Dünyanın kan denizine döndüğü 2016 yılı
bittiğinde, yeni yılda dünyanın değişebileceği umuduna kapılanlar, henüz
2017’nin ilk saatlerinde İstanbul’da gerçekleştirilen cihatçı katliamla hayal kırıklığına
uğradılar. Emperyalist-kapitalist dünya düzeninin vahşi gerçekleri, dünyanın
takvim sayfalarının yırtılmasıyla değil, ancak ve ancak ezilen ve sömürülen
sınıfların ortak mücadelesiyle değiştirilebileceğini bir kez daha kanlı bir
biçimde kanıtladı. Maalesef milliyetçiliğin ve mezhepçiliğin yaydığı vebalı
nefesin zehirlediği geniş emekçi kitleler – aynı zamanda ezilen ve sömürülen
sınıfları temsil etme iddiasında bulunan kimi kesimler de, bunu hâlâ
göremiyorlar. Nitekim sosyal medyada yer alan yılgınlık ve korku dolu mesajlar
buna işaret ediyor.
Ancak şiddeti artarak süren emperyalist
yayılmacılığın ve kapitalist sömürünün esir aldığı dünya hızlı bir şekilde
değişiyor. Zaten değişmeyen tek gerçek değişimin bizzat kendisi değil midir?
Velhasıl, değişen dünya ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma
koşullarını da değiştiriyor, özellikle baskıyı, savaşların sonuçlarını ve
sömürüyü katmerleştiriyor. Bu değişim, bilhassa Avrupalı emperyalist ülkelerin
emekçi halk kitlelerini derinden etkiliyor, kapitalizmin kronik krizlerini
tetikliyor ve şimdiye kadar kendilerini imtiyazlı coğrafyanın koruyucu (!)
şemsiyesi altında zanneden kitleleri güvensizliğe itiyor.
Görüldüğü kadarıyla kapitalizmin merkezi
ülkeleri emperyalist-kapitalist dünya düzeninin doğrudan yol açtığı meydan
okumaların baskısını daha fazla hissedecekler: sermaye birikim fazlalığı krizi,
dünya konjonktüründeki zayıflamalar, ekolojik felaketlerin sonuçları, dünya
çapında göçmen ve mülteci »krizleri«, artan askerî ihtilaflar ve sonucunda terörist
saldırılar, imtiyazlı coğrafyanın halkları arasında korku ve güvensizliği
artırarak refah şovenizminin yaygınlaşmasına, ırkçı-faşist partilerin taraftar
kazanmasına ve otoriter yönetim tandansının destek bulmasına neden oluyor.
Gerek ABD’nde, gerekse de Avrupa’da siyasî
tercihler ve siyasî parti taraftarlığı alanlarında belirgin bir kütlesel kayış
yaşanıyor: bir zamanlar kitlesel tabana sahip olan geleneksel burjuva partileri
büyük üye kayıpları yaşarlarken, ırkçı-faşist partiler daha fazla taraftar kazanıyor,
burjuva partilerinin üye kaybını durdurmak için ırkçı ve sağ popülist söylemi
üstlenmeleri, bu süreci hızlandırıyor. ABD’nde Donald Trump’un başkanlık
seçimini kazanması, Avusturya cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ırkçı-faşist aday
Norbert Hofer’in yüzde 48 oranında oy alması, Britanya halklarının »Brexit«
kararına onay vermesi, F. Almanya’nın çeşitli eyaletlerinde ırkçı AfD’nin iki
haneli oy oranları toplaması ve 2017 Eylül’ünde yapılacak olan Federal
Parlamento seçimlerinde barajı kolaylık aşma olasılığı ile Fransa, Hollanda ve
İtalya’da ırkçı-faşist partilerin siyasî gündemi belirleyecek güce erişmiş
olmaları, bu görüngüyü güçlendiriyor.
Refah toplumundan, korku
toplumuna
Kimi sol-liberal yorumcunun »tarihsel dönüm
noktası« olarak nitelendirdiği bu görüngünün, yani kapitalizmin merkez
ülkelerinde milliyetçiliğin, ırkçılığın, refah şovenizminin ve sağ popülizmin
güçlenmesinin ardında reel ekonomik, sosyal ve kültürel yoksunluk korkuları
yatmaktadır. Bu korkuların yaygınlaştığı toplumların refah coğrafyasında
olmaları, ilk bakışta şaşırtabilir. Ne de olsa ırkçı-faşist hareketler ve sağ
popülist partiler özellikle refah düzeyi
yüksek olan ABD, Avusturya, Britanya, Danimarka, F. Almanya, Fransa, Hollanda
ve İsviçre’de güçlenmektedirler. Bu ülkeler kriz ülkeleri olmamakla birlikte,
emperyalist-kapitalist dünya düzeninin de taşıyıcı ülkeleridirler. Diğer
taraftan yapılan araştırmalar, bu ülkelerde yaşayan insanların büyük bir
çoğunluğunun kişisel ekonomik durumlarını iyi ve yaşam kalitelerini yüksek olarak
değerlendirdiklerini gösteriyor.
Peki, o hâlde neden bizzat bu ülkelerde
yukarıda belirttiğimiz süreçlere tanık oluyoruz? Elbette 2008 iktisadî ve mali
krizinin yol açtığı devasa yıkımların ve siyasî kırılmaların etkileri refah
coğrafyasında da hissedildi. Ama bu süreçler en büyük yıkımların gerçekleştiği
ülkelerde değil, zengin ülkelerde görülüyor. Demek ki ekonomik krizler, refah
coğrafyasında ırkçı-faşist hareketlerin gelişmelerini sağlayan temel neden
değil. O hâlde asıl neden nedir?
Bir kere emperyalist ülkelerin
toplumlarında onlarca yıldan beri büyük bir yabancı düşmanı, antisemitik ve
İslam karşıtı potansiyelin var olduğu biliniyor. Bilimsel araştırmalar, bu
potansiyelin sadece ırkçı-faşist gruplar içerisinde değil, aynı zamanda farklı
hacimlerde tüm toplumsal katmanlar arasında var olduğunu gösteriyor.
Kapitalizmin merkez ülkelerinde 40 yıla yakın bir zamandır devam eden
neoliberal dönüşüm, sadece toplumsal bölünme ve parçalanmaları derinleştirmekle
kalmıyor, aynı zamanda işçi sınıfının üretkenliği düşük olan kesimlerini üretim
sürecinin, böylelikle de iktisadî, siyasî, sosyal ve kültürel yaşamın dışına
itiyor. Küçümsenemeyecek bir toplumsal külte, geriye dönüş yolları kapalı
biçimde dışındalanıyor (Exklusion). Bilhassa küçük burjuva katmanların alt-orta
gelir grubundaki kesimleri, her ne kadar bu dışındalanmaya maruz kalmasalar da,
sürekli içinden kurtulamayacakları bir yoksullaşma girdabına itilme korkusuyla
yaşıyorlar. Bu korkuları, Euro bölgesinin içinde bulunduğu kriz, temsili
burjuva demokrasisinin içinin oyularak daha yetersiz kalışı, yönetici siyasî
elitlerin ve bilhassa ulus devlet üstü kurum olarak AB Komisyonunun aldıkları
kararları etkileyememenin yol açtığı hayal kırıklığını derinleştiriyor.
Emperyalist yayılmacılığın ürünü olan müdahale savaşlarının, işgallerin ve
vekalet savaşlarının yürütüldüğü coğrafyalarda »Batı«ya karşı yükselen itiraz
ve cihatçı terör ile Arap dünyasında devam eden kalkışmalar-karşı devrimler
süreci, »Batı’nın üstünlüğünün sekteye uğradığı« hissini yaygınlaştırıyor.
Emperyalist-kapitalist dünya düzeninin doğrudan sonucu olarak 65 milyona yakın
insanın mülteciliğe itilmesi ve Akdeniz’in »mülteci mezarlığı« hâline gelmesi,
kimseyi rahatsız etmezken, Avrupa’ya ulaşabilen mülteciler »sosyal rakip« ve
kültürel tehdit olarak algılanıyorlar.
Sonuç itibariyle sınaî üretiminin
gerilemesi ve teknolojik ilerleme sonucunda sermayenin ücretli emek
gereksiniminin farklılaşması, çalışma koşullarının ağırlaşması, üretkenliğin
artmasına rağmen reel ücretlerin ve satın alma gücünün gerilemesi; ulus
devletin öneminin azaldığı hissi, göçmen ve mülteci sayısının artması, »kendi
kapımızın önünde« yaşamı tehdit eden terör saldırılarının çoğalması,
yabancılaşma hissini ve korkuları derinleştiriyor. Böylesi bir ortamda açık ve
kozmopolit toplumları reddeden, güçlü ve otoriter ulus devlet savunusu yapan
İslam karşıtı ırkçı-faşist hareketler, korkak küçük burjuva katmanlar için
»cankurtaran simidi« hayaline dönüşüyorlar.
Sağ popülist hareketler bunun yanı sıra
belirli bir sermaye fraksiyonunun, yani genellikle hisse çoğunluğu bir ailenin
elinde olan küçük ve orta ölçekli şirketlere sahip sermaye kesimleri için bir
araç hâline gelmişlerdir. Bu hareket ve partilerin savundukları ulusal pazar
temelli ekonomi politikaları, çelişiyor görünseler de, uluslararası tekellerin
belirlediği temel politikalara eklemlenme ve parlamenter burjuva demokrasisinin
»olanaklarıyla« siyasî iktidara (küçük) ortak olma amacının bir ifadesidir.
Aynı zamanda ırkçılığı ve milliyetçiliği körükleyerek, emekçilerin dikkatini sorunların
temel nedenlerinin üzerinden çekme, emperyalist yağmadan pay alma umudunu yayma
ve kapitalist sömürüye toplumsal rıza kazandırma işlevini de görmektedirler.
Main Street, Wall Street’e
karşı mı?
Konuyu, Trump’ın seçilmesinin ardından
ekonomi politik stratejisinde ve dış politikasında değişim eşiğinde olan ABD
örneğinde irdeleyelim.
Emperyalizmin »küreselleşme« adı altında
yerkürenin bütününe yayılma çabası, başta Wall Street olmak üzere, uluslararası
mali piyasalarda faaliyet gösteren mali sermayeye devasa kârlar kazandırdı.
»Küreselleşme« süreci uluslararası mali sermaye için, üretimi en kârlı görülen
düşük ücret ülkelerine kaydırmayı sağlayarak, bugüne kadar görülmemiş sermaye
birikim olanaklarını yaratı. Ancak bu gelişme, başta Asya ülkeleri olmak üzere,
dünyanın muhtelif bölgelerindeki düşük ücret ve düşük üretim giderlerinin
sağlandığı ülkelerle rekabet edemeyen ABD sınaî sermayesinin aleyhine oldu.
Sonucunda, bir zamanların otomotiv devlerinin fabrikaları ile dolu olan
Detroit’te olduğu gibi, »Main Street« olarak adlandırılan ABD sanayi
mevkilerinde yıkıcı bir deendüstrializasyon ve akabinde yığınsal yoksullaşma
süreçleri derinleşti. Bu süreçler bilhassa ABD işçi sınıfının orta ve üst gelir
grubundaki kesimleri ile küçük burjuva katmaları derinden etkiledi. Önceleri
tek gelirle bütün ailenin yaşam giderleri finanse edilebilirken, bugün iki
kişinin tam gün çalışması dahi bu giderleri karşılamaya yetmemekte. Milyonlarca
ABD’li işlerini, evlerini, geleceklerini kaybetti. Güncel veriler sosyal
felaketin boyutunu açıklamaya yetiyor: bugün 44 milyon ABD vatandaşı devletin
dağıttığı gıda karneleriyle açlık sınırında yaşıyor.
Reel gelir kayıpları ve yoksullaşma hızla
yayılırken, tekelci ABD burjuvazisi zenginliğine zenginlik katıyor ve Reagan
döneminde başlatılarak, bugüne kadar devam eden vergi oranlarını indirme
politikaları sayesinde, bir vergi cennetinin nimetlerinden faydalanıyor. Ancak
bu politikalar devlet gelirlerinin azalmasına ve devlet borçlarının katlanarak
artmasına da yol açtı: ABD’nin bugünkü kamu borçları toplamda 20 trilyon
Dolar’a ulaşmış durumda. Dış ticaret açığı 740 milyar Dolar’ı bulan ABD – ki
açığın yarısı (365 milyar Dolar) Çin ticaretinden kaynaklanıyor – bu gidişatı
Dolar basmaya devam ederek durduramayacak bir noktaya geldi. ABD emperyalizmi,
dünya çapındaki hegemonyasını kendi hakimiyeti altındaki ittifaklarla koruma ve
olası stratejik rakiplerini dizginleme hedefiyle geliştirilen »Wolfowitz
Doktrinini« sürdürme olanaklarının zayıfladığı gerçeğiyle karşı karşıya. Ve
tekelci ABD burjuvazisi tam da bu nedenle emperyalist-kapitalist dünya
düzeninin oyun kurallarını değiştirmek istiyor, ki Trump’ın önemi bu noktada
öne çıkıyor.
Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan yeni
ABD yönetiminin dış ticaret açığını azaltmayı ve yurt içi konjonktürü
genişletmeyi hedefleyen bir modeli uygulamaya sokmak istediğini okuyabiliriz.
Bunun için kapsamlı bir altyapı programı, düzensizleştirmelerin
hızlandırılması, enerji masraflarının azaltılması, hâlen 622 milyar Dolar’ı
bulan silahlanma bütçesinin artırılması ve gelir vergisi oranlarının azami
ölçüde azaltılması planlanıyor (benzeri bir vergi reformunu Britanya başbakanı
Theresa May de açıklamıştı). »Önce Amerika« (»America first«) sloganı altında
vergi indirimleri ve militarizmle donatılmış, korumacı bir yeniden sanayileşme
konsepti uygulamaya sokulmak üzere. Trump, kapitalizmin birincil propaganda
söylemi olan »serbest ticaret« tanımını radikal bir merkantilist yaklaşımla ele
alıyor. Yani ABD üretici güçlerini teşvik ederek, ABD emperyalizminin
taşıyıcısı olan federal devletin siyasî ve askerî gücünü genişletmeyi
amaçlıyor.
Yeni ABD yönetiminin bu yönelimini NAFTA,
TPP ve TTIP gibi serbest ticaret bölgeleri antlaşmalarına yönelik
eleştirilerinden ve ikili antlaşmaları favorize etmesinden de okumak mümkün.
Trump’ın ABD’li tekellerin yurt içinde üretime ağırlık vermelerine yönelik
dayatması, ilân edilen vergi ve gümrük yasaları değişikliği planları ve Çin ile
Meksika’ya yönelik tehditleri, sadece ABD’li tekellerin değil, ABD’nde üretim
yapan diğer uluslararası tekellerin de ucuz işgücü mevkilerine kaçışlarını
durduracak gibi gözüküyor. Aslına bakılırsa, Çin ve Meksika’ya yönelik
tehditler, özünde F. Alman emperyalizmi için de geçerli. Her ne kadar ABD mali
sermayesinin tekil çıkarları emperyalist-kapitalist dünya düzeninin oyun
kurallarının değiştirilmesini zorlaştırsa da, atılması beklenen yeni adımların
şimdiden F. Almanya’nın aleyhine olacağını gözüküyor. ABD’nde faaliyet gösteren F. Alman otomotiv
devletine verilen milyarlık cezalar, gidişatın habercisi. F. Alman Şansölyesi
Merkel’in açık Trump karşıtlığı boşuna değil.
ABD emperyalizminin bu yeni korumacı
politikasının şiddetli sonuçları sadece kapitalizmin merkez ülkelerinde değil,
aynı zamanda – muhtemelen daha şiddetli olarak – eşik ülkeleri olarak
adlandırılan ülkelerde de hissedilecek. Örneğin ABD’nin Çin ile olan ticaret
açığını azaltması, Çin açısından büyük sorunlara yol açacak. Gerçi ÇKP
neoliberal dönemin sürdürülebilirliğinin olanaksızlığını önceden görerek, stratejik
kararlar almış ve Avrasya piyasalarına yönelme, devasa altyapı programlarına
başlama, yurt içi tüketimini artırma önlemleri ve »Yeni İpek Yolu Projesine«
yatırım yapma gibi önemli adımlar attı, ancak Çin, en büyük pazarı olan ABD’nin
kaybedilmesinin sonuçlarıyla başa çıkabilecek güçte değil. ABD pazarını
kaybetmek, Çin için ekonomik ve sosyal felaket anlamını taşıyor. Bu da doğrudan
F. Alman emperyalizmi için büyük bir tehdit anlamına geliyor – F. Almanya’nın
Çin’e yaptığı 70 milyar Euro’yu aşan ihracat, bu tehdidin büyüklüğünü
göstermeye yetiyor.
Tekelci burjuvazinin yanıtı:
bizzat sahaya inmek
Ancak Trump yönetiminin uygulamak istediği
ulusal sanayi programı, kısmî alanlarda satın alma gücünün ortalamada artmasına
yol açsa da, ABD’nin temel sosyal sorunlarını çözebilmek için yeterli
olamayacak. Bir kere refah coğrafyalarının zenginliğinin, dünyanın geri
kalanının yoksulluğu üzerine kurulu olduğunu biliyoruz. Emperyalist sömürü,
kapitalizmin merkez ülkelerindeki görece refahın temelini oluşturuyor. Ama
kitlesel tüketim maddelerinin ucuz işgücü mevkilerindeki üretiminin durdurulup,
yeniden ABD’nde – ABD’ndeki üretim masrafları temelinde – üretilmeleri,
tamamıyla Uzak Asya’nın kölelik koşullarının hakim olduğu bölgelerindeki
üretime dayalı olan tüm branşları altüst edecek. Üretim masraflarının artması,
kısmî satın alma gücünün artışıyla bağlantılı olarak fiyatların artmasına, yani
enflasyonun yükselmesine neden olacak. Buna karşı, ABD’ndeki sendikal hareketin
güçsüzlüğü göz önünde tutulursa, enflasyonu karşılayacak reel ücret artışı
kazanımları pek olanaklı olamayacak, ki bu da yoksullaşmayı artırarak, zaten
yüksek olan toplumsal huzursuzluğu artıracak. İşçi sınıfının partisinin olmadığı veya zayıf kaldığı tüm
ülkelerde olduğu gibi, ABD’nde de bu huzursuzluk kitlelerin hiddetini oy
biçiminde milliyetçi-ırkçı-faşist hareketlere kanalize edecek.
Son yıllarda – Obama’nın seçilmesiyle
belirli bir gerileme süreci yaşamış olsalar da – ABD sosyal hareketlerinde
ırkçılık karşıtı ve sosyal adalet hedefiyle değişim isteyen kıpırdanmalar
görülmekte. »Occupy Wall Street«, »Black Lives Matter« gibi farklı toplumsal
alanlarda itirazların yükseldiğine tanık oluyoruz. Aynı şekilde kendisini
»demokratik sosyalist« olarak tanımlayan sol-liberal Bernie Sanders’in ABD
Başkanlık Seçimleri aday adaylığı sürecinde mobilize ettiği kitleler de
küçümsenemeyecek bir toplumsal muhalefet potansiyelinin varlığına işaret
ediyor. Ve bu potansiyel, henüz bir sistem karşıtı pozisyonda olmasa bile, ABD
burjuvazisini son derece rahatsız ediyor.
Gerek böylesi bir potansiyelin kitlesel
biçime dönmesini engellemek, gerek ABD emperyalizminin dünya çapındaki
hegemonyasını korumak ve gerekse de emperyalist-kapitalist dünya düzeninin
bizzat yol açtığı meydan okumalara yanıt vermek için, tekelci burjuvazinin
kendisi sahaya iniyor. Burjuvazinin diktatörlüğünden başka bir şey olmayan
parlamenter burjuva demokrasisi, tekelci burjuvazinin kendisini şimdiye kadar
olduğu gibi, siyasî partiler ve bunların oluşturduğu iktidarlarla temsil
ettirmek yerine, siyasî iktidarı kendi eline alarak biçim değiştiriyor. Trump
hükümetine atanan isimlere baktığımızda, siyasî iktidarın karar
mekanizmalarında tekelci burjuvazinin belirli bir fraksiyonunun oturduğunu
görmekteyiz. Trump, anayasaya aykırı olmasına rağmen, damadını kendisine en
yakın olan danışmanlık koltuğuna oturtmaktan geri kalmıyor, CNN gibi büyük
medya tekellerinin olanaklarını ellerinden alıyor. Böylelikle, devletin
geleneksel kurumları ortadan kaldırılmadan ve faşizme (henüz?) gerek duyulmadan
parlamenter demokrasi-diktatörlük karışımı bir »Demokratörlük« oluşturuluyor.
Elbette daha önce de milyonerlerin de yer aldığı ABD hükümetleri olmuştu, ancak
bu sefer siyasî elitleri ve devlet bürokrasisini »hizmetçi« statüsüne
indirgeyen bir sermaye fraksiyonu iktidarı ilk kez bizzat kendi eline
geçiriyor.
ABD’ndeki bu gelişme, Avrupa’da burjuva
demokrasilerinin içinin oyulması, Polonya veya Macaristan gibi ülkelerde
parlamentoların izafileştirilmesi ve Türkiye’de başkanlık rejiminin
dayatılması, 2017’nin tam anlamıyla »demokratörlük« döneminin başlangıcı
olacağını gösteriyor. Ama 2017 aynı zamanda insanlık tarihinde ilk kez ezilen
ve sömürülenlerin sınıf iktidarının kurulabileceğini kanıtlayan Büyük Ekim
Devriminin 100. Yıldönümü. Büyük Ekim Devrimi, işçi sınıfının iktidarının, yani
proletaryanın diktatörlüğünün oluşturulmasıyla en geniş demokrasinin olanaklı
olduğunu kanıtlamıştı. Karşı devrimin yarattığı tüm kafa karışıklıklarına,
yılgınlığa ve yıkıma rağmen, bu gerçek değişmiyor. Ve bu gerçek de
emperyalizme, kapitalist sömürüye, burjuvazinin sınıf tahakkümünün her biçimine
karşı verilmesi gereken mücadelenin, enternasyonalist proletaryanın sınıf
tahakkümü, yani işçi sınıfının iktidarı
hedeflenmeden güdük ve başarısız kalacağını gösteriyor.
***