29 Mar 2017

2017: »Demokratörlük« döneminin başlangıcı mı?

Dünyanın kan denizine döndüğü 2016 yılı bittiğinde, yeni yılda dünyanın değişebileceği umuduna kapılanlar, henüz 2017’nin ilk saatlerinde İstanbul’da gerçekleştirilen cihatçı katliamla hayal kırıklığına uğradılar. Emperyalist-kapitalist dünya düzeninin vahşi gerçekleri, dünyanın takvim sayfalarının yırtılmasıyla değil, ancak ve ancak ezilen ve sömürülen sınıfların ortak mücadelesiyle değiştirilebileceğini bir kez daha kanlı bir biçimde kanıtladı. Maalesef milliyetçiliğin ve mezhepçiliğin yaydığı vebalı nefesin zehirlediği geniş emekçi kitleler – aynı zamanda ezilen ve sömürülen sınıfları temsil etme iddiasında bulunan kimi kesimler de, bunu hâlâ göremiyorlar. Nitekim sosyal medyada yer alan yılgınlık ve korku dolu mesajlar buna işaret ediyor.

Ancak şiddeti artarak süren emperyalist yayılmacılığın ve kapitalist sömürünün esir aldığı dünya hızlı bir şekilde değişiyor. Zaten değişmeyen tek gerçek değişimin bizzat kendisi değil midir? Velhasıl, değişen dünya ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarını da değiştiriyor, özellikle baskıyı, savaşların sonuçlarını ve sömürüyü katmerleştiriyor. Bu değişim, bilhassa Avrupalı emperyalist ülkelerin emekçi halk kitlelerini derinden etkiliyor, kapitalizmin kronik krizlerini tetikliyor ve şimdiye kadar kendilerini imtiyazlı coğrafyanın koruyucu (!) şemsiyesi altında zanneden kitleleri güvensizliğe itiyor.
Görüldüğü kadarıyla kapitalizmin merkezi ülkeleri emperyalist-kapitalist dünya düzeninin doğrudan yol açtığı meydan okumaların baskısını daha fazla hissedecekler: sermaye birikim fazlalığı krizi, dünya konjonktüründeki zayıflamalar, ekolojik felaketlerin sonuçları, dünya çapında göçmen ve mülteci »krizleri«, artan askerî ihtilaflar ve sonucunda terörist saldırılar, imtiyazlı coğrafyanın halkları arasında korku ve güvensizliği artırarak refah şovenizminin yaygınlaşmasına, ırkçı-faşist partilerin taraftar kazanmasına ve otoriter yönetim tandansının destek bulmasına neden oluyor.
Gerek ABD’nde, gerekse de Avrupa’da siyasî tercihler ve siyasî parti taraftarlığı alanlarında belirgin bir kütlesel kayış yaşanıyor: bir zamanlar kitlesel tabana sahip olan geleneksel burjuva partileri büyük üye kayıpları yaşarlarken, ırkçı-faşist partiler daha fazla taraftar kazanıyor, burjuva partilerinin üye kaybını durdurmak için ırkçı ve sağ popülist söylemi üstlenmeleri, bu süreci hızlandırıyor. ABD’nde Donald Trump’un başkanlık seçimini kazanması, Avusturya cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ırkçı-faşist aday Norbert Hofer’in yüzde 48 oranında oy alması, Britanya halklarının »Brexit« kararına onay vermesi, F. Almanya’nın çeşitli eyaletlerinde ırkçı AfD’nin iki haneli oy oranları toplaması ve 2017 Eylül’ünde yapılacak olan Federal Parlamento seçimlerinde barajı kolaylık aşma olasılığı ile Fransa, Hollanda ve İtalya’da ırkçı-faşist partilerin siyasî gündemi belirleyecek güce erişmiş olmaları, bu görüngüyü güçlendiriyor.
Refah toplumundan, korku toplumuna
Kimi sol-liberal yorumcunun »tarihsel dönüm noktası« olarak nitelendirdiği bu görüngünün, yani kapitalizmin merkez ülkelerinde milliyetçiliğin, ırkçılığın, refah şovenizminin ve sağ popülizmin güçlenmesinin ardında reel ekonomik, sosyal ve kültürel yoksunluk korkuları yatmaktadır. Bu korkuların yaygınlaştığı toplumların refah coğrafyasında olmaları, ilk bakışta şaşırtabilir. Ne de olsa ırkçı-faşist hareketler ve sağ popülist partiler  özellikle refah düzeyi yüksek olan ABD, Avusturya, Britanya, Danimarka, F. Almanya, Fransa, Hollanda ve İsviçre’de güçlenmektedirler. Bu ülkeler kriz ülkeleri olmamakla birlikte, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin de taşıyıcı ülkeleridirler. Diğer taraftan yapılan araştırmalar, bu ülkelerde yaşayan insanların büyük bir çoğunluğunun kişisel ekonomik durumlarını iyi ve yaşam kalitelerini yüksek olarak değerlendirdiklerini gösteriyor.
Peki, o hâlde neden bizzat bu ülkelerde yukarıda belirttiğimiz süreçlere tanık oluyoruz? Elbette 2008 iktisadî ve mali krizinin yol açtığı devasa yıkımların ve siyasî kırılmaların etkileri refah coğrafyasında da hissedildi. Ama bu süreçler en büyük yıkımların gerçekleştiği ülkelerde değil, zengin ülkelerde görülüyor. Demek ki ekonomik krizler, refah coğrafyasında ırkçı-faşist hareketlerin gelişmelerini sağlayan temel neden değil. O hâlde asıl neden nedir?
Bir kere emperyalist ülkelerin toplumlarında onlarca yıldan beri büyük bir yabancı düşmanı, antisemitik ve İslam karşıtı potansiyelin var olduğu biliniyor. Bilimsel araştırmalar, bu potansiyelin sadece ırkçı-faşist gruplar içerisinde değil, aynı zamanda farklı hacimlerde tüm toplumsal katmanlar arasında var olduğunu gösteriyor. Kapitalizmin merkez ülkelerinde 40 yıla yakın bir zamandır devam eden neoliberal dönüşüm, sadece toplumsal bölünme ve parçalanmaları derinleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda işçi sınıfının üretkenliği düşük olan kesimlerini üretim sürecinin, böylelikle de iktisadî, siyasî, sosyal ve kültürel yaşamın dışına itiyor. Küçümsenemeyecek bir toplumsal külte, geriye dönüş yolları kapalı biçimde dışındalanıyor (Exklusion). Bilhassa küçük burjuva katmanların alt-orta gelir grubundaki kesimleri, her ne kadar bu dışındalanmaya maruz kalmasalar da, sürekli içinden kurtulamayacakları bir yoksullaşma girdabına itilme korkusuyla yaşıyorlar. Bu korkuları, Euro bölgesinin içinde bulunduğu kriz, temsili burjuva demokrasisinin içinin oyularak daha yetersiz kalışı, yönetici siyasî elitlerin ve bilhassa ulus devlet üstü kurum olarak AB Komisyonunun aldıkları kararları etkileyememenin yol açtığı hayal kırıklığını derinleştiriyor. Emperyalist yayılmacılığın ürünü olan müdahale savaşlarının, işgallerin ve vekalet savaşlarının yürütüldüğü coğrafyalarda »Batı«ya karşı yükselen itiraz ve cihatçı terör ile Arap dünyasında devam eden kalkışmalar-karşı devrimler süreci, »Batı’nın üstünlüğünün sekteye uğradığı« hissini yaygınlaştırıyor. Emperyalist-kapitalist dünya düzeninin doğrudan sonucu olarak 65 milyona yakın insanın mülteciliğe itilmesi ve Akdeniz’in »mülteci mezarlığı« hâline gelmesi, kimseyi rahatsız etmezken, Avrupa’ya ulaşabilen mülteciler »sosyal rakip« ve kültürel tehdit olarak algılanıyorlar.
Sonuç itibariyle sınaî üretiminin gerilemesi ve teknolojik ilerleme sonucunda sermayenin ücretli emek gereksiniminin farklılaşması, çalışma koşullarının ağırlaşması, üretkenliğin artmasına rağmen reel ücretlerin ve satın alma gücünün gerilemesi; ulus devletin öneminin azaldığı hissi, göçmen ve mülteci sayısının artması, »kendi kapımızın önünde« yaşamı tehdit eden terör saldırılarının çoğalması, yabancılaşma hissini ve korkuları derinleştiriyor. Böylesi bir ortamda açık ve kozmopolit toplumları reddeden, güçlü ve otoriter ulus devlet savunusu yapan İslam karşıtı ırkçı-faşist hareketler, korkak küçük burjuva katmanlar için »cankurtaran simidi« hayaline dönüşüyorlar.
Sağ popülist hareketler bunun yanı sıra belirli bir sermaye fraksiyonunun, yani genellikle hisse çoğunluğu bir ailenin elinde olan küçük ve orta ölçekli şirketlere sahip sermaye kesimleri için bir araç hâline gelmişlerdir. Bu hareket ve partilerin savundukları ulusal pazar temelli ekonomi politikaları, çelişiyor görünseler de, uluslararası tekellerin belirlediği temel politikalara eklemlenme ve parlamenter burjuva demokrasisinin »olanaklarıyla« siyasî iktidara (küçük) ortak olma amacının bir ifadesidir. Aynı zamanda ırkçılığı ve milliyetçiliği körükleyerek, emekçilerin dikkatini sorunların temel nedenlerinin üzerinden çekme, emperyalist yağmadan pay alma umudunu yayma ve kapitalist sömürüye toplumsal rıza kazandırma işlevini de görmektedirler.
Main Street, Wall Street’e karşı mı?
Konuyu, Trump’ın seçilmesinin ardından ekonomi politik stratejisinde ve dış politikasında değişim eşiğinde olan ABD örneğinde irdeleyelim.
Emperyalizmin »küreselleşme« adı altında yerkürenin bütününe yayılma çabası, başta Wall Street olmak üzere, uluslararası mali piyasalarda faaliyet gösteren mali sermayeye devasa kârlar kazandırdı. »Küreselleşme« süreci uluslararası mali sermaye için, üretimi en kârlı görülen düşük ücret ülkelerine kaydırmayı sağlayarak, bugüne kadar görülmemiş sermaye birikim olanaklarını yaratı. Ancak bu gelişme, başta Asya ülkeleri olmak üzere, dünyanın muhtelif bölgelerindeki düşük ücret ve düşük üretim giderlerinin sağlandığı ülkelerle rekabet edemeyen ABD sınaî sermayesinin aleyhine oldu. Sonucunda, bir zamanların otomotiv devlerinin fabrikaları ile dolu olan Detroit’te olduğu gibi, »Main Street« olarak adlandırılan ABD sanayi mevkilerinde yıkıcı bir deendüstrializasyon ve akabinde yığınsal yoksullaşma süreçleri derinleşti. Bu süreçler bilhassa ABD işçi sınıfının orta ve üst gelir grubundaki kesimleri ile küçük burjuva katmaları derinden etkiledi. Önceleri tek gelirle bütün ailenin yaşam giderleri finanse edilebilirken, bugün iki kişinin tam gün çalışması dahi bu giderleri karşılamaya yetmemekte. Milyonlarca ABD’li işlerini, evlerini, geleceklerini kaybetti. Güncel veriler sosyal felaketin boyutunu açıklamaya yetiyor: bugün 44 milyon ABD vatandaşı devletin dağıttığı gıda karneleriyle açlık sınırında yaşıyor.
Reel gelir kayıpları ve yoksullaşma hızla yayılırken, tekelci ABD burjuvazisi zenginliğine zenginlik katıyor ve Reagan döneminde başlatılarak, bugüne kadar devam eden vergi oranlarını indirme politikaları sayesinde, bir vergi cennetinin nimetlerinden faydalanıyor. Ancak bu politikalar devlet gelirlerinin azalmasına ve devlet borçlarının katlanarak artmasına da yol açtı: ABD’nin bugünkü kamu borçları toplamda 20 trilyon Dolar’a ulaşmış durumda. Dış ticaret açığı 740 milyar Dolar’ı bulan ABD – ki açığın yarısı (365 milyar Dolar) Çin ticaretinden kaynaklanıyor – bu gidişatı Dolar basmaya devam ederek durduramayacak bir noktaya geldi. ABD emperyalizmi, dünya çapındaki hegemonyasını kendi hakimiyeti altındaki ittifaklarla koruma ve olası stratejik rakiplerini dizginleme hedefiyle geliştirilen »Wolfowitz Doktrinini« sürdürme olanaklarının zayıfladığı gerçeğiyle karşı karşıya. Ve tekelci ABD burjuvazisi tam da bu nedenle emperyalist-kapitalist dünya düzeninin oyun kurallarını değiştirmek istiyor, ki Trump’ın önemi bu noktada öne çıkıyor.
Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan yeni ABD yönetiminin dış ticaret açığını azaltmayı ve yurt içi konjonktürü genişletmeyi hedefleyen bir modeli uygulamaya sokmak istediğini okuyabiliriz. Bunun için kapsamlı bir altyapı programı, düzensizleştirmelerin hızlandırılması, enerji masraflarının azaltılması, hâlen 622 milyar Dolar’ı bulan silahlanma bütçesinin artırılması ve gelir vergisi oranlarının azami ölçüde azaltılması planlanıyor (benzeri bir vergi reformunu Britanya başbakanı Theresa May de açıklamıştı). »Önce Amerika« (»America first«) sloganı altında vergi indirimleri ve militarizmle donatılmış, korumacı bir yeniden sanayileşme konsepti uygulamaya sokulmak üzere. Trump, kapitalizmin birincil propaganda söylemi olan »serbest ticaret« tanımını radikal bir merkantilist yaklaşımla ele alıyor. Yani ABD üretici güçlerini teşvik ederek, ABD emperyalizminin taşıyıcısı olan federal devletin siyasî ve askerî gücünü genişletmeyi amaçlıyor.
Yeni ABD yönetiminin bu yönelimini NAFTA, TPP ve TTIP gibi serbest ticaret bölgeleri antlaşmalarına yönelik eleştirilerinden ve ikili antlaşmaları favorize etmesinden de okumak mümkün. Trump’ın ABD’li tekellerin yurt içinde üretime ağırlık vermelerine yönelik dayatması, ilân edilen vergi ve gümrük yasaları değişikliği planları ve Çin ile Meksika’ya yönelik tehditleri, sadece ABD’li tekellerin değil, ABD’nde üretim yapan diğer uluslararası tekellerin de ucuz işgücü mevkilerine kaçışlarını durduracak gibi gözüküyor. Aslına bakılırsa, Çin ve Meksika’ya yönelik tehditler, özünde F. Alman emperyalizmi için de geçerli. Her ne kadar ABD mali sermayesinin tekil çıkarları emperyalist-kapitalist dünya düzeninin oyun kurallarının değiştirilmesini zorlaştırsa da, atılması beklenen yeni adımların şimdiden F. Almanya’nın aleyhine olacağını gözüküyor.  ABD’nde faaliyet gösteren F. Alman otomotiv devletine verilen milyarlık cezalar, gidişatın habercisi. F. Alman Şansölyesi Merkel’in açık Trump karşıtlığı boşuna değil.
ABD emperyalizminin bu yeni korumacı politikasının şiddetli sonuçları sadece kapitalizmin merkez ülkelerinde değil, aynı zamanda – muhtemelen daha şiddetli olarak – eşik ülkeleri olarak adlandırılan ülkelerde de hissedilecek. Örneğin ABD’nin Çin ile olan ticaret açığını azaltması, Çin açısından büyük sorunlara yol açacak. Gerçi ÇKP neoliberal dönemin sürdürülebilirliğinin olanaksızlığını önceden görerek, stratejik kararlar almış ve Avrasya piyasalarına yönelme, devasa altyapı programlarına başlama, yurt içi tüketimini artırma önlemleri ve »Yeni İpek Yolu Projesine« yatırım yapma gibi önemli adımlar attı, ancak Çin, en büyük pazarı olan ABD’nin kaybedilmesinin sonuçlarıyla başa çıkabilecek güçte değil. ABD pazarını kaybetmek, Çin için ekonomik ve sosyal felaket anlamını taşıyor. Bu da doğrudan F. Alman emperyalizmi için büyük bir tehdit anlamına geliyor – F. Almanya’nın Çin’e yaptığı 70 milyar Euro’yu aşan ihracat, bu tehdidin büyüklüğünü göstermeye yetiyor.
Tekelci burjuvazinin yanıtı: bizzat sahaya inmek
Ancak Trump yönetiminin uygulamak istediği ulusal sanayi programı, kısmî alanlarda satın alma gücünün ortalamada artmasına yol açsa da, ABD’nin temel sosyal sorunlarını çözebilmek için yeterli olamayacak. Bir kere refah coğrafyalarının zenginliğinin, dünyanın geri kalanının yoksulluğu üzerine kurulu olduğunu biliyoruz. Emperyalist sömürü, kapitalizmin merkez ülkelerindeki görece refahın temelini oluşturuyor. Ama kitlesel tüketim maddelerinin ucuz işgücü mevkilerindeki üretiminin durdurulup, yeniden ABD’nde – ABD’ndeki üretim masrafları temelinde – üretilmeleri, tamamıyla Uzak Asya’nın kölelik koşullarının hakim olduğu bölgelerindeki üretime dayalı olan tüm branşları altüst edecek. Üretim masraflarının artması, kısmî satın alma gücünün artışıyla bağlantılı olarak fiyatların artmasına, yani enflasyonun yükselmesine neden olacak. Buna karşı, ABD’ndeki sendikal hareketin güçsüzlüğü göz önünde tutulursa, enflasyonu karşılayacak reel ücret artışı kazanımları pek olanaklı olamayacak, ki bu da yoksullaşmayı artırarak, zaten yüksek olan toplumsal huzursuzluğu artıracak. İşçi sınıfının  partisinin olmadığı veya zayıf kaldığı tüm ülkelerde olduğu gibi, ABD’nde de bu huzursuzluk kitlelerin hiddetini oy biçiminde milliyetçi-ırkçı-faşist hareketlere kanalize edecek.
Son yıllarda – Obama’nın seçilmesiyle belirli bir gerileme süreci yaşamış olsalar da – ABD sosyal hareketlerinde ırkçılık karşıtı ve sosyal adalet hedefiyle değişim isteyen kıpırdanmalar görülmekte. »Occupy Wall Street«, »Black Lives Matter« gibi farklı toplumsal alanlarda itirazların yükseldiğine tanık oluyoruz. Aynı şekilde kendisini »demokratik sosyalist« olarak tanımlayan sol-liberal Bernie Sanders’in ABD Başkanlık Seçimleri aday adaylığı sürecinde mobilize ettiği kitleler de küçümsenemeyecek bir toplumsal muhalefet potansiyelinin varlığına işaret ediyor. Ve bu potansiyel, henüz bir sistem karşıtı pozisyonda olmasa bile, ABD burjuvazisini son derece rahatsız ediyor.
Gerek böylesi bir potansiyelin kitlesel biçime dönmesini engellemek, gerek ABD emperyalizminin dünya çapındaki hegemonyasını korumak ve gerekse de emperyalist-kapitalist dünya düzeninin bizzat yol açtığı meydan okumalara yanıt vermek için, tekelci burjuvazinin kendisi sahaya iniyor. Burjuvazinin diktatörlüğünden başka bir şey olmayan parlamenter burjuva demokrasisi, tekelci burjuvazinin kendisini şimdiye kadar olduğu gibi, siyasî partiler ve bunların oluşturduğu iktidarlarla temsil ettirmek yerine, siyasî iktidarı kendi eline alarak biçim değiştiriyor. Trump hükümetine atanan isimlere baktığımızda, siyasî iktidarın karar mekanizmalarında tekelci burjuvazinin belirli bir fraksiyonunun oturduğunu görmekteyiz. Trump, anayasaya aykırı olmasına rağmen, damadını kendisine en yakın olan danışmanlık koltuğuna oturtmaktan geri kalmıyor, CNN gibi büyük medya tekellerinin olanaklarını ellerinden alıyor. Böylelikle, devletin geleneksel kurumları ortadan kaldırılmadan ve faşizme (henüz?) gerek duyulmadan parlamenter demokrasi-diktatörlük karışımı bir »Demokratörlük« oluşturuluyor. Elbette daha önce de milyonerlerin de yer aldığı ABD hükümetleri olmuştu, ancak bu sefer siyasî elitleri ve devlet bürokrasisini »hizmetçi« statüsüne indirgeyen bir sermaye fraksiyonu iktidarı ilk kez bizzat kendi eline geçiriyor.
ABD’ndeki bu gelişme, Avrupa’da burjuva demokrasilerinin içinin oyulması, Polonya veya Macaristan gibi ülkelerde parlamentoların izafileştirilmesi ve Türkiye’de başkanlık rejiminin dayatılması, 2017’nin tam anlamıyla »demokratörlük« döneminin başlangıcı olacağını gösteriyor. Ama 2017 aynı zamanda insanlık tarihinde ilk kez ezilen ve sömürülenlerin sınıf iktidarının kurulabileceğini kanıtlayan Büyük Ekim Devriminin 100. Yıldönümü. Büyük Ekim Devrimi, işçi sınıfının iktidarının, yani proletaryanın diktatörlüğünün oluşturulmasıyla en geniş demokrasinin olanaklı olduğunu kanıtlamıştı. Karşı devrimin yarattığı tüm kafa karışıklıklarına, yılgınlığa ve yıkıma rağmen, bu gerçek değişmiyor. Ve bu gerçek de emperyalizme, kapitalist sömürüye, burjuvazinin sınıf tahakkümünün her biçimine karşı verilmesi gereken mücadelenin, enternasyonalist proletaryanın sınıf tahakkümü, yani işçi sınıfının  iktidarı hedeflenmeden güdük ve başarısız kalacağını gösteriyor.

***