit olarak algıladığı risklere nasıl bir reaksiyon göstermesi gerektiğini vurgulayarak,
Rusya’nın siyasi pratiğine açıklık
getiriyor. Görüldüğü
kadarıyla Rusya dış tehditlere karşı gerektiğinde nükleer cephanesini kullanma
hakkından vazgeçmeyeceğini
bu şekilde »dosta
düşmana« gösteriyor. Ama, her ne kadar
konvansiyonel silahlarla olabilecek büyük saldırılara dahi nükleer yanıt
vereceğini açıklasa da, nükleer cephanenin yeterince koruyucu bir şemsiye
olamayacağı görüşünün
hakim görüş
hâline geldiğini söyleyebiliriz.
Bunu
doktrinde yer alan »nükleer
olmayan caydırıcılık«
tanımından okumak mümkün. Bu caydırıcılık yetisine kavuşabilmek içinse ağ
tabanlı savaş yönetimine
ve »küresel
vuruş« yeteneğine sahip olunması öngörülüyor. 2012 Kasım’ında Genelkurmay
Başkanlığına getirilen Waleri W. Gerassimow’un askeri doktrinin açıklanmasından
hemen sonra yaptığı ve ordunun 2016-2020 silahlanma programında ağırlıklı
olarak »hassas
vuruş silahlarının, enformasyon ve istihbarat araçlarının ve otomatik yönetim sistemlerinin alımına« öncelik verileceği açıklaması,
bugüne kadar doktrinin kelimesi kelimesine uygulanmakta olduğunu kanıtlıyor.
»Nükleer olmayan caydırıcılık« konsepti NATO, ABD ve AB’ne yönelik olarak uygulanan bir
stratejiyken, caydırıcılığın Rusya’nın Hinterlandında da
sağlanabilmesi için »lineer olmayan (gayrı nizami) savaş yönetimine«, yani dolaylı ve asimetrik biçimlerdeki askeri şiddet ile birlikte
ve aynı anda siyasi, iktisadî ve diğer
askeri olmayan araçların,
bilhassa bilişim teknolojisinin kullanılması, strateji olarak benimsenmiş
durumda. »Lineer
olmayan« savaş yönetiminin nasıl uygulandığına, özel kuvvetlerin, düzensiz silahlı
birliklerin ve özel
askeri teşekküllerin kullanıldığı ve halk arasında Ukrayna yönetimine karşı olan protesto
potansiyelinin bir toplumsal harekete dönüştürüldüğü Kırım’da yakinen tanık olduk.
Kırım ve
Doğu Ukrayna’daki »başarılar«, yeni askeri doktrinde öngörülmüş olan ve 2013’de oluşturulan
»Özel Operasyon Komutanlığı« sayesinde elde edilebildi. Doktrine göre »lineer olmayan« savaş yönetimi, sadece Savunma Bakanlığına bağlı askeri birliklerin değil, aynı
zamanda İçişlerine, Doğal Afetlerden Korunma Bakanlığına ve gizli servislere
bağlı silahlı birliklerin kullanılmasını da öngördüğünden, bunu gerçekleştirebilmek için bir »ağ tabanlı operasyon yönetimi« oluşturuldu ve tüm bu birim ve yönetimlerini tek merkezden komuta
altına alabilmek içinse,
2014 Aralık’ında »Ülke
Savunması Ulusal Yönetim
Merkezi«
kuruldu.
Doktrin
tüm bunların yanı sıra seferberliğe hazır olma durumunun kapsamının genişletilmesini
de gerekli görüyor.
Burada söz konusu
olan sadece silahlı kuvvetler değil, ülkenin bir bütün olarak seferberliğe
hazır duruma getirilmesi, iktisadî ve toplumsal seferberliğin sağlanmasıdır.
Örneğin olası bir seferberlik durumunda mali sektöre, vergi sistemine ve para
sirkülasyonuna yönelik,
hemen uygulamaya sokulacak kurallar hazırlandı. Putin yönetiminin bu şekilde iki adımı hedeflediğini söyleyebiliriz: Birincisi, ülkedeki
oligarkların yönetime
olan sadakatlerini güvenceye almak, ikincisi de, kriz olasılığı karşısında
ekonomiye etkin müdahale araçlarına
sahip olabilmek. Bu araçlar aynı
zamanda Rusya’da faaliyet gösteren
ve üretim yapan uluslararası tekellere yönelik bir kontrol mekanizması oluşturulması işlevini de yerine
getirecek.
Toplumsal
seferberlik içinse
yurttaşların »yurtsever
savunma eğitimine« ve
bilişim alanında »bütünsel
güvenliğin sağlanmasına« ağırlık
verilecek. Aslında bu tedbirleri basın ve ifade özgürlüğüne yönelik baskıcı ve kısıtlayıcı
uygulamalar olarak okumak gerekiyor. Zaten 2014 Kasım’ında yürürlüğe sokulan »Aşırılıkla Mücadele Stratejisi« tam olarak böylesi
bir güvenlik rejimini inşa etmek için kullanılıyor.
Sonuç
Görüldüğü gibi Rusya,
kapitalist-emperyalist dünya sisteminde yer edinebilmek ve çok milliyetli toplumsal yapısı,
tekelci eğilimli hızlanan kapitalist gelişmesi ve burjuvazisi-bürokrasisi iç içe geçmiş ulus devlet yapısıyla,
hükümranlığını ve Hinterlandı
üzerindeki etkisini korumak, alternatif bir güç olabilmek için, elindeki tüm araçları emperyalist güçlerin
stratejilerine karşı cepheye sürüyor. Suriye angajmanı bu araçlardan sadece biri, ama gerek BM
Güvenlik Konseyi daimi üyeliği, gerekse de fokur fokur kaynayan Ortadoğu
kazanındaki çıkar çatışmalarının karmaşıklığı nedeniyle,
en güçlü araçlarından
birisi.
Suriye
iç savaşı, sadece Ortadoğu’nun değil, genel anlamda dünyanın yeniden paylaşımı
savaşının muharebe alanlarından bir tanesi. Ama aynı zamanda tüm bölgeyi, hatta dünyayı daha da kızışan
bir savaşa sokabilecek bir potansiyele sahip. Rusya bunun farkında ve uzun
vadede Suriye’deki ihtilafların kendisini vuracağından emin. O nedenle,
Suriye’deki gelişmeler nasıl evrilirse evrilsin, Rusya sonuna kadar belirleyici
aktörlerden birisi, belki de emperyalist
güçleri engelleyici asıl faktör olacak.
Bu
açıdan Rusya’yı ve Suriye’deki angajmanını barış sorunu temelinde
değerlendirirken, Rusya’nın stratejik çıkarlarının NATO karşıtlığını,
gerilimleri azaltma ve silahsızlanmayı önceleme yatkınlığını, uluslararası
ilişkilerde karşılıklı işbirliğine dayanan ve BM, uluslararası hukuk,
devletlerin bağımsızlığı gibi emperyalist güçlerin çıkarlarına ters düşen
ilkeleri savunmasını zorunlu kıldığını dikkate almak zorundayız.
Ama asıl
dikkate almamız gereken, günümüz gerçekleridir: NATO ve AB’nin Doğu Avrupa’ya genişlemeleriyle, Avrupa
kıtası 20. Yüzyıl’ın ortalarına kadar var olan statükoya, yani »zenginlerin Avrupa’sı-yoksulların
Avrupa’sı« ayrımına geri döndü.
Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri emperyalist güçlerin, özellikle ABD ve Federal Almanya
Cumhuriyeti’nin tam egemenliği altına
girdiler. Dış politikaları bütünüyle NATO, ABD ve AB’nin dikte ettikleri yönde ilerlemekte, bilhassa Rusya
karşıtı politikaların Avrupa’da kökleşmesine
hizmet etmektedir.
Orta ve
Doğu Avrupa ülkelerinde kapitalizmin restorasyonu sonucunda, bu ülkeler
doğrudan Rusya’ya ve böylelikle
de Avrupa’da süren kırılgan
barış durumunu tehdit eder hâle gelmişlerdir. Aynı zamanda, bu ülkelerin ulus
devlet çıkarlarını ve hükümranlıklarını emperyalist güçlerin çıkarlarının
boyunduruğu altına sokmaları nedeniyle, uluslararası ilişkilerde bağımsız ve
hükümran devletler olarak davranma veya kabul edilme olanaklarını büyük ölçüde yitirmişlerdir. Bu gerçek Rusya tarafından tehditleri
artırıcı gelişme olarak algılanmaktadır.
Karşı
devrimin, şüphesiz geçici olan
galibiyeti sonrasında insanlık 21. Yüzyıl’da süreklilik arz eden savaşlar
durumunda yaşamak zorunda bırakılmaktadır. Bununla birlikte emperyalist
devletler ve diğer kapitalist ülkeler arasındaki güç ilişkileri son derece
hızlı ve son derece eşitsiz gelişerek, giderek daha az kontrol edilebilir olan çelişkilerin şiddetlenmesine yol açmaktadır. Politika aracı ve devamı
olarak savaş, artık teori ve konsept olmaktan çıkmış, gündelik realite hâline
gelmiştir. Emperyalist güçler çelişkileri
savaşlar aracılığıyla çözmeye çalışmakta,
ama, Suriye’de ve Ukrayna’da görüldüğü
gibi, çözümden ziyade çelişkilerin
derinleşmesine ve yeni ihtilafların ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar.
Emperyalist güçlerin hem kendi aralarındaki, hem de Rusya ve Çin gibi ülkelerle
olan çelişkileri; hammadde kaynakları, etki
alanları, nakliyat yolları ve pazarların hakimiyeti üzerine verilen mücadeleler
ve savaşlar, dünyayı kasıp kavuracak ve insanlığı yok olma seviyesine
getirebilecek bir tehdidi reel olasılık hâline getirmiştir.
Bu gelişmeler,
Leninist emperyalizm teorisinin günümüzde de geçerliliğini koruduğunu kanıtlamakla
birlikte, işçi sınıfının devrimci güçlerine, ama bilhassa ve öncelikle komünistlere yaşamsal görevler yüklemektedir: Emperyalist
politikaları ve çelişkileri
doğru tahlil etmek, anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadeleyi örmek, işçi sınıfının iktidarını kurmak için sınıf içinde kök salarak örgütlenmek ve sınıfla bütünleşmek,
işçi sınıfını ve müttefiki katmanları emperyalizm konusunda aydınlatmak ve
barış sorunu temelinde geniş toplumsal ittifakları sağlayacak ideolojik
mücadeleyi güçlendirmek.
20.
Yüzyıl’da sosyalizmin bir yenilgi aldığı doğru, ama bir o kadar doğru olan da
21. Yüzyıl’da sosyalizmin her zamankinden fazla gerekli ve olanaklı olduğudur.
Rusya’nın Suriye’deki angajmanı ve günümüzün gerçekliği bir kez daha şu gerçeğin altını kalın çizgilerle çizmektedir: Ya toplumsal ilerleme ve
barış, ya da felaket! Ya sosyalizm, ya da barbarlık!
Bu yazı Politika Gazetesi'nin 25., 26. ve 27, sayılarında tefrika biçiminde yayımlanmıştır.