Türkiye’nin zikzaklı Ortadoğu
politikalarının arka planı üzerine
Türkiye’nin dış politikasını yakından
izleyenler, köşe taşları »stratejik derinlik«, »sıfır sorun politikası«,
»değerli yalnızlık« ve nihâyetinde »hasar sınırlama« olarak
nitelendirilebilecek dış politika sürecinin fiyasko ile sonuçlandığı konusunda
hemfikirler. Kimi liberal ve sol-liberal kesimler ile – bilhassa Suriye’deki
son gelişmeler çerçevesinde – Kürt milliyetçileri ise, AKP’den »kurtulma«
ümitlerini, rejimin ihtilaflı olma görüntüsünü verdiği ABD ve AB
emperyalizmlerine bağlamış durumdalar – sanki emperyalizmin kucağında temel bir
değişim olacakmış gibi.
Liberal lafazanlıkları ve küçük burjuva
safsatasını bir yana bırakalım - »Büyük Ortadoğu Projesi« çerçevesinde
başlatılan, hatta projenin »Eş başkanlığını« hedefleyen iddialı Türk dış
politikasının zikzaklı bir süreç sonunda fiyasko ile sonuçlandığına ve AKP
rejiminin 2013 ortasından bu yana genellikle reaktif, ama temelde oluşan
iktisadî ve siyasî hasarı sınırlamayı hedefleyen bir trende oturduğu görüşüne
biz de katılıyoruz. Bu tespitin arka planını analitik bir bakış açısıyla
irdelemek, AKP rejiminin dış politik serüveninin bundan sonra nasıl bir yön
izleyeceğini ve olası sonuçlarını tahmin edebilmek için yardımcı olacaktır.
Ancak bunu yapmadan önce kimi devrimci ve
sosyalist kesim arasında da sorgulanmadan kabul gören bir görüşü efsaneler
diyarına göndermek gerekiyor. Sadece AKP hükümetleri dönemine bakışı temel alan
bu görüşü, »Türk dış politikasını, farklı sermaye temsilcilerinin oluşturduğu
bir koalisyon olarak kurulan, ama şimdi ›tek lider‹ yönetimindeki AKP gibi bir
siyasî formasyon belirliyor« tespitiyle özetleyebiliriz. Birincisi: bu tespit
yanlıştır. İkincisi: bu tespitten yapılan, »AKP’ye karşı CHP ve devletteki
diğer laik güçlerle ittifaka girmek gereklidir« çıkarsaması da yanlıştır. Sadece
AKP ve CHP parti programlarının dış politika bölümlerinin bir karşılaştırması
dahi, her iki formasyonun da aynı dış politik hedefleri güttüklerini, yani
sermaye çıkarlarını kollayan bir politika hedeflediklerini kanıtlamaktadır.
Dış politik yönelimin temeli
AKP öncesinde atılmıştır
Günümüzde »Yeni Osmanlıcılık« olarak
tanımlanan ve Ortadoğu’da hegemonik bölgesel güç olma hedefine odaklanmış olan
Türk dış politikası, AKP’nin bir icadı değildir ve temelleri, sosyalist
dünyadaki karşıdevrimin hemen ertesinde atılmıştır. Aynı zamanda »Yeni Amerikan
Yüzyılı« ve »Yakın ve Orta Doğu’nun yeniden düzenlenmesi« stratejileriyle
doğrudan iniltilidir. 2000’lerde belirginleşen yönelimler ise doğrudan Türkiye
tekelci burjuvazisinin sermaye ihracı gereksinimleri ve askerî-sınaî kompleksin
gelişimi ile bağlantılıdır.
Hafızamızı tazelemek için iki alıntı
yapalım: Dünya siyasetindeki masif kırılmalar nedeniyle literatürde »En uzun on
yıl« olarak anılan 1990’lı yıllar, TSK’nin değişen Türk dış politikasında
üstleneceği »önemli görevler« için o döneme kadar görülmemiş bir modernizasyon
ivmesi kazandığı yıllar olmuştur. Bilhassa »asimetrik savaş yöntemlerinde
deneyim kazandıran« ve Kürt halkına karşı geliştirilen kirli savaşın damgasını
vurduğu 1992-1994 sürecini bu kapsamda anmak gerekiyor. Nitekim 1997’ye
gelindiğinde modernizasyon ve elde edilen »askerî deneyimler« TSK’ne ve
dolayısıyla Türkiye egemen sınıflarına öylesine bir özgüven kazandırmıştı ki,
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı 1997 Kasım’ında yayınladığı »Açık Denizlere Doğru« başlıklı strateji belgesinde şu tespiti
yapıyordu: Ege Denizi, Karadeniz ve
Akdeniz’in Türkiye için yaşamsal önemi bulunmaktadır. Hazar Denizi, İran
Körfezi, Kızıldeniz ile Cebelitarık Boğazı’nın Atlantik yakınlaşma suları, Türk
Silahlı Kuvvetlerinin ilgi alanındadır. (...) Bu tespit, anavatan üssünden çok
uzaklarda lojistik destek sağlayabilen ve vurucu gücü yüksek Deniz Kuvvetlerini
gerekli kılmaktadır.«
Aynı şekilde emekli general Çevik Bir, 28
Kasım 1999’da F. Almanya’da yaptığı bir konuşmasında şunları vurguluyordu: »Gelecek yüzyılın dünya enerji rezervleri
Avrasya’dadır. Bu nedenle Avrasya’da farklı senaryolar denenmektedir. Türkiye
şimdi bütün bu senaryolar içerisinde başat rol oynayacak duruma erişmiştir.
Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında kitle imha silahları, terörizm, uyuşturucu
ticareti ve az gelişmiş ekonomiler gibi rizikoların yeni tehdit potansiyeli
olarak yoğunlaştığı bir bölgenin merkezinde durmaktadır. Türkiye, bu yeni
tehdit potansiyelleri bağlamında Batı’nın cephe ülkesidir. Bu bölgede Türkiye
olmaksızın istikrarı sağlamak olanaklı değildir.«
Bu tespit ve vurgular, Türkiye tekelci
burjuvazisinin çıkarları ve emperyalist çıkarlar temelinde 1990’larda temeli
atılan Türk dış politikasını tanımlıyor ve gerçekleştirilmesi için de ABD ve F.
Alman emperyalizmlerinin büyük desteğiyle Türk askerî-sınaî kompleksi
geliştiriliyordu. Bir dönemler ABD ordusunun çürüğe çıkan silah, araç ve
gereçlerine muhtaç bırakılan Türkiye, 2016’nın ilk iki ayında toplam 255,9
milyon Dolar savunma (!) ve havacılık ihracatı yapan, 7 adet havada yakıt
ikmali yapabilen ve bir F-16 savaş uçağının 3 tonluk yakıt deposunu üç dakikada
doldurabilen Boeing KC-135 uçaklarına, »Kuzey« isimli AWACS uçağına, dünya
denizlerinde ve çeşitli ülkelerde operasyonlar gerçekleştiren silahlı kuvvetlere
sahip bir ülke konumuna geldi. »Milli Savunma« olarak nitelendirilen
askerî-sınaî kompleks, Savunma Sanayii Müsteşarlığı (SSM) yönetiminde büyük
ölçüde devlet kontrolü altında olmasına rağmen, özellikle AKP döneminde tekelci
burjuvaziye açıldı. SSM halihazırda toplam 416 silahlanma projesini
yönetmektedir. Bunların 233’ü toplam 85,5 milyar TL bedel ile sözleşmeye
bağlanmış durumdadır.
ATAK saldırı helikopterleri, ALTAY Milli
Ana Muharebe Tankı, MİLGEM savaş gemileri, yeni tip karakol botları ve denizaltıları,
yüksek teknoloji elektronik yazılımı, silahlı-silahsız İHA’lar, roketler, enva
ü çeşit mermi ve hafif silahlar gibi, lisanlı ve yerli silahlanma ürünleri
üretip, ihraç eden askerî-sınaî kompleksin ana gövdesini, ASELSAN, TUSAŞ,
ROKETSAN, HAVELSAN, İŞBİR, ASPİLSAN gibi 14 silah tekeline doğrudan veya
dolaylı sahip olan ve dünyanın en büyük »Uluslararası Savunma Sanayii
Fuarlarından« İDEF’in sahibi »TSK Güçlendirme Vakfı« oluşturmaktadır. Ancak
gerek bu vakıf, gerekse de OYAK A.Ş. üzerinden yürütülen işbirliği ile ulusal
ve uluslararası tekeller »Milli Savunmaya« dahil edilmektedirler. SSM’nın
verilerine göre »Milli Savunma Sanayii« 13 askerî fabrika, tersane ve bakım
merkezi, 16 KİT, 41 ulusal ve 11 uluslararası tekelden oluşmaktadır.
Askerî-sınaî kompleks açısından günümüzün
dikkate değer en önemli iki özelliği, Bayraktar Holding gibi »İslamcı sermaye«
olarak nitelendirilen sermaye fraksiyonlarına öncelik verilmesi ve tekelci
büyük burjuvazi ile olan devlet-TSK işbirliğinin derinleştirilmiş olmasıdır.
NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip, bütçesinin en büyük kalemini silahlanma
giderleri oluşturan, ihracat yetisi artan bir askerî-sınaî kompleks geliştirmiş
ve tekelci burjuvazisinin sermaye ihracı çıkarlarını kollamaya kararlı olan bir
rejimin saldırgan ve yayılmacı bir dış politika yürütmesi, eşyanın tabiatına
uygun, doğal ve beklenen bir sonuçtur. Ayrıca AKP’nin iktidarını koruyabilmesi
için böylesi bir politika uygulamaktan başka şansı kalmamıştır.
Değerlendirme hataları
zinciri
Daha önceki sayılarda Türkiye’nin
neoliberal dönüşümünü konu aldığımız yazılarda da vurguladığımız gibi,
günümüzün AKP rejimi dış politikada da 20 Ocak 1980 kararlarının, 12 Eylül
darbesinin, ardından gelen burjuva hükümetlerinin ve emperyalizmle işbirliğinin
devamı, bu sürecin sürdürülebilirliğinin garantörüdür. Bu bağlamda AKP
rejiminin en büyük başarısı ise, bu saldırgan ve yayılmacı dış politikaya Sünni
mezhepçiliği, »ganimet paylaşımı« vaatleri ve milliyetçilik üzerinden toplumsal
rıza sağlayabilmiş olmasıdır. Ancak buna rağmen fiyasko engellenememiştir.
Bunun çeşitli nedenleri vardır.
En başında dünyadaki ve bölgedeki
gelişmeleri değerlendirmede yapılan hatalar zincirini saymak gerekiyor, ki
bunun AKP’nin de içinde olduğu Müslüman Kardeşler geleneğine özgü büyüklük
kibri ile de bir bağlantısı bulunmaktadır.
Son dönemin Türk dış politikasına
baktığımızda, karşımıza şöylesi bir tablo çıkmaktadır: Suriye politikası hüsranla
sonuçlanmış; Kıbrıs, Yunanistan ve Ermenistan ile olan eski ihtilaflar
derinleşmiştir. Güney Kürdistan haricinde Irak merkezi hükümeti, İran’daki
Molla rejimi ve Mısır yönetimiyle gerilimler artmıştır. Filistin sorununda
Türkiye’nin hiç bir etkisi kalmamıştır. İsrail, FKÖ ve Hamas AKP’ye
güvenmemekte, stratejik partner olan ABD emperyalizmi Ortadoğu’da attığı
adımlarda Türkiye’yi ikincil faktör olarak değerlendirmektedir. ABD’li
Neoconların tuzağına düşerek Rus savaş uçağını düşüren ve en önemli doğal gaz
tedarikçisi Rusya ile çözümü zor bir ihtilafa giren AKP rejimi, Rusya’nın etki
alanı olan Kafkaslar ve Merkezi Asya’da tüm etkinliğini yitirmiştir. AB ile
olan sürtüşme retoriği de işin cabasıdır.
Bunlara rağmen Erdoğan’ın dış politika
danışmanı İbrahim Kalın »değerli yalnızlıktan« bahsedebilmektedir. Görüldüğü
kadarıyla sağlanmış olan toplumsal destek AKP ideologlarının gözlerini
kamaştırmakta, tüm gelişmeler ideolojik gözlükten bakılarak
değerlendirilmektedir. Bir kaç örnek vermek gerekirse: AKP yönetimi Avrupa’daki
merkez kapitalist ülkelerin içinde bulundukları iktisadî ve siyasî sorunlarını
ve ABD emperyalizminin Ortadoğu’dan geri çekilmekte olmasını, Türkiye’nin
bölgesel hegemonya kurabilmesi için bir fırsat olarak değerlendirme yanılgısına
düşmüştür. İdeolojik bir yaklaşımla Osmanlı İmparatorluğu’nun geleneklerine
bağlantı kurarak etki alanının genişletilebileceği kanısı, dış politik yönelimi
belirlemiştir. Ancak bu yönelim, emperyalizmin bölgede oluşturduğu stratejik
duvarlara toslamış, gerek ABD emperyalizmi, gerekse de AB’nin emperyalist
güçleri Türkiye’nin kendilerine ne denli bağımlı olduğunu göstermişlerdir.
Diğer bir örnek: Kısa bir süre öncesine
kadar AKP yönetimi Ortadoğu’daki gelişmelerin 1916 Sykes-Picot Antlaşması ile
çizilen sınırların Türkiye’nin lehine yeniden düzenleneceğini savunuyor, hatta
Kürt Özgürlük Hareketini sözde »barış süreciyle« ehlileştirebileceğini ve
politikalarına eklemleyebileceğini düşünerek, Türkiye’nin »Kürtlerle beraber
süper güç« olacağı, »uçacağı« hayalini kuruyordu. Ancak, ne bir ulus devletin
çözülme aşamasında söz konusu olan masif kırılmalar ve kanlı ihtilafların
cehennem etkileri dikkate alınıyordu, ne de Kürt Özgürlük Hareketinin »Sünni
kardeşliği« demagojisine kanıp, ehlileşme niyeti vardı – dahası, Rojava
bağlamında AKP rejimi salt Kürtler ile değil, diğer silahlı gruplar, DAİŞ
çeteleri, Esad rejimi ve ABD emperyalizmi ile karşı karşıya kaldı.
Bunların yanı sıra AKP dünya çapında
emperyalist güçler tarafından geliştirilen milliyetçi ve dinci kimlik politikalarının
Türkiye gibi çok etnikli ve dinli coğrafyalardaki başarı şanslarını da yanlış
okudu. Suudi ve Katar despotlarıyla girilen işbirliği çerçevesinde Sünni
mezhepçiliğine ve muhafazakâr siyasetin geleneksel silahı olan Türk
milliyetçiliğine vurgu yapılarak toplumsal kutuplaşmanın derinleştirilmesi, her
ne kadar kısa vadede AKP rejiminin toplumsal desteğini konsolide etmiş olsa da,
iç ve dış politikada olumsuz sonuçlara yol açtı: ülke içerisinde, başta Kürtler
ve Aleviler olmak üzere, toplumun en az yarısı AKP düşmanı hâline gelirken,
toplumsal kutuplaşmanın yarattığı gerilimlerle bağlantılı olarak, rejimin ve
dolayısıyla ulusal ve uluslararası tekellerin lehine olan sermaye birikimi
koşullarının istikrarsızlaşma tehlikesi, stratejik partnerler ABD ve AB’nin
eline dış politik baskı oluşturma fırsatlarını verdi.
Kısacası, AKP rejimi Avrupa’nın içinde
bulunduğu krizlerin, ABD’nin orta ve uzun vadeli stratejik adımlarının, Irak ve
Suriye’deki çözülme alametlerinin ve milliyetçi-mezhepçi politikaların olası sonuçlarını
ve gözle görülebilen olumsuzlukları ile başa çıkma olanaklarını yanlış
değerlendirdi. Sürekli koşulların kendi lehine geliştiğini ve reddedilemez bir
biçimde »bölgesel güç« hâline geldiğini düşünen AKP rejimi, dış politikada peş
peşe hatalar yaptı ve Müslüman Kardeşler kibrinin yol açtığı körlük, yapılan
hataları düzeltme çabalarını da yeni hatalar olarak sonuçlandırdı.
Hasar sınırlama mı, çöküş
süreci mi?
ABD ve Avrupa burjuva basınında yer alan
yorumlar, emperyalist güçlerin AKP rejiminin farklı alanlarda köşeye sıkışmış
ve kendilerine çok daha bağımlı duruma düştüğünü ve de bu nedenle »dış
politikadaki işbirliğinin daha kolay şekillendirilebileceği« (F. Alman Siyaset
ve Bilim Vakfı) değerlendirmesini yaptıklarına işaret ediyor. Rejimin F. Alman
Parlamentosunda kabul edilen »Soykırım önergesi« veya »vize serbestisi«
vaatlerinin askıya alınması bağlamında AB’ne yönelik sert retoriği veya Rojava
ile ilgili olarak ABD’ye »kükreme« görüntüleri, kimseyi yanılgıya düşürmemeli:
AKP rejimi her zamankinden daha yoğun olarak emperyalist güçlerle ilişkisini
sürdürmek için çaba göstermektedir.
Ama burada da değerlendirme hataları
yapılmaktadır: hem toplumsal desteğin betona döküldüğünü düşünerek, hem de
Türkiye’nin vazgeçilmez jeostratejik konumunun iktidarını koruyacağını
zannederek. Doğru, Türkiye enerji politikaları, Rusya’nın ekarte edilmesi,
enerji çeşitliliği ve nakliyat yolları; Ortadoğu, Kafkaslar ve Merkez Asya
piyasalarına, enerji ve hammadde kaynaklarına ulaşım sağlayan bir köprü ve
nihâyetinde genç nüfusu ile hâlâ bakir bir pazar ve ucuz üretim mevkii olarak
emperyalist güçler için vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Aynı zamanda Türkiye
bir »cephe ülkesi« ve Ortadoğu’nun askerî açıdan kontrolü için stratejik
karakol konumundadır. Emperyalist güçlerin, bu nedenle Türkiye’deki
otoriterleşme süreciyle hiç bir sorunları yoktur. Ancak, işbirlikçilik
hukukunun tanıdığı tüm esnekliğe rağmen, kendi başına buyruk davranmaya
çalışarak güven derecesini düşüren ve dış politik hatalarıyla sorun yaratan bir
rejimin, emperyalizmin bölgedeki stratejik çıkarlarını zedeleyen bir yola
girmesine de uzun süre izin verilmeyecektir. AKP rejimi, zikzaklı Ortadoğu
politikalarıyla kendi kendisini köşeye sıkıştırmıştır.
Diğer yandan toplumsal desteğin de son
derece kırılgan olduğu unutulmamalıdır. Mezhepçilik ve milliyetçilik, sadaka
politikaları ve borçlandırma üzerinden
hissedilen refah düzeyini artırmasıyla bağlantılı olarak rejimin toplumsal
desteğini sağlamlaştırıyor gibi görünse de, hane başı borçlanmanın 150 milyar
Doları aştığı ve gelirlerin yüzde 70’inin bankalarda kaldığı bir ortamda ortaya
çıkabilecek en ufak ekonomik buhran dalgası, bu desteği çekirdek oran olan
yüzde 25’lere anında düşürebilir.
Erdoğan ve mutlak kontrolü altına altığı
partisinde büyüklük kibrinin yarattığı körlüğe ve rejimin kendisini en güçlü
anında hissetmesine rağmen, bu tehlikelerin yarattığı bir korku da hakimdir.
Korkuya gösterilen reaksiyon kendisini otoriterleşme ve saldırgan dış politika
süreçlerinde ifade etmektedir. Rejim, emperyalist güçlerle uzlaşı ararken, hem
tekelci burjuvazi, hem de devlet bürokrasisi dış politikada hasarın
sınırlandırılması için yoğun çaba sarf etmektedir. Erdoğan’ın AB’ne yönelik
sert retoriğinin peşinden hükümet kanadından »politikamız ve anlaşmalarımız
değişmeyecek« yumuşamasının gelmesi, İran ile ilişkileri yeniden düzenleme
isteği ve ABD’nin dayatmasıyla uzun süre desteklenen DAİŞ çetelerinin düşman
ilân edilmesi, bununla birlikte yabancı yatırımcılara yönelik »güven tazeleme«
uğraşları ve hükümetin resmen »AB haricinde iktisadî alternatifimiz yok«
açıklaması, AKP rejiminin tekelci burjuvazinin itelemesiyle emperyalizme
sunduğu uzlaşı önerileridir.
Şüphesiz başkanlık dayatması,
teokratik-faşist diktatörlük aracılığıyla iktidarı koruma çabasıdır.
Halihazırda ne Türkiye tekelci burjuvazisi, ne de emperyalist güçler buna
itiraz etmektedirler. Kapitalist sömürü koşulları, neoliberal dönüşümün
sürdürülebilirliği devam ettiği ve emperyalist çıkarlar rejim tarafından
kollandığı müddetçe de olmayacaktır. Zaten AKP rejimi de dış politikada her an
dönüşler yapabilecek esneklikte olduğunu göstererek, stratejik zorunluluklara
uyacağını kanıtlamaya çalışmaktadır.
Ama tüm bunlar, teokratik-faşist
diktatörlük kurma çabaları, Ergenekoncu, militarist, faşist ve ulusalcı güçler
ve bunların temsil ettiği sermaye kesimleriyle girilen ittifak ve emperyalist
güçlerin devam eden desteği, şu an gücünün zirvesinde olan AKP rejiminin bir
çöküş sürecine girdiği gerçeğini değiştirmemektedir. Şüphesiz çöküş sürecinin
tetikçisi Kürt Özgürlük Hareketinin direnişi ve dört parçasıyla Kürdistan’daki
gelişmelerdir. Ancak, birbirlerinden bağlantısız olsalar da, yurt çapında
farklı alanlarda oluşan direniş odakları, keskinleşen sınıf çelişkileri ve
Türkiye işçi sınıfının devrimci güçlerinin verdiği mücadele, bu çöküş sürecini
hızlandırabilir. Bunun ön koşulu ise, Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri,
barış ve demokrasi güçleri ve Kürt Özgürlük Hareketinin ezilen ve
sömürülenlerin ortak çıkarları temelinde ortak mücadelesini örmektir.
***