29 Eyl 2010

Beyaz Avrupa’nın sosyal ırkçılığı

Avrupa’da gene bir hayalet dolaşıyor – hayır, komünizmin hayaleti değil, aksine Avrupa toplumlarını bir vebalı nefesi gibi giderek zehirleyen ve biyolojizm ile kültüralizme dayanan sosyal ırkçılığın hayaleti dolaşıyor. Tüm Avrupa’da ırkçı ve sağ popülist parti ve hareketlerin peş peşe parlamentolara girmelerine ve bu şekilde yerleşik diğer partileri de »tabu kırmaya« ittiklerine tanık olmaktayız. Alman Federal Bankası’nın eski yönetim kurulu üyesi Thilo Sarrazin gibi medyada, üniversitelerde, kurumlarda ve partilerdeki elitler, Avrupa modernizminin »eşitlik, kardeşlik, özgürlük« gibi değerlerini – şimdilik toplumun bir kesimi için – geçersiz kılmaya çalışıyorlar.

Otuz yıldan beri devam eden neoliberal dönüşümden, sosyal devlet kazanımlarının erozyonundan, çalışma ve yaşam koşullarının kötüleşmesinden ve Avrupalı kültürlerinin tehdit (!) altında olduğuna inandırılmalarından bunalan Avrupa çoğunluk toplumları giderek körleşmekte ve sosyal sorunlar ile toplumsal çelişkilerin gerçek nedenlerini görebilme yetilerini kaybetmektedirler.
Avrupa’ya yönelik göçün ve bundan kaynaklanan meydan okumaların skandalize edilmesi, bilimselliği son derece şüpheli bir takım verilere dayanan alçak iddialarla olağan bir durum hâline getirilmeye çalışılıyor. Aslında asıl sorun bu skandalize etme girişimi değil, iddiaların inanılır ilân edilmesidir. Çünkü bilim insanlarından, gazetecilerine ve politikacılarına kadar toplum nezdinde tanınmış bir çok isim, bu iddiaların tartışılmasının meşru olduğunu ve böylelikle de sahiden bilimsel verilere dayandığını halka telkin etmeye çalışıyorlar.

Bu nedenle güncel tartışmanın soğuk kanlı olarak sürdürülmesine yönelik çağrılar, özünde hiç bir reel dayanağı olmayan iddiaları meşru hâle getirmeye yaramakta ve aynı zamanda da toplumsal gerçeklerin, yani Avrupa’da bir göç toplumu içerisinde yaşadığımız gerçeğinin ve toplumsal ilişkileri maddî getirisi olup olmayacağına göre değerlendirip, yoksulları ve göçmenleri »topluma yük, gereksiz nüfus« olarak nitelendirilen tanımların, bir burjuva toplumunda dahi kabul edilemez olduğunun üstünü örtmektedir. Özellikle küresel iktisadî kriz bağlamında, krizin faturasının kimlere çıkartılacağı bu tartışmalarla belli olmaktadır.

Göçün onyıllardan beri, çoğunluk toplumlarının dikkatini sosyal ve ekonomik sorunların asıl nedenlerinin üzerinden çekmeye yarayan bir »günah keçisi politikası« lehine kullanıldığını söylemek için tarihçi olmaya gerek yok. Egemen politika geçmişte süregelen göçe bilinçli olarak realiteyi kabullenmeme, tabulaştırma ve görmemezlikten gelme ile yanıt verdi. Kurumsallaştırılmış dışlama ve ayırımcılık mekanizmaları ve göçmenler ile mültecilerin, »kültürel özelliklerinden dolayı entegre olamayan sosyal sorun grupları« stigmatize edilmeleriyle, ırkçı argümanları meşrulaştıran temeller oluşturulmuştu.

Bugün ise kendi kendilerini toplumun taşıyıcı güçleri olarak ilân eden Sarrazin tipi elitler, diğer toplumsal grupların var oluşları hakkında karar verme yetkisine »doğuştan« sahipmiş gibi davranmakta ve müslüman göçmenler ile mültecileri, özellikle »biyolojik ve kültürel zayıflıkları« diye lanse ettikleri tespitlerini demagojik bir biçimde öne çıkararak, Avrupa’nın geleceğini »tehdit eden potansiyel« olarak ilân etmektedirler. Ancak bu yeni sosyal ırkçılık sadece müslümanlara yönelmekle kalmamakta, aynı zamanda çoğunluk toplumuna mensup yoksullar, işsizler ve yardıma muhtaç olan insanlar da »sosyal parazitler« olarak deklare edilmektedirler. Sosyal ırkçılık bütün çirkinliği ile gün yüzüne çıkartılmaktadır.

Avrupa’nın neoliberal elitlerinin bu topyekün ideolojik saldırısında hiddetlenilmesi gereken sadece bu sosyal ırkçılık değil, aynı zamanda ve özellikle burjuva toplumlarında var olan hiyerarşilerinin değişmezliğine ve daha iyi bir yaşam için verilen mücadelenin gereksizliğine dair yapılan çıkarsamalardır.
Senaryo bütünsel olarak Avrupa genelinde vizyona sokulmuş durumda. Avusturya’da, Belçika’da, Fransa’da, Hollanda’da, İspanya’da, İsviçre’de, en son İsveç’te ve uzun dönemdir İtalya’da parlamentolara giren aşırı sağ popülist / İslam karşıtı ve neofaşist partiler, Avrupa toplumlarının olağan politik yaşamının bir parçası hâline gelmişlerdir. Hatta İtalya’nın kuzey bölgelerinde yükselmiş olan »Güney İtalyan karşıtlığı« veya Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Romanya gibi yeni AB üyesi ülkelerin toplumlarındaki »Sinti ve Roman karşıtlığı« aynı ulusa ait olmak kadar doğal bir davranış biçimi hâline gelmiştir. Bu ülkelerdeki hıristiyan-demokrat, liberal, sosyaldemokrat ve yeşil partiler de reel oy kaygılarının da katkısıyla, aşırı sağdan gelen baskılara göre politikalarını biçimlendirmekte ve böylelikle yeni bir sosyal ırkçılığa taban yaratmaktadırlar.

Aynı kurguyu Almanya’da da görmek olanaklıdır. CDU’dan istifa eden ve kendilerini hıristiyan-demokratların muhafazakâr kanadı olarak lanse eden bazı tanınmış isimler, partilerinin bu sağ popülist dalgadan pay alabilmesi için Sarrazin’in tezlerine dört elle sarılmaktadırlar. Çoğunluk toplumunun travmalarından kaynaklanan sosyal ırkçı histeri, neoliberal dönüşüm ve dış politikanın militaristleştirilmesi planlarına dayanak olarak kullanılmak istenmektedir. Çünkü farklı gruplarına ayırımcı davranan toplumlar, otoriter, antidemokratik, baskıcı ve yaptırımcı politikalar, Avrupa egemenlerinin küresel çıkarlarının korunması için en iyi besleyici toprak durumundadır.

Toplumsal ve ekonomik sorunların, yoksulluğun yaygınlaşmasının, işsizliğin artmasının ve gelecek güvencesizliğinin derin bir toplumsal korkuya dönüşmesinin temel nedeninin süren göç ve göçmenlerin varlığının olmadığı, aksine on yıllardır mütemadiyen uygulanan politikaların bunları yarattığını çoğunluk toplumlarına ikna edici bir biçimde anlatabilecek tek güç olan Avrupa toplumsal ve politik solu ise, bu durum karşısında bir türlü sessizliğini bozmamaktadır. Avrupa merkezci ve beyaz paradigma, maalesef Avrupa solunu da esir almıştır. Halbuki sorunun müslümanlar ve yoksullar olmadığını, aksine sürekli yoksulluk, ekolojik felaket, savaş, ırkçılık ve diğer göç nedenlerini üretenin kapitalizm olduğunu soldan iyi bilen yok. Kendisini sınırlamalar ve dışlama ile belirleyen burjuva toplumunun travmalarının tek panzehirinin demokratikleşme olduğunu da. Avrupa solu, birikimine dayanarak nihayet ırkçılık ve şövenizm ile, toplumsal bölünmelerin, sosyal ve demokratik hak budanımının, demokrasinin içinin boşaltılmasının, savaş ve işgallerin, yani kısacası neoliberal ve emperyalist politikalarla doğrudan bağlantılı olduğunu kavramak zorundadır. Aksi takdirde neoliberalizm ile emperyalizmin piyonu hâline gelecektir.

Göçmenlerin ve mültecilerin doğal müttefiki olması gereken toplumsal güçlerin suskunluğu, göçmen ve mültecileri imtiyazlı dünya coğrafyasının ezilenleri olarak yeni bir görevle karşı karşıya bırakıyor: kendi özgürlükleri için mücadele ederek, Avrupa’nın çoğunluk toplumlarının demokratik dönüşümünün kıvılcımı olmak! Hep toplumun en zayıfının perspektifinden geliştirilen ve demokrasiyi olgunlaşmış bir süreç olarak değil, sürekli yenilenmesi gereken bir demokratikleşme süreci olarak algılayıp, Avrupa çapında yeni, özgürlükçü ve demokratik bir toplumsal sözleşme için bir anasyonal eşitlik mücadelesini geliştirmek!


Çoğunluk toplumlarının ve siyasî temsilcilerinin, göçmen ve mültecilerin yardıma muhtaç zavallılar olmadıklarını, topluma ait olabilmek için önceden yerine getirmeleri zorunlu kurallara gereksinim duymadıklarını kabullenmeleri gerekiyor. Aynı şekilde, özünde asimilasyondan başka bir şey olmayan »entegrasyon politikalarına« da. Avrupa toplumları, yaşadığımız coğrafyanın artık bir göç coğrafyası olduğunu kısmen kabul etmiş durumdadırlar. Ancak bu kabul, aynı zamanda yeni bir toplumsal sözleşme ile temellendirilmedikce, hiç bir anlam taşımayacaktır. Avrupa modernizminin temelini oluşturan »her insan eşit doğar« ilkesi, ulusal, etnik, dinî veya cinsel kökenine, ten rengine veya cinsel tercihine bakılmaksızın her insanın doğuştan elde ettiği haklarını kullanabilmesi ve bunun koşullarının yaratılmasını zorunluluğunu doğurur. Eğer Avrupa toplumları, demokrasinin beşiği olarak gördükleri coğrafyada politik ve sosyal, bireysel ve kolektif hakların bir bütün olduğuna inanıyorlarsa, bu hakların, toplumun sadece bir kesimine tanınıp, diğer kesimine tanınmamasıyla hak olmaktan çıktığını ve zulüm olduğunu kabullenmeleri gerekir.

Bunun için de çağımızın vebası olan »ulusun« aşılması, sonucunda toplumun ezici çoğunluğunun çıkarına olan kurtuluşçu bir stratejinin geliştirilmesi, Avrupa merkezci ve beyaz yaklaşımları, aynı faşizm, ırkçılık ve şövenizm gibi toplumsal kabul görmeyen davranışlar hâline dönüştürecek yeni bir toplumsal sözleşme gereklidir.

Bunu yapabilmenin ise tek bir yolu vardır: Avrupa’nın göçmenleri, örgütlenip birleşiniz! Kendinizden başka hiç kimse, haklarınız ve özgürlükleriniz için mücadele etmeyecektir. Özgürlük ve demokrasi ancak kendi eseriniz olduğunda, gerçek bir özgürlük ve gerçek bir demokrasi olacaktır!