6 Tem 2016

»Değerli yalnızlıktan« stratejik zorunluluklara

Türkiye’nin zikzaklı Ortadoğu politikalarının arka planı üzerine
Türkiye’nin dış politikasını yakından izleyenler, köşe taşları »stratejik derinlik«, »sıfır sorun politikası«, »değerli yalnızlık« ve nihâyetinde »hasar sınırlama« olarak nitelendirilebilecek dış politika sürecinin fiyasko ile sonuçlandığı konusunda hemfikirler. Kimi liberal ve sol-liberal kesimler ile – bilhassa Suriye’deki son gelişmeler çerçevesinde – Kürt milliyetçileri ise, AKP’den »kurtulma« ümitlerini, rejimin ihtilaflı olma görüntüsünü verdiği ABD ve AB emperyalizmlerine bağlamış durumdalar – sanki emperyalizmin kucağında temel bir değişim olacakmış gibi.

Liberal lafazanlıkları ve küçük burjuva safsatasını bir yana bırakalım - »Büyük Ortadoğu Projesi« çerçevesinde başlatılan, hatta projenin »Eş başkanlığını« hedefleyen iddialı Türk dış politikasının zikzaklı bir süreç sonunda fiyasko ile sonuçlandığına ve AKP rejiminin 2013 ortasından bu yana genellikle reaktif, ama temelde oluşan iktisadî ve siyasî hasarı sınırlamayı hedefleyen bir trende oturduğu görüşüne biz de katılıyoruz. Bu tespitin arka planını analitik bir bakış açısıyla irdelemek, AKP rejiminin dış politik serüveninin bundan sonra nasıl bir yön izleyeceğini ve olası sonuçlarını tahmin edebilmek için yardımcı olacaktır.
Ancak bunu yapmadan önce kimi devrimci ve sosyalist kesim arasında da sorgulanmadan kabul gören bir görüşü efsaneler diyarına göndermek gerekiyor. Sadece AKP hükümetleri dönemine bakışı temel alan bu görüşü, »Türk dış politikasını, farklı sermaye temsilcilerinin oluşturduğu bir koalisyon olarak kurulan, ama şimdi ›tek lider‹ yönetimindeki AKP gibi bir siyasî formasyon belirliyor« tespitiyle özetleyebiliriz. Birincisi: bu tespit yanlıştır. İkincisi: bu tespitten yapılan, »AKP’ye karşı CHP ve devletteki diğer laik güçlerle ittifaka girmek gereklidir« çıkarsaması da yanlıştır. Sadece AKP ve CHP parti programlarının dış politika bölümlerinin bir karşılaştırması dahi, her iki formasyonun da aynı dış politik hedefleri güttüklerini, yani sermaye çıkarlarını kollayan bir politika hedeflediklerini kanıtlamaktadır.
Dış politik yönelimin temeli AKP öncesinde atılmıştır
Günümüzde »Yeni Osmanlıcılık« olarak tanımlanan ve Ortadoğu’da hegemonik bölgesel güç olma hedefine odaklanmış olan Türk dış politikası, AKP’nin bir icadı değildir ve temelleri, sosyalist dünyadaki karşıdevrimin hemen ertesinde atılmıştır. Aynı zamanda »Yeni Amerikan Yüzyılı« ve »Yakın ve Orta Doğu’nun yeniden düzenlenmesi« stratejileriyle doğrudan iniltilidir. 2000’lerde belirginleşen yönelimler ise doğrudan Türkiye tekelci burjuvazisinin sermaye ihracı gereksinimleri ve askerî-sınaî kompleksin gelişimi ile bağlantılıdır.
Hafızamızı tazelemek için iki alıntı yapalım: Dünya siyasetindeki masif kırılmalar nedeniyle literatürde »En uzun on yıl« olarak anılan 1990’lı yıllar, TSK’nin değişen Türk dış politikasında üstleneceği »önemli görevler« için o döneme kadar görülmemiş bir modernizasyon ivmesi kazandığı yıllar olmuştur. Bilhassa »asimetrik savaş yöntemlerinde deneyim kazandıran« ve Kürt halkına karşı geliştirilen kirli savaşın damgasını vurduğu 1992-1994 sürecini bu kapsamda anmak gerekiyor. Nitekim 1997’ye gelindiğinde modernizasyon ve elde edilen »askerî deneyimler« TSK’ne ve dolayısıyla Türkiye egemen sınıflarına öylesine bir özgüven kazandırmıştı ki, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı 1997 Kasım’ında yayınladığı »Açık Denizlere Doğru« başlıklı strateji belgesinde şu tespiti yapıyordu: Ege Denizi, Karadeniz ve Akdeniz’in Türkiye için yaşamsal önemi bulunmaktadır. Hazar Denizi, İran Körfezi, Kızıldeniz ile Cebelitarık Boğazı’nın Atlantik yakınlaşma suları, Türk Silahlı Kuvvetlerinin ilgi alanındadır. (...) Bu tespit, anavatan üssünden çok uzaklarda lojistik destek sağlayabilen ve vurucu gücü yüksek Deniz Kuvvetlerini gerekli kılmaktadır.«
Aynı şekilde emekli general Çevik Bir, 28 Kasım 1999’da F. Almanya’da yaptığı bir konuşmasında şunları vurguluyordu: »Gelecek yüzyılın dünya enerji rezervleri Avrasya’dadır. Bu nedenle Avrasya’da farklı senaryolar denenmektedir. Türkiye şimdi bütün bu senaryolar içerisinde başat rol oynayacak duruma erişmiştir. Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında kitle imha silahları, terörizm, uyuşturucu ticareti ve az gelişmiş ekonomiler gibi rizikoların yeni tehdit potansiyeli olarak yoğunlaştığı bir bölgenin merkezinde durmaktadır. Türkiye, bu yeni tehdit potansiyelleri bağlamında Batı’nın cephe ülkesidir. Bu bölgede Türkiye olmaksızın istikrarı sağlamak olanaklı değildir.«
Bu tespit ve vurgular, Türkiye tekelci burjuvazisinin çıkarları ve emperyalist çıkarlar temelinde 1990’larda temeli atılan Türk dış politikasını tanımlıyor ve gerçekleştirilmesi için de ABD ve F. Alman emperyalizmlerinin büyük desteğiyle Türk askerî-sınaî kompleksi geliştiriliyordu. Bir dönemler ABD ordusunun çürüğe çıkan silah, araç ve gereçlerine muhtaç bırakılan Türkiye, 2016’nın ilk iki ayında toplam 255,9 milyon Dolar savunma (!) ve havacılık ihracatı yapan, 7 adet havada yakıt ikmali yapabilen ve bir F-16 savaş uçağının 3 tonluk yakıt deposunu üç dakikada doldurabilen Boeing KC-135 uçaklarına, »Kuzey« isimli AWACS uçağına, dünya denizlerinde ve çeşitli ülkelerde operasyonlar gerçekleştiren silahlı kuvvetlere sahip bir ülke konumuna geldi. »Milli Savunma« olarak nitelendirilen askerî-sınaî kompleks, Savunma Sanayii Müsteşarlığı (SSM) yönetiminde büyük ölçüde devlet kontrolü altında olmasına rağmen, özellikle AKP döneminde tekelci burjuvaziye açıldı. SSM halihazırda toplam 416 silahlanma projesini yönetmektedir. Bunların 233’ü toplam 85,5 milyar TL bedel ile sözleşmeye bağlanmış durumdadır.
ATAK saldırı helikopterleri, ALTAY Milli Ana Muharebe Tankı, MİLGEM savaş gemileri, yeni tip karakol botları ve denizaltıları, yüksek teknoloji elektronik yazılımı, silahlı-silahsız İHA’lar, roketler, enva ü çeşit mermi ve hafif silahlar gibi, lisanlı ve yerli silahlanma ürünleri üretip, ihraç eden askerî-sınaî kompleksin ana gövdesini, ASELSAN, TUSAŞ, ROKETSAN, HAVELSAN, İŞBİR, ASPİLSAN gibi 14 silah tekeline doğrudan veya dolaylı sahip olan ve dünyanın en büyük »Uluslararası Savunma Sanayii Fuarlarından« İDEF’in sahibi »TSK Güçlendirme Vakfı« oluşturmaktadır. Ancak gerek bu vakıf, gerekse de OYAK A.Ş. üzerinden yürütülen işbirliği ile ulusal ve uluslararası tekeller »Milli Savunmaya« dahil edilmektedirler. SSM’nın verilerine göre »Milli Savunma Sanayii« 13 askerî fabrika, tersane ve bakım merkezi, 16 KİT, 41 ulusal ve 11 uluslararası tekelden oluşmaktadır.
Askerî-sınaî kompleks açısından günümüzün dikkate değer en önemli iki özelliği, Bayraktar Holding gibi »İslamcı sermaye« olarak nitelendirilen sermaye fraksiyonlarına öncelik verilmesi ve tekelci büyük burjuvazi ile olan devlet-TSK işbirliğinin derinleştirilmiş olmasıdır. NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip, bütçesinin en büyük kalemini silahlanma giderleri oluşturan, ihracat yetisi artan bir askerî-sınaî kompleks geliştirmiş ve tekelci burjuvazisinin sermaye ihracı çıkarlarını kollamaya kararlı olan bir rejimin saldırgan ve yayılmacı bir dış politika yürütmesi, eşyanın tabiatına uygun, doğal ve beklenen bir sonuçtur. Ayrıca AKP’nin iktidarını koruyabilmesi için böylesi bir politika uygulamaktan başka şansı kalmamıştır.
Değerlendirme hataları zinciri
Daha önceki sayılarda Türkiye’nin neoliberal dönüşümünü konu aldığımız yazılarda da vurguladığımız gibi, günümüzün AKP rejimi dış politikada da 20 Ocak 1980 kararlarının, 12 Eylül darbesinin, ardından gelen burjuva hükümetlerinin ve emperyalizmle işbirliğinin devamı, bu sürecin sürdürülebilirliğinin garantörüdür. Bu bağlamda AKP rejiminin en büyük başarısı ise, bu saldırgan ve yayılmacı dış politikaya Sünni mezhepçiliği, »ganimet paylaşımı« vaatleri ve milliyetçilik üzerinden toplumsal rıza sağlayabilmiş olmasıdır. Ancak buna rağmen fiyasko engellenememiştir. Bunun çeşitli nedenleri vardır.
En başında dünyadaki ve bölgedeki gelişmeleri değerlendirmede yapılan hatalar zincirini saymak gerekiyor, ki bunun AKP’nin de içinde olduğu Müslüman Kardeşler geleneğine özgü büyüklük kibri ile de bir bağlantısı bulunmaktadır.
Son dönemin Türk dış politikasına baktığımızda, karşımıza şöylesi bir tablo çıkmaktadır: Suriye politikası hüsranla sonuçlanmış; Kıbrıs, Yunanistan ve Ermenistan ile olan eski ihtilaflar derinleşmiştir. Güney Kürdistan haricinde Irak merkezi hükümeti, İran’daki Molla rejimi ve Mısır yönetimiyle gerilimler artmıştır. Filistin sorununda Türkiye’nin hiç bir etkisi kalmamıştır. İsrail, FKÖ ve Hamas AKP’ye güvenmemekte, stratejik partner olan ABD emperyalizmi Ortadoğu’da attığı adımlarda Türkiye’yi ikincil faktör olarak değerlendirmektedir. ABD’li Neoconların tuzağına düşerek Rus savaş uçağını düşüren ve en önemli doğal gaz tedarikçisi Rusya ile çözümü zor bir ihtilafa giren AKP rejimi, Rusya’nın etki alanı olan Kafkaslar ve Merkezi Asya’da tüm etkinliğini yitirmiştir. AB ile olan sürtüşme retoriği de işin cabasıdır.
Bunlara rağmen Erdoğan’ın dış politika danışmanı İbrahim Kalın »değerli yalnızlıktan« bahsedebilmektedir. Görüldüğü kadarıyla sağlanmış olan toplumsal destek AKP ideologlarının gözlerini kamaştırmakta, tüm gelişmeler ideolojik gözlükten bakılarak değerlendirilmektedir. Bir kaç örnek vermek gerekirse: AKP yönetimi Avrupa’daki merkez kapitalist ülkelerin içinde bulundukları iktisadî ve siyasî sorunlarını ve ABD emperyalizminin Ortadoğu’dan geri çekilmekte olmasını, Türkiye’nin bölgesel hegemonya kurabilmesi için bir fırsat olarak değerlendirme yanılgısına düşmüştür. İdeolojik bir yaklaşımla Osmanlı İmparatorluğu’nun geleneklerine bağlantı kurarak etki alanının genişletilebileceği kanısı, dış politik yönelimi belirlemiştir. Ancak bu yönelim, emperyalizmin bölgede oluşturduğu stratejik duvarlara toslamış, gerek ABD emperyalizmi, gerekse de AB’nin emperyalist güçleri Türkiye’nin kendilerine ne denli bağımlı olduğunu göstermişlerdir.
Diğer bir örnek: Kısa bir süre öncesine kadar AKP yönetimi Ortadoğu’daki gelişmelerin 1916 Sykes-Picot Antlaşması ile çizilen sınırların Türkiye’nin lehine yeniden düzenleneceğini savunuyor, hatta Kürt Özgürlük Hareketini sözde »barış süreciyle« ehlileştirebileceğini ve politikalarına eklemleyebileceğini düşünerek, Türkiye’nin »Kürtlerle beraber süper güç« olacağı, »uçacağı« hayalini kuruyordu. Ancak, ne bir ulus devletin çözülme aşamasında söz konusu olan masif kırılmalar ve kanlı ihtilafların cehennem etkileri dikkate alınıyordu, ne de Kürt Özgürlük Hareketinin »Sünni kardeşliği« demagojisine kanıp, ehlileşme niyeti vardı – dahası, Rojava bağlamında AKP rejimi salt Kürtler ile değil, diğer silahlı gruplar, DAİŞ çeteleri, Esad rejimi ve ABD emperyalizmi ile karşı karşıya kaldı.
Bunların yanı sıra AKP dünya çapında emperyalist güçler tarafından geliştirilen milliyetçi ve dinci kimlik politikalarının Türkiye gibi çok etnikli ve dinli coğrafyalardaki başarı şanslarını da yanlış okudu. Suudi ve Katar despotlarıyla girilen işbirliği çerçevesinde Sünni mezhepçiliğine ve muhafazakâr siyasetin geleneksel silahı olan Türk milliyetçiliğine vurgu yapılarak toplumsal kutuplaşmanın derinleştirilmesi, her ne kadar kısa vadede AKP rejiminin toplumsal desteğini konsolide etmiş olsa da, iç ve dış politikada olumsuz sonuçlara yol açtı: ülke içerisinde, başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere, toplumun en az yarısı AKP düşmanı hâline gelirken, toplumsal kutuplaşmanın yarattığı gerilimlerle bağlantılı olarak, rejimin ve dolayısıyla ulusal ve uluslararası tekellerin lehine olan sermaye birikimi koşullarının istikrarsızlaşma tehlikesi, stratejik partnerler ABD ve AB’nin eline dış politik baskı oluşturma fırsatlarını verdi.
Kısacası, AKP rejimi Avrupa’nın içinde bulunduğu krizlerin, ABD’nin orta ve uzun vadeli stratejik adımlarının, Irak ve Suriye’deki çözülme alametlerinin ve milliyetçi-mezhepçi politikaların olası sonuçlarını ve gözle görülebilen olumsuzlukları ile başa çıkma olanaklarını yanlış değerlendirdi. Sürekli koşulların kendi lehine geliştiğini ve reddedilemez bir biçimde »bölgesel güç« hâline geldiğini düşünen AKP rejimi, dış politikada peş peşe hatalar yaptı ve Müslüman Kardeşler kibrinin yol açtığı körlük, yapılan hataları düzeltme çabalarını da yeni hatalar olarak sonuçlandırdı.
Hasar sınırlama mı, çöküş süreci mi?
ABD ve Avrupa burjuva basınında yer alan yorumlar, emperyalist güçlerin AKP rejiminin farklı alanlarda köşeye sıkışmış ve kendilerine çok daha bağımlı duruma düştüğünü ve de bu nedenle »dış politikadaki işbirliğinin daha kolay şekillendirilebileceği« (F. Alman Siyaset ve Bilim Vakfı) değerlendirmesini yaptıklarına işaret ediyor. Rejimin F. Alman Parlamentosunda kabul edilen »Soykırım önergesi« veya »vize serbestisi« vaatlerinin askıya alınması bağlamında AB’ne yönelik sert retoriği veya Rojava ile ilgili olarak ABD’ye »kükreme« görüntüleri, kimseyi yanılgıya düşürmemeli: AKP rejimi her zamankinden daha yoğun olarak emperyalist güçlerle ilişkisini sürdürmek için çaba göstermektedir.
Ama burada da değerlendirme hataları yapılmaktadır: hem toplumsal desteğin betona döküldüğünü düşünerek, hem de Türkiye’nin vazgeçilmez jeostratejik konumunun iktidarını koruyacağını zannederek. Doğru, Türkiye enerji politikaları, Rusya’nın ekarte edilmesi, enerji çeşitliliği ve nakliyat yolları; Ortadoğu, Kafkaslar ve Merkez Asya piyasalarına, enerji ve hammadde kaynaklarına ulaşım sağlayan bir köprü ve nihâyetinde genç nüfusu ile hâlâ bakir bir pazar ve ucuz üretim mevkii olarak emperyalist güçler için vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Aynı zamanda Türkiye bir »cephe ülkesi« ve Ortadoğu’nun askerî açıdan kontrolü için stratejik karakol konumundadır. Emperyalist güçlerin, bu nedenle Türkiye’deki otoriterleşme süreciyle hiç bir sorunları yoktur. Ancak, işbirlikçilik hukukunun tanıdığı tüm esnekliğe rağmen, kendi başına buyruk davranmaya çalışarak güven derecesini düşüren ve dış politik hatalarıyla sorun yaratan bir rejimin, emperyalizmin bölgedeki stratejik çıkarlarını zedeleyen bir yola girmesine de uzun süre izin verilmeyecektir. AKP rejimi, zikzaklı Ortadoğu politikalarıyla kendi kendisini köşeye sıkıştırmıştır.
Diğer yandan toplumsal desteğin de son derece kırılgan olduğu unutulmamalıdır. Mezhepçilik ve milliyetçilik, sadaka politikaları ve borçlandırma  üzerinden hissedilen refah düzeyini artırmasıyla bağlantılı olarak rejimin toplumsal desteğini sağlamlaştırıyor gibi görünse de, hane başı borçlanmanın 150 milyar Doları aştığı ve gelirlerin yüzde 70’inin bankalarda kaldığı bir ortamda ortaya çıkabilecek en ufak ekonomik buhran dalgası, bu desteği çekirdek oran olan yüzde 25’lere anında düşürebilir.
Erdoğan ve mutlak kontrolü altına altığı partisinde büyüklük kibrinin yarattığı körlüğe ve rejimin kendisini en güçlü anında hissetmesine rağmen, bu tehlikelerin yarattığı bir korku da hakimdir. Korkuya gösterilen reaksiyon kendisini otoriterleşme ve saldırgan dış politika süreçlerinde ifade etmektedir. Rejim, emperyalist güçlerle uzlaşı ararken, hem tekelci burjuvazi, hem de devlet bürokrasisi dış politikada hasarın sınırlandırılması için yoğun çaba sarf etmektedir. Erdoğan’ın AB’ne yönelik sert retoriğinin peşinden hükümet kanadından »politikamız ve anlaşmalarımız değişmeyecek« yumuşamasının gelmesi, İran ile ilişkileri yeniden düzenleme isteği ve ABD’nin dayatmasıyla uzun süre desteklenen DAİŞ çetelerinin düşman ilân edilmesi, bununla birlikte yabancı yatırımcılara yönelik »güven tazeleme« uğraşları ve hükümetin resmen »AB haricinde iktisadî alternatifimiz yok« açıklaması, AKP rejiminin tekelci burjuvazinin itelemesiyle emperyalizme sunduğu uzlaşı önerileridir.
Şüphesiz başkanlık dayatması, teokratik-faşist diktatörlük aracılığıyla iktidarı koruma çabasıdır. Halihazırda ne Türkiye tekelci burjuvazisi, ne de emperyalist güçler buna itiraz etmektedirler. Kapitalist sömürü koşulları, neoliberal dönüşümün sürdürülebilirliği devam ettiği ve emperyalist çıkarlar rejim tarafından kollandığı müddetçe de olmayacaktır. Zaten AKP rejimi de dış politikada her an dönüşler yapabilecek esneklikte olduğunu göstererek, stratejik zorunluluklara uyacağını kanıtlamaya çalışmaktadır.
Ama tüm bunlar, teokratik-faşist diktatörlük kurma çabaları, Ergenekoncu, militarist, faşist ve ulusalcı güçler ve bunların temsil ettiği sermaye kesimleriyle girilen ittifak ve emperyalist güçlerin devam eden desteği, şu an gücünün zirvesinde olan AKP rejiminin bir çöküş sürecine girdiği gerçeğini değiştirmemektedir. Şüphesiz çöküş sürecinin tetikçisi Kürt Özgürlük Hareketinin direnişi ve dört parçasıyla Kürdistan’daki gelişmelerdir. Ancak, birbirlerinden bağlantısız olsalar da, yurt çapında farklı alanlarda oluşan direniş odakları, keskinleşen sınıf çelişkileri ve Türkiye işçi sınıfının devrimci güçlerinin verdiği mücadele, bu çöküş sürecini hızlandırabilir. Bunun ön koşulu ise, Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri, barış ve demokrasi güçleri ve Kürt Özgürlük Hareketinin ezilen ve sömürülenlerin ortak çıkarları temelinde ortak mücadelesini örmektir.

***