Tüm öngörüler yanlış çıktı. Bu
satırların yazarı da beklentisinde yanıldı. Anketler Hillary Clinton’un
kazanacağını öngörüyordu ve »şeytanlaştırılmış« Donald Trump’ın şansı
olmadığını iddia ediyorlardı. Ancak, nasıl Brexit kararı konusunda öngörülenin
tersi olduysa, ABD başkanlık seçimlerinde de Clinton yerine Trump seçildi.
Seçimin hemen sonrasında ise gene bazı iddialar ileri sürülmekte: »kızgın beyaz
işçi sınıfı faşizmi seçti«; »eğitimsiz kesimler ABD’nin ve dolayısıyla dünyanın
geleceğini tehlikeye attılar«; »dünya şokta«, »ABD’ne artık güvenilemeyecek«
vs. Bu iddiaların ve tespitlerin de yanılgı olduklarını söylemek mümkün. En
başta, »kızgın beyaz işçi sınıfının faşizmi seçmiş« olduğu iddiasının, 1933
Almanya’sı için ileri sürülenlerde olduğu gibi, bir efsaneden ibaret olduğunu
vurgulamak gerekiyor. Faşizm her zaman güçlü olanlara karşı çıkmak yerine, kriz
dönemlerinde daha yoksul olanlara tekme atan küçük burjuva orta katmanlar
tarafından taşınır. Yoksullaşma korkuları, refah şovenizmi ve toplumsal
bölünmedir, küçük burjuva orta katmanları ırkçılaştıran, faşistleştiren ve
ayrımcı söylemlerin peşinden gitmesini sağlayan. ABD başkanlık seçimleri
sonuçları Trump’ın en fazla oyu gelir düzeyi ortalamanın üzerinde olan
kesimlerden aldığını gösteriyor. Yoksullar, düşük gelirlilerden değil. Bu
gerçek, işçi sınıfının »faşizmi seçtiği« iddiasını baştan çürütüyor.
Trump bilhassa Wisconsin, Michigan,
Pennsylvania ve Ohio gibi alt yapı yatırımlarının azaldığı, ücretler üzerindeki
baskının arttığı, merkezi hükümete güvenin azaldığı ve fabrikalardaki iyi
gelirli çekirdek kadronun kredilerini ödeyememe ve yoksullaşma korkusunu yaygın
olarak yaşadıkları eyaletlerdeki işçi ve hizmetlilerin oylarını topladı. Sekiz
yıl önce Barack Obama’yı seçen kesimler, bu sefer Clinton’a değil Trump’a oy
verdiler. Aynı sekiz yıl önce olduğu gibi, oylarını değişim istemi ile
kullandılar. Her ne kadar Trump kitlelerin güvenine yeterince sahip olmasa da,
statükoyu ve nefret uyandıran iktidar güçlerini temsil eden Clinton’a tercih
edildi. Kitleler, bilhassa beyaz ABD’liler işsizliğin azaldığını ve sağlık
sigortası reformunun yapılabildiğini görüyorlar, ama bunların düşük ücretli
işlerin yaygınlaştırılması ve sağlık sigortası primlerinin pahalılaştırılarak,
sırtlarına yüklenmesi pahasına yapıldığına inanıyorlar. Sağlık sigortası
primlerinin rekor seviyelere ulaşması, üniversite harçları ve konut
kredilerinin yükünün olağanüstü ağırlaşması, ABD işçi sınıfının ortalama 50 –
100 bin Dolar gelire sahip olan kesimlerinde ciddî travmalara yol açtı.
Statükonun temsilcisi olarak gördükleri Clinton’un giderek inandırıcılığı
yitirmesi, Bernie Sanders’in mobilize ettiği sola yatkın seçmenlerin baskısıyla
seçim propagandasına »sosyal içerik« katmasının güven kazandırmaması ve
Trump’ın »Amerika’yı yeniden güçlü yapalım« sloganına etkin bir karşılık
verememesi, zamanında Obama’ya oy veren seçmenlerin önemli bir bölümünü
kaybetmesine neden oldu. Sonuçta Trump merkezî hükümetin politikalarından
rahatsız olan, ama şimdiye kadar oy kullanmayarak protestolarını ifade eden
kesimleri de mobilize etti ve Britanya’da Brexit lehine oy verenler veya F.
Almanya’da sağ popülist partilere seçenler gibi, egemen bloka »tokat« atma
fırsatını görenlerin oylarını da kazanabildi.
Trump’ı seçen kesimlerin, özellikle işçi
sınıfının çeşitli katmanlarının kendilerine zarar vermiş oldukları çok açık.
Ancak, Trump’ın seçim kampanyasında yaptığı konuşmalardan farklı davranacağını,
Kongre ve Senato’daki çoğunluğu arkasına alarak bilhassa altyapı yatırımları
artırarak yurtiçi konjonktür motoruna ivme kazandırması ve çoğunluğun
reddettiği KHK’ları geçersiz kılması ile kendisini seçenlerin gönlünü hoş
tutacağı şimdiden söylenebilir. Bununla birlikte özellikle uluslararası siyaset
arenasında seçeceği rotanın belirsizliğinin, NATO müttefikleri arasında ve
bilhassa AB’nin emperyalist güçlerinde kaygıları arttıracağını da görmek
gerekiyor. O açıdan Trump’ın beklentilerin tersine ABD başkanı seçilmesinin,
Brexit’ten sonra AB’nin emperyalist heveslerine vurulan ikinci bir darbe
anlamına geldiğini vurgulamak yanlış olmayacak. Öyle ya da böyle; henüz
Trump’ın başkanlığı altındaki ABD’nin nasıl bir dış politika izleyeceğini zaman
gösterecek.
Peki ama, Trump’ın seçilemeyeceğini
öngören anketlerin böylesine iddialı olmasının ardında yatan neden neydi? Neden
ABD egemen bloğu, Cumhuriyetçi Trump yerine, Demokrat Partili Hillary Clinton’u
önceliyordu? ABD sermaye fraksiyonları ve bunların temsilcileri olan iki siyasî
parti içerisinde başlayan değişim sürecinin arka planında ne yatıyor? Dış
politikada ABD emperyalizminin – Rusya’ya karşı olduğu gibi – geleneksel
yaklaşımlarını reddederek ABD’lilerin sempatisini toplayan Trump’ın başkanlığı
bu arka plan açısından hangi anlamı taşıyor? Bu soruların yanıtları, her ne
kadar hepsi bu yazıda yanıtlanamasa da, antiemperyalist mücadele açısından
değerli ipuçları verecektir.
»Liberal müdahaleciler« -
Neocon ortaklığı
ABD emperyalizminin en gerici ve en saldırgan
kesimi olan Neoconlar, H. Clinton’u »birleştirici« olarak gören bir strateji
değişikliğine gittiler. Bunu, »Center for a New American Security«(Yeni
Amerikan Güvenliği Merkezi) adlı düşünce kuruluşunun yayınladığı bir rapordan
(»Extending American Power«) okumak olanaklı. Raporun en önemli özelliği, Demokrat
Parti içerisinde militarist ve müdahaleci çizgiyi savunan »liberal
müdahaleciler« ile Cumhuriyetçi Partinin şahinleri olan Neoconlar tarafından
ortaklaşa kaleme alınmış olmasıdır.
İki kanadın böylesine yakınlaşmasını
sağlayan en önemli nedenin, Barack Obama’nın zikzaklı dış politikası olduğunu
söylemek mümkün. Gerçi Obama Afganistan ve Irak’ta askerî angajmanı devam
ettirerek sorunların derinleşmesinin, Doğu Afrika, Pakistan ve Yemen’de İHA
saldırıları ile binlerce sivilin öldürülmesinin ve Rusya ve Çin’e yönelik
provokasyonlarla savaş tehdidinin artmasının baş sorumlusu. Ancak, gene de
başında bulunduğu hükümet içerisindeki militarist kesimin etkisini azaltan bir
başkan oldu. Örneğin Libya ve Suriye’de ABD ordusunun kara müdahalesini
engelledi, İran ile nükleer uzlaşının önünü açtı ve Ukrayna’daki karşı devrimci
faşist güçlere ağır silahların verilmesini reddetti. Dış politikada bir çok
kararı, kendisine yakın olan danışmanlarından oluşan küçük bir ekiple alarak,
zamanın Dışişleri Bakanı olan H. Clinton’u ve ekibini önemli ölçüde dışladı, H.
Clinton’un daha tehditkâr ve daha saldırgan çizgisini engelledi.
Obama’nın dışlayıcı yönetiminin yol açtığı
hayal kırıklığı ve ABD hükümeti içerisinde azalan etkinlikleri, »liberal
müdahalecileri« Neoconlara yakınlaştırmaktaydı. Diğer taraftan Trump’ın
adaylığı, Neoconların »liberal müdahalecilere« yakınlaşmalarını tetikledi.
Çünkü, her ne kadar H. Clinton ve Trump arasında ABD emperyalizminin öncülüğü
konusunda pek fark olmasa da, korkuyu ve nefreti körükleyen Trump’ın dış
politikada öngörülemez, kontrol edilemez ve güvenilemez bir siyasetçi olduğu
kanısı Neoconlar arasında egemen görüş hâline geldi. H. Clinton’a ise,
Dışişleri Bakanı olarak izlediği çizgi nedeniyle daha çok güven duymaya
başladılar.
Dünyanın ABD hegemonyası altında
biçimlendirilmesini, ABD sermayesine yarayan serbest ticaret bölgeleri
kurulmasını ve ABD karşıtı olan veya olma potansiyeli taşıyan tüm güçlerin yok
edilmesini aynı şekilde savunan Neoconlar ve »liberal müdahaleciler« arasındaki
farklılıkları göstermek pek kolay değil. Çünkü iki taraf da hedeflerini
gerçekleştirmek için militarist saldırganlığı öncelemektedirler. Aralarındaki
en önemli fark BM ve NATO gibi kurumların değerlendirilmesinde yatıyor.
»Liberal müdahaleciler«, ABD’nin müdahale savaşlarına belirli bir meşruiyet
kazandırabilmek amacıyla, planlarını geliştirmeyi ve uygulamayı olanaklı
olduğunca BM ve NATO ile işbirliğinde gerçekleştirmek isterlerken, Neoconlar
ABD’nin askerî gücünün yeterince meşruiyet sağladığını ve ABD’nin zorunlu olmadıkça
BM gibi uluslararası kurumlarla işbirliğinde hareket etmesinin gerekli
olmadığını savunuyorlar.
İşin ilginç tarafı, Neoconlar ile »liberal
müdahaleciler« arasındaki bu ufak farkın dahi silikleşiyor olmasıdır.
Neoconların önemli isimlerinden, »Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi« PNAC’in
mimarlarından, Cumhuriyetçi başkan adayları John McCain ve Mitt Romney’in baş
danışmanı olan Robert Kagan gibi Neoconlar artık kendilerine »liberal
müdahaleci« denmesinden bile rahatsız olmuyorlar. »Liberal« tanımının, »Yeni
Muhafazakâr« olarak Türkçeye çevrilebilecek Neocon tanımlamasından daha az
»sorun« çıkartıyor olması işlerine gelen ABD şahinleri, Demokrat Partili
akıldaşları ile birlikte H. Clinton’un öncü rolünü kabul ederek, güçlü bir
koalisyon oluşturdular.
Küresel strateji raporu:
»Extending American Power«
»Liberal müdahaleciler« ve Neoconların
birlikte kaleme aldıkları yaklaşık yirmi sayfalık belge, ABD devlet aklına
dayanan ve serbest ticaret antlaşmalarından sayısız askerî müdahaleye kadar çok
çeşitli militarist ve neoliberal önerilerle dolu olan bir küresel strateji
raporu. Dünyanın, ABD’nin öncü rolünün zayıfladığı bir dönemde »daha kaotik ve
daha tehlikeli bir yere« dönüştüğü iddia edilen raporda, »muzaffer dünya
düzeninin« Rusya, Çin, terörist örgütler, siber suçlar ve iktisadî değişimler
tarafından tehdit edildiğini öne sürüyor ve bu »tehditlere« karşı ABD’nin
»askerî gücünü daha etkin kullanmasını« talep ediyor.
Ancak raporda bu taleplere değinilmeden
önce, ABD hegemonyasının korunmasına yönelik dört »temel ilke« sıralanıyor, ki
bunlar farklı sermaye kesimleri arasındaki çelişkilerin – şimdilik – üstünün
örtüldüğüne işaret ediyor. Bu »temel ilkeler« şöyle:
»1.) Amerikan gücünün ve uluslararası düzen için en
büyük tehditlerin bulunduğu ve, ya yeni yaklaşımların, ya da önceden denenmiş
eski yaklaşımların daha tutarlı bir biçimde uygulanması gereken bölgeler olan
Asya, Avrupa ve genişletilmiş Ortadoğu’daki ABD yönetim yetisinin
geliştirilmesi gerekmektedir.
2.) Bunun için en ivedi adımlardan bir tanesi
ulusal güvenlik ve savunma giderlerinin belirgin bir şekilde yükseltilmesi ve
Budget Control Act’in [Bütçe
Kontrol Yasasının] bütçeyi içine soktuğu
deli gömleğinden kurtarılmasıdır. Bununla bağlantılı ikinci ivedi adım,
Washington’un elinde olan, ama yeterince kullanmadığı askerî, iktisadî ve
diplomatik gücü kullanmak için gerekli olan siyaset önerileri yapmaktır.
3.) ABD’nin iktisadî buhranı ardında bırakmasının
bir sonucu olarak askerî, iktisadî ve diplomatik yetenekler için ayrılan
bütçelerin olanaklı olduğunca belirgin bir biçimde artırılmasıdır.
4.) Böylelikle bir sonraki Başkanın önünde duran
sorun, Birleşik Devletlerin uluslararası öncülüğü daha aktif üstlenmesi için
yeterli bütçenin olup olmadığı değil, Amerikan hükümetinin bu iradeye sahip
olup olmayacağıdır. Ve eğer önderlik için bu güce ve iradeye sahipse, o zaman
asıl belirleyici olan soru, makul emelleri ve gerekli sınırları yansıtan bir
biçimde [bu önderliğin] gereğinin nasıl yerine getirileceği sorusudur.«
Raporda yer alan bu »temel ilkeler« bariz
bir biçimde ABD egemen bloğunun şimdiye kadar olduğundan daha saldırgan bir
politika izlemeyi planladığını gösteriyor. Egemen bloğun iki ana akımı da eski
argümanlara geri dönüyorlar: »denenmiş eski yaklaşımlar«, bildiğimiz kanlı
savaş politikalarından başka bir şey değil. »Denemiş eski yaklaşımların«
şimdiye kadarki başarısızlıklarının nedeni olarak ise, bunların »daha tutarlı
uygulanmaması« gösteriliyor. Diğer taraftan, yılda 600 milyar Dolarlık
silahlanma bütçesiyle zaten dünya çapında silahlanmaya en fazla para harcayan
ülke olan ABD’nin, elbette silah tekellerinin lehine, daha fazla para harcaması
»temel ilke« hâline getirilmek isteniyor. Silahlanma bütçelerinin artırılması
için yapılan öneriler de »eski«: sosyal giderlerde önemli ölçüde kısıtlamalar
yapmak. Kısacası »temel ilkeler« tüm ABD sermaye fraksiyonlarının çıkarlarından
başka bir şeyi »korumaya« yönelik değil.
Peki, bu »temel ilkelerin« ve sıralanan
taleplerin küresel etkileri ne olacak, özellikle Ortadoğu’da? Raporda altı
kalınca çizilerek, »İslam Devletine karşı
yürütülen uluslararası çabalar belirgin bir biçimde artırılmalıdır. ABD, İslam
Devletini kaçtığı her yerden uzaklaştırma hedefi için gerekli adımları atmaya
hazırlıklı olmalıdır« deniyor. Bunu, İslam Devletine karşı yürütülen sözde
savaşın sadece Suriye ve Irak ile sınırlı tutulmayacağı biçiminde okumak
mümkün. Obama yönetiminin hâlihazırda Libya’da (özellikle Sirte’de) yürüttüğü
askerî operasyonları, H. Clinton’un henüz bakanlığı döneminde ifade ettiği
»Libya planları« ile birlikte düşününce, ABD’nin Kuzey Afrika’yı da
Suriyelileştirmek istediği sonucuna varılabilir.
H. Clinton’un Suriye’ye yönelik
yaklaşımları Obama yönetimininkinden farklıydı. H. Clinton Suriye iç savaşının
başlangıcından itibaren Esad rejiminin »eldeki her araçla« alaşağı edilmesini
savunuyordu. O açıdan başkan seçilmesi durumunda ABD’nin Suriye politikalarında
değişiklik olması, hatta ABD ordusuna kara harekâtı başlatma emrini vermesi
küçük bir olasılık değildi. Neoconlarla »liberal müdahalecilerin« ortaklaşa
kaleme aldıkları rapor Rusya ve İran’ın etkisiyle Suriye’deki »askerî balansın
Esad rejimi lehine değiştiğini« kabul ediyor, ama maceraperest taleplerden de
geri kalmıyor. Rapor, ABD’nin askerî gücünü »uçuşa yasak bölgelerin
oluşturulması için kullanmasını« talep ediyor.
Aynı şekilde H. Clinton’un başkanlığı
altında ABD’nin İran politikasında da değişimlerin olması bekleniyordu. H.
Clinton’un İran ile varılan nükleer uzlaşıya güvenmediğine değinen rapor, yeni
ABD yönetimine şu önerilerde bulunuyor: »Birincisi,
Tahran’ın nükleer uzlaşı nedeniyle Washington’un İran hükümetine yönelik
yaklaşımlarında bir değişiklik olmayacağını anlaması sağlanmalıdır. İkincisi,
ilân edilen politika, Washington’un İran’a ne bugün, nede hiç bir zaman nükleer
silah devleti olmasına izin vermeyeceğinin altı çizilmelidir. Üçüncüsü, ABD,
askerî, iktisadî ve diplomatik
araçlarla İran’ın Ortadoğu’daki hegemonik arzularını kösteklemeyi hedefleyen
bir strateji izlemelidir«. İran Körfezinin ABD’nin »güvenliği« için yaşamsal
önem taşıdığını vurgulayan rapor, İran Körfezinde ve Hürmüz Boğazında »yeterli
sayıda ABD birliklerinin konuşlandırılması zorunluluğunu« belirtiyor. H.
Clinton’un internet sayfasında aynı yaklaşımları, aynı kelimelerle okumak
mümkün. H. Clinton bölgedeki enerji taşıyıcıları nakliyatının ABD’nin kontrolü
altında olmasını savunduğundan, H. Clinton seçilseydi, bölgedeki ABD askerî
varlığını artırmaya yönelik bir politika izleyeceği kesindi.
Diğer taraftan H. Clinton yönetimi altında
AB ve NATO üyesi ülkelerin – özellikle Rusya’ya karşı – daha saldırgan bir
pozisyona itilmelerinin planlandığını da söylemek gerekiyor. Gerek H. Clinton,
gerekse destekçileri yaptıkları değerlendirmelerde, »Rusya’nın başkan Putin’in yönetimi altında aldığı tehlikeli yolda,
ABD’nin 21. Yüzyıl’da karşı karşıya olacağı jeopolitik tehditlerin en büyüğü
hâline geldiği« vurgulanıyor. Bu »tehdide« karşı yapılan »güvenlik
önerileri« ise, »Rusya cephesinde bulunan
NATO müttefiklerinin savunma yetilerinin daha fazla güçlendirilmesi« ve »Rusya’dan çekinmeden, sürekli olarak
bölgede konuşlandırılmış NATO birliklerinin geniş hacimli antrenman ve manevra
faaliyetlerinin artırılması« olarak sıralanıyor. Bu da, Avrupa’nın,
bilhassa Doğu Avrupa ülkelerinin şimdiye kadar olduğundan daha fazla
militaristleştirilmeleri anlamına geliyor.
Sonuç yerine
Daha önce belirttiğimiz gibi, ABD
emperyalizminin dünya çapındaki hegemonyasını ayakta tutma hedefi, tüm ABD
sermaye fraksiyonlarını ve bunların temsilcisi olan iki siyasî partiyi
birleştiren bir hedeftir. Aralarındaki temel sorun, bu hedefe hangi yollardan
ulaşılabileceğiydi. Kısa bir zaman öncesine kadar Demokratlar, askerî şiddetin
uygulanması konusunda Cumhuriyetçiler kadar kararlı bir duruş
sergilemiyorlardı. Gerek H. Clinton, gerekse yakınına aldığı ve muhtemelen
hükümetinde karar verici pozisyonlara getirilecek olan danışmanları, diğer
Demokratlar kadar kararsız değillerdi ve bunu her fırsatta dile getiriyordular.
Bu nedenle de Neoconlar ile »liberal müdahaleciler« yakınlaştılar. Ancak bu
yakınlaşmaları, seçmen iradesinin oluşturduğu duvara tosladı.
Gerek Sanders’in, gerekse de Trump’ın seçim
kampanyaları, ABD egemen bloğunun halk desteğinden yoksun olduğunu gösterdi.
Tarihte defalarca kanıtlandığı gibi, toplumsal hoşnutsuzluk iradeye dönüştüğü
anda, egemen sınıfların her istediklerini yapmalarını engelleyebilecek setlerin
ortaya çıkabileceğini bir kez daha görmüş olduk. Egemen bloktaki yeni ittifakın
bu duruma nasıl bir reaksiyon göstereceğini ise, kısa süre içerisinde
görebileceğiz. O zaman değerlendirmelerimizi devam ettirebiliriz.
***