Donald Trump’ın ABD başkanı seçilmesi ve
görevi devralmasının ardından, »vaatlerini« yerine getirdiğini kanıtlamak için
televizyon kameraları önünde şaşaa ile imzaladığı Kanun Hükmünde Kararnameler,
içeriklerinden bağımsız kıta Avrupası’nın başkentlerinde »korkulan oluyor«
algısının yaygınlaşmasına yol açıyor. Avrupa’daki burjuva medyası – ki gerek
ABD ile işbirliğinin derinleştirilmesini isteyen Transatlantikçileri, gerekse
de AB’nin ABD’ne rağmen dünya gücü olmasını hedefleyen Avrupacıları
destekleyenler olsun – hemen her fırsatta Trump yönetiminin »ırkçılığını ve
milliyetçi egoizmini« öne çıkaran haber ve yorumlar yayınlıyor, AB elitleri,
bilhassa F. Alman emperyalizminin siyasî temsilcileri Trump’ın serbest
ticarete, uluslararası işbirliğine ve Transatlantik ortaklığa »ne denli zarar
verdiğini« tekrarlamaktan usanmıyorlar.
Hiç kuşkusuz Trump’ın seçimi kazanması,
ABD’nde uzun zamandır devam eden sağcılaşma trendinin hızlandığının bir
göstergesi. Aslına bakılırsa Trump, Bush ve Obama dönemlerindeki saldırganlığın
takipçisi. ABD emperyalizmi her zaman olduğu gibi, Atlantik ve Pasifik ötesini
boyunduruk altına almayı ve savaş kışkırtıcılığını hedefleyen bir politikayı
Trump yönetimi altında da devam ettirecek. Aradaki iki temel fark ise, tekelci
burjuvazinin bizzat siyaset sahnesinde yer alması ve saldırgan politika
hedefinin bugüne kadar asıl rakip olarak görülen Rusya’dan, uzun vadeli
stratejik rakip Çin Halk Cumhuriyeti’ne yöneltilmesidir. Ve görüldüğü kadarıyla
ABD tekelci burjuvazisi içinde henüz bu strateji konusunda tam bir birlik
sağlanabilmiş değil. Sermaye kesimleri arasında Trump’un söylemlerine
gösterilen çelişkili tepkiler buna işaret ediyor.
Trump’ın »Önce Amerika« (»America first«)
söylemi ise basit bir demagoji değil. Tam aksine, bu söylemi ABD’nin yakın
komşularına ve müttefiklerine, yani Meksika’ya, Latin Amerika’nın bütününe,
Japonya’ya ve bilhassa AB ile AB’nin patronu F. Alman emperyalizmine yönelik
bir meydan okuma olarak görmek gerekiyor. Şüphesiz Trump’ın çelişkili tavırları
ve burjuva medyasını karşısına alan çıkışları, kafa karıştırmaya yetiyor.
Ancak, dikkatlerin yöneldiği »çelişkili başkan« resminin arkasında emperyalist
mekanizma harıl harıl çalışıyor. Ayrıca şu da unutulmamalı: Ronald Reagan
başkan olduğunda aynı Trump gibi çelişkili açıklamalarla dikkat çekmiş, ama
neoliberal dönüşümün ve emperyalist saldırganlığın büyük ivme kazandığı bir
döneme imza atmıştı. Sonuç itibariyle, Trump’un yönetim biçimi ABD tekelci
burjuvazisinin hâlen yeni strateji arayışı içerisinde olduğuna işaret
etmektedir. Ve bu da ezilen ve sömürülen sınıflar açısından dünya çapında hiç
te iyiye delalet değildir.
AB Trump’un »Önce Amerika« söylemi hayli
ciddiye alıyor. Bu nedenle Transatlantik ittifak içerisindeki konumunu
güçlendirmeye çalışıyor. Britanya’nın AB üyeliğinden çıkışını da bir fırsata
çevirmeye çalışıyor. Özellikle AB’nin lokomotifi olan F. Alman emperyalizmi,
AB’ne ve egemen siyasete karşı gelişmekte olan tepkileri iktidar ilişkilerine
zarar vermeyecek olan bir çizgiye kanalize etmeye çabalıyor. Bu açıdan Ajanda 2010
gibi sosyal yıkım politikalarının mimarlarından ve AB’nin daha da
militaristleştirilmesini savunanlardan birisi olan SPD’li Frank-Walter
Steinmeier’in F. Cumhurbaşkanı seçilmesi ve gene AB düzeyinde neoliberal
dönüşüm, TTIP ve CETA gibi serbest ticaret antlaşmalarının ve militarist
saldırganlık politikalarının savunucusu eski AP başkanı Martin Schulz’un SPD
şansölye adaylığına getirilmesi bir tesadüf değil. SPD’nin başkanı da olması
beklenen Schulz, Avrupa sosyaldemokrasisini AB projesine bağlayan en önemli
isimlerden. F. Alman sosyaldemokrasisinin şu an en güçlü AB yanlısı parti
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. F. Alman tekelci burjuvazisi için, nasıl
Gerhard Schröder başkanlığındaki SPD-Yeşiller hükümeti büyük »hizmetler«
verdiyse, Schulz başkanlığı altındaki SPD’nin de, muhafazakâr CDU/CSU
partilerinin yerine getiremeyecekleri »başarılara« imza atması olanaklı
gözüküyor. Çünkü SPD, milliyetçi yanları her zaman ağır basan F. Alman
muhafazakârlarından daha inandırıcı biçimde AB projesinin savunabilecek
konumda. Ancak SPD’yi F. Alman tekelci burjuvazisi için asıl çekici kılan yanı
ise, SPD’nin hâlen F. Alman işçi sınıfının küçümsenemeyecek kesimi üzerinde
etkin olmasıdır. O açıdan, 2017 Federal Parlamento seçimlerinde güçlenen bir
SPD’nin yeniden iktidara ortak edilmesine kesin gözüyle bakabiliriz.
AB’nin ekonomik durumu
AB’nin ciddî bir kriz içerisinde olduğunu
sadece sosyalistler ve komünistler değil, bizzat AB elitleri ifade etmekteler.
F. Alman tekelci burjuvazisinin bir neoliberal egemenlik projesi hâline gelen
AB, hem dünya ekonomik krizinin önemli bir parçası, hem de çözümsüzlüğün bir
parçası olmuş durumda. Aslında AB, tüm engellerin kaldırılmış olduğu bir iç
pazarın kurumsal güvencesi olarak, hem emperyalist-kapitalist dünya düzeni
içerisinde ABD emperyalizminin küçük ortağı olarak yer almakta, hem de ABD
emperyalizmine rakip olarak büyümeye çalışmaktadır. O açıdan AB’nin ekonomik ve
politik olarak son derece çelişkili bir yapı olduğunu tespit edebiliriz.
Tüm engellerin kaldırılmış olduğu bir iç pazarın
ve tek bir para birimi temelinde düzensizleştirilmiş bir malî piyasanın bir
ulus devlete ve tek tip vergi sistemine gereksinim duymasına rağmen, AB ile
farklı vergi sistemlerine sahip ve birbirleriyle rekabet hâlinde olan ulus
devletleri aynı çatı altında toplayan bir ulus devlet üstü yapı oluşturuldu.
Gümrük, düzenleme ve para birimleri sınırları olmadığından, sermaye en yüksek
kârların yapılacağı mevkilere akmakta ve güçlünün daha güçlü, zayıfın ise daha
zayıfladığı bir rekabet yasası AB çatısı altında tüm yıkıcılığını ortaya
çıkartmaktadır. Sermaye birikim özgürlüğü ile sermayenin istenildiği gibi en
kârlı coğrafyalara transfer edilmesinin serbestliği, aynı ürün ve iş gücünün
serbest dolaşımı gibi, AB’nin temel şartlarındandır. Yani serbest sermaye
trafiği ilkesi, ulus devlet üstü bir yapı olan AB’nin hukuksal temellerinden
birisini oluşturmaktadır ve bu biçimiyle AB dünya çapında yegane örnektir.
AB içerisindeki egemenlik, AB Komisyonu,
Avrupa Yüksek Mahkemesi ve Avrupa Merkez Bankası aracılığıyla en güçlü AB üyesi
devletlerin elindedir. Ulus devletler ve bu ülkelerdeki tekelci burjuvazi bu
kurumlar içerisinde ve aracılığıyla çıkar mücadelelerini sürdürmektedirler.
AB’nin seçmen oyu ile oluşturulan tek kurumu olan Avrupa Parlamentosu ise,
kâğıttan kaplan misali, ulusal parlamentolardan çok daha güçsüz durumdadır.
Egemenliği ellerinde tutan güçlü devletler, özellikle F. Almanya, kriz
dönemlerinde AB kurumlarını istedikleri gibi kullanmakta, biçimlendirmekte ve
zayıf AB üyesi ülkeleri boyundurukları altına almak için yönlendirmektedirler.
AB kurumları için söz konusu olan durum, ortak para birimi Euro ile daha da
güçlendirilmektedir.
Euro başlangıçta AB’nin zengin Kuzeyi
(Avusturya, F. Almanya, Benelüx ülkeleri, Finlandiya, Fransa) ile yoksul Güneyi
(İspanya, İtalya, Portekiz, Yunanistan) arasında bir nevi mübadele antlaşması
gibi kurgulanmıştı. Zengin Kuzey böylelikle engelsiz bir iç piyasaya
kavuşurken, yoksul Güneyin de uygun kredi koşulları olan ve güçlü bir para
birimine sahip olacağı öngörülmekteydi. Ancak 2007 malî krizi ve hâlen devam
etmekte olan dünya ekonomik krizi bu sistemi parçaladı ve AB’ni temellerinden
sarstı. Yoksul Güney şimdi çok daha kötü bir durumda. Ülke piyasalarını Kuzeyin
güçlü ekonomilerine karşı, örneğin devalüasyonla koruma şansları artık yok.
Üstüne üstlük F. Almanya’nın dayatmasıyla imzalanan Maastricht Antlaşması’nın
malî piyasalar kuralları, Güneydeki AB üyesi devletlerin elini kolunu bağlıyor.
Hiç bir şekilde sermaye kaçışını engelleyemiyorlar. Türkiye gibi bir kronik kriz
ülkesi dahi güneydeki AB devletlerinden daha fazla olanaklara sahip.
Burada ilginç olan soru şu: İspanya,
İtalya, Portekiz ve Yunanistan tekelci burjuvazileri neden hâlâ Euro Bölgesinde
kalmakta ısrar ediyorlar? İşin garibi, bu ülkelerde kriz muhalefetinden doğan
Syriza, Podemos, 5 Yıldız Hareketi gibi reformist parti ve hareketler dahi
neden hâlâ Euro savunusu yapıyorlar? Bu durumu iki nokta ile açıklayabiliriz:
Birincisi, bu ülkelerin tekelci burjuvazilerinin ve siyasî temsilcilerinin ABD
ve AB tekellerinin stratejilerine olan bağımlılıklarıdır. İkincisi ise,
Kuzeydeki zengin rakiplere girişilecek olan bir ihtilafın büyük riskler
taşımasıdır. Bir kere böylesi bir ihtilafa girmek için, bugüne kadar savunulan
ekonomi politikalarında radikal bir değişim gerçekleştirilmek zorundadır. Yani
sermaye, ürün ve iş gücü trafiğine karşı sınır uygulamaları gerekmektedir. Euro
Bölgesinden çıkmak veya daha da kötüsü atılmak, bu ülkeleri şimdi içinde
bulundukları krizden çok daha derin buhrana sokacağından ve bunun karşısında
ortaya çıkacak toplumsal tepkiyi kontrol altına alabilecek bir hükümet
olasılığı olmadığından, hiç kimse bu adımı atmaya cesaret edemiyor. Krizin
faturasını zaten halklara ödettiklerinden, bu ülkelerdeki tekelci burjuvazi
için Euro Bölgesinde kalmaktan başka bir alternatif gözükmüyor.
Britanya, Brexit kararıyla bu açıdan bir
istisnayı oluşturuyor. Zaten Euro Bölgesi üyesi olmayan Britanya’nın tekelci
burjuvazisi, bilhassa malî oligarşi için AB üyesi olmanın bir çekiciliği
kalmamıştı. Londra’nın AB’nin finans merkezi olarak elinde tuttuğu bazı
avantajlar, AB üyeliğinden çıkıldığında ortaya çıkacak fırsatlar karşısında çok
hafif kalmaktadır. Birleşik Krallık şimdi kendi iç pazarını daha kolay kontrol
altına alabilecek, ama aynı zamanda AB’nden ayrılma sürecini de, AB ve Britanya
sermayelerinin lehine olan ürün ve sermaye ticareti antlaşmalarını imzalamak
için kullanacak.
AB’nin bir geleceği var mı?
Emperyalist bir ittifak ve serbest ticaret
bölgesi vasfıyla üye devletlerin işçi sınıfları üzerinde güçlü bir baskı aracı
olan AB’nin orta vadede farklı AB ülkelerindeki burjuvazilerin kendi aralarında
olan çıkar çelişkileri nedeniyle uzun bir ömrü kalmadığını varsayabiliriz. AB
en azından şimdiki üye bileşimiyle son demlerini yaşamaktadır. AB’nin en önemli
özelliği ve aynı zamanda en önemli işlevi, büyük tekellerin AB içinde ve
dışında, sermaye ve ürün trafiği serbestliği aracılığıyla, çıkarlarını
korumaktır. TTIP ve en son Kanada ile üzerinde anlaşılan CETA gibi serbest
ticaret antlaşmalarının kuralları öz itibariyle çoktan AB’nin temel şartları
arasındadırlar.
AB’nin, bilhassa Euro bölgesinin krizinin
derinleşmesi, krizden en fazla etkilenen AB üyesi ülkelerin AB’nde kalma
dirençlerini zayıflatması kuvvetle olasıdır. Kaldı ki, güçlü AB ülkeleri
arasında uzun zamandır »Çekirdek Avrupa« ve »farklı hızlardaki AB üyelikleri«
konseptleri tartışılmaktadır. Bu tartışmalar ise, Güneyin zayıf AB ülkelerinin
kamuoyunda tepkiyle karşılanmakta, AB karşıtı hareketlerin güçlenmesine neden
olmaktadır. Özellikle Doğu Avrupa’daki AB üyesi ülkeler, ulusal çıkarlarının
Brüksel’den ziyade Washington ile güçlendirilmiş bir ittifak sayesinde »daha
kolay savunulabileceğini« açıkça ifade etmektedirler. Polonya ve Macaristan
gibi ülkeler AB’nin F. Almanya’nın bir egemenlik aracına dönüşmüş olmasına
itiraz etmektedirler, ki tüm bu gelişmeler Kuzey ve Güney Avrupa arasındaki
kalıcı partnerliği güçleştirmektedirler.
F. Alman tekelci sermayesi gerek Euro’dan,
gerekse de Euro krizinden devasa kârlar elde etmiş, Avrupa iç pazarını farklı
ülkelerdeki rakiplerini ya küçültmek, ya da hepten yok etmek için kullanmıştır.
Aynı şekilde Euro krizi F. Alman sermayesi için büyük bir kredi avantajı
sağlamaktadır. F. Almanya’daki bir tekelin aldığı kredi için yüzde 1 düzeyinde
faiz ödemesi, buna karşın örneğin bir İtalyan tekelinin krediler için yüzde 3
faiz ödemeye zorlanması, son derece ciddî bir rekabet avantajı anlamına
gelmektedir. Bununla beraber düşük Euro kuru, F. Alman sermayesine Euro bölgesi
dışındaki piyasalarda daha kolay hakimiyet kurma olanağını sağlamaktadır.
F. Alman ekonomisinin daha da güçlenmesi
için sayısız fırsatlar yaratan AB çatısı, aynı zamanda F. Almanya işçi sınıfını
boyunduruk altına almayı da kolaylaştırmaktadır. F. Almanya işçi sınıfının
başarılı bir şekilde bir kaç parçaya bölündüğünü ve sınıf içi dayanışmanın
neredeyse tamamen törpülendiğini söyleyebiliriz. Özellikle ihracat sanayinde
çalıştırılan çekirdek kadrolar, reel ücretlerdeki düşüşe rağmen, primler ve
özel kâr payı ödemeleriyle tekellerin müttefikleri hâline getirilmişler,
sayıları milyonları bulan vasıfsız ve düşük ücretli işçilerin üretim sürecinden
mütemadiyen dışlanmaları ile sadece çekirdek kadrolardan ye aidatı alabilen
sendikal hareketi ehlileştirmişlerdir. Dünyanın en büyük sendikalarından birisi
olan IG Metall sendikası bugün »ulusal rekabet yetisinin korunmasını« sendikal
hedef hâline getirmiş, uluslararası sendikal hareket içerisinde sarı
sendikacılıktan başka bir şey olmayan »sosyal partnerliğin« en güçlü savunucusu
olmuş, emek hareketinin enternasyonalizminden vazgeçmiştir. Böylelikle ve
dağıtılan »kırıntılarla« işçi sınıfının ve F. Almanya toplumunun önemli bir
kesimi AB’ni kendi bahçesine dönüştüren F. Alman emperyalizminin saldırgan
politikalarının ve emperyalist sömürünün gönüllü destekçiliğine ikna edilmişlerdir.
»Almanya’nın çıkarları için AB alternatifsizdir« görüşü, bugün F. Almanya’daki
hegemonik görüştür ve bizzat sendikal hareket tarafından savunulmaktadır.
AB ve sınıf mücadelesi
Avrupa reformist solu, AB’nin »fiili
gerçek« olması nedeniyle, reddedilmemesi ve Avrupa’nın »her köşesinde eşit
sosyal standartlar, eşit gelişme koşulları ve barışçıl bir politika
gerçekleştirebilmek için«, AB’nin »soldan dönüştürülmesi« gerektiğini
savunmaktadır. Komünistler açısından bu savunu gerçekçi olmadığı kadar,
antiemperyalist mücadele için de o denli yanlış bir konumlanıştır. Çünkü AB bir
kere, gerçek devletlerin aksine »ulusal« sınıf ilişkilerinin bir ifadesi
değildir. Sınıf mücadelesinin siyaseten gerçekleştiği alanlar hâlâ ulus
devletlerdir ve ulus devletler muhtemelen uzun bir süre sınıf mücadelesinin
alanları olmaya devam edeceklerdir. Nihayetinde sınıf mücadelesi yerel ve
ulusal düzeyde yürütülmektedir. Ne işçi sınıfı, ne de farklı Ab ülkelerindeki
sınıf partilerinin sınıf mücadelesini AB düzeyinde yürütebilme şansları
bulunmamaktadır. Farklı AB üyesi ülkelerin işçi sınıfları AB düzeyinde örgütlü
olmadıkları gibi, AB ülkelerinin örgütlü bir tekelci burjuvazisi de yek vücut
AB düzeyinde bulunmamaktadır.
Bu nedenle AB’ne karşı mücadele hem sınıf
savaşımının, hem de antiemperyalist mücadelenin bir gereğidir. Ancak bu
mücadelenin biçimi AB üyesi ülkelerin ve AB üyesi olmayan, örneğin Türkiye gibi
ülkelerin sınıf partileri açısından farklıdır. Türkiye’nin AB’ne üye olması,
Türkiye işçi sınıfının ve halklarının ezici çoğunluğunun çıkarlarına aykırı
olduğundan, tümden reddedilmelidir. Ancak bu durum kendisini örneğin F. Almanya
işçi sınıfı ve Alman Komünist Partisi (DKP) açısından farklı ifade etmektedir.
F. Almanya’nın AB’nden çıkmasının şu an için maddi temelleri bulunmamaktadır.
Aynı şekilde AB’nin dağılmasına yol açacak derin bir kriz henüz söz konusu
değildir. Üye bileşiminin değişimi, küçülmesi veya »Çekirdek Avrupa« konseptine
geçilmesi daha olasıdır. Ancak bu Euro bölgesi için aynı şekilde geçerli
değildir. Euro bölgesindeki kriz derinleşmekte, eşitsiz gelişim ağırlaşarak,
Güneydeki AB üyesi devletlerin ekonomileri küçülmekte ve sınıf çelişkileri
sertleşmektedir. Euro bölgesindeki ülkelerden zayıf olanların borçlarını
ödeyemeyecek derecede iflası her an söz konusu olabilir. Bu durumda da, başta
F. Almanya olmak üzere, güçlü devletler kendiliğinden bir küçülmeye ve Euro
bölgesini bölmeye gidebilirler.
O nedenle DKP içerisinde Euro’nun feshinin
ve uzun vadede AB’nin dağılmasının nasıl biçimlenmesi gerektiği konusunda bir
tartışma yürütülmektedir. DKP’deki hakim görüş, orta vadede borçların silinmesi
talebinin gündemde tutulmasını savunmaktadır.
Bu çerçevede Avrupa reformist solu içerisinde de tartışılan »Eurexit«
kampanyasına dikkat çekilmekte ve Euro’nun 1999’da AB üyesi ülkelerin merkez
bankalarını birbirine bağlayan Avrupa Para Birimi Sistemine (EWS) geri
dönülmesi talepleri gerçekçi bir ön adım olarak görülmektedir. Sonuç itibariyle
AB üyesi ülkelerdeki sınıf hareketleri ve sınıf
partileri salt kendi »ulusal« çıkarlarını ön plana çıkarmadan, AB
düzeyinde bir çözüm bulma zorunluluğu karşısındadırlar.
Türkiyeli komünistlerin pozisyonu ise, reel
durum nedeniyle, daha açık olmak zorundadır. Emperyalizme karşı etkin mücadele
verebilmek, burjuvazinin sınıf tahakkümünü sonlandırmanın yolunu açmak için
AB’ne de, AB ile olan Gümrük Birliğine de hayır!
***