24 Ara 2010

Suikast!

Okuduğum kadarıyla AKP genel başkan yardımcısı Ömer Çelik bey, »son özerklik tartışmalarını, resmî dilin iki dilli olması tartışmalarını, ben Türkiye’deki gerçek demokratikleşme sürecine, gerçek açık toplum arayışlarına suikast teşebbüsü olarak görüyorum« diye buyurmuş. Ayrıca, Demokratik Özerklik ve Anadil taleplerinin »siyaseti ve kültürü radikalleştirdiğini« söylemiş.

Son günlerde Türkiye gündemini belirleyen Demokratik Özerklik tartışmaları görüldüğü kadarıyla egemenleri bir hayli zora sokmuş. Kaderin garip cilvesi de, aynı tartışmaların Türkiye’nin her fırsatta ah ne kadar demokrat olduğunu vurgulamak zorunda kalan aydın kesimlerinin kafasını karıştırmış olması. »Kürtler ne istedikleri konusunda net değil« lafazanlığından, »yanlış zamanda yapılan çıkışlarla, huzursuzluk yaratılıyor« biçiminde suçlamalara kadar çeşitli yorumları okumak olanaklı.

Halbuki bilhassa mürekkep yalamış, tarih okumuş olan »aydınlarımızın« insanlık tarihinde ne tür demokratik ve özerk denemelerin olduğunu, en azından bir Paris Komünü deneyimini veya 1918 Devrimi’nden sonra Almanya’nın çeşitli kentlerinde oluşturulan Şura Cumhuriyetleri’ni, 1919’da Béla Kun’un Macaristan’da ilân ettiği Şura Cumhuriyeti’ni; onlar olmadı Michail Bakunin’nin, Karl Marx’ın ve V.I.Lenin’in komünler ve şuralar üzerine yazdıklarını, hadi bunlar eskidi diyelim, Hannah Arendt’in Amerikan Devrimi’ni temel alarak »Şuraların Basit Demokrasisi« üzerine yazdıklarını veya Michael Albert’in »Parecon«unda örnek verdiği katılımcı iktisatı veyahutta Takis Fotopoulos’un »Inclusive Democracy« adlı eserinde büyüme ve piyasa ekonomisinin krizine yönelik verdiği yanıtları okumuşlardır herhalde. Yeri geldiğinde bir kaç dil bilen, Avrupa ve Amerika’yı gören »aydınlarımız« kıyısından köşesinden konuyla ilgili bir sürü eser olduğunu bilmiyor olamazlar.

»Canım, ecnebîlerden bize ne« denirse eğer, bir zahmet Metin Yeğin’in henüz üzerindeki baskı mürekkebi kurumamış olan »Gerillanın Barışı« adlı eserini ve içerisinde yer alan Latinamerika deneyimlerini okusunlar. O zaman Demokratik Özerklik talebinin ne anlama geldiğini öğrenebilirler.

Ömer Çelik’e gelince; Avrupa’daki neoliberal ustalarından bir hayli şey öğrenmiş denilebilir. Kavramların içini boşaltıp, yeni anlamlar yükleyerek olabildiğince demokratik talepleri »tu kaka!« diye lanse etmede doğrusu bu AKEPE’lilerin üstüne yok. Avrupa’da da neoliberal elitler böylesi yöntemlere başvurduklarında kendime hep sormuşumdur: yahu bunları dinleyen ve sözlerini olduğu gibi yayımlayan gazetecilerin hiç birisi mi soru sorma, »bey efendi, demagoji yapıyorsunuz, söyledikleriniz doğru değil« deme cesaretine sahip değil diye. Eh Avrupalı meslektaşları böyle olunca, yeri geldiğinde »bağımsızlıklarına« toz kondurmayan Türkiyeli gazeteciler de farklı davranmıyor. Yani adı üstünde Demokratik Özerklik, yani yerinden yönetim, yani halkın yönetime katılımı, yani özyönetim ve kendi anadilini konuşma hakkı, yani insanın doğuştan elde ettiği bir hak...

Bunların neresi »gerçek demokratikleşme sürecine, gerçek açık toplum arayışlarına suikast teşebbüsü« Allah aşkına? Dünyanın neresinde görülmüş iki dilin konuşulduğu, yerinden yönetimin ve halkın yönetime katılımının sağlandığı yerlerde demokrasiye ters düşen bir şeylerin olduğu? Daha önce yazmıştım: yaşamınızda hiç mi Güney Tirol’e gitmediniz? Orada iki değil, üç tane resmî dil var. Yerel parlamentolar, yerel yönetimler hiç bir rahatsızlık olmadan merkezî hükümetle ilişkilerini sürdürüyorlar. Ne ülke bölünmüş, ne de halk birbirini boğazlamış. Tam tersine gül gibi, hem de refah içerisinde geçiniyorlar. Ya da Kanada’yı ele alın. Quebec eyaletini örneğin. Veya Almanya’da Danimarkalı ve Sorblu azınlıklara tanınan hakları. Veya AB’nin Yerel Yönetimler Şartı’nı. Koskoca AKEPE’nin genel başkan yardımcısının bunlardan da haberi yok mu?

Ama Çelik’in hakkını yememek lazım. Demokratik Özerklik ve anadil talepleri siyaseti ve kültürü gerçekten radikalleştiriyor. Radikal, yani sorunun köküne inen çözüm önerileri getiriliyor. Halkın söz sahibi olduğu bir demokrasiden bahsediliyor. Zaten bu radikalliktir egemen cepheyi, »aydın« geçinenleri korkutan. Lafazanlıklar, demagojiler bunun için. Hiç kuşkusuz, korktukları devrimci demokrasidir.

Peki, Kürtler sahiden ne istediklerini biliyorlar mı? Bakın bu iyi bir soru, onu da başka bir yazıda ele alalım.

**********************

Bu yazıyı okurken (25 Aralik 2010), aklınızın bir tarafı Galatasaray Meydanı’nda olsun. Cumartesi Anneleri bugün saat 12.00’de beyaz başörtüleri ve ellerinde kaybedilen yakınlarının fotograflarıyla 300. eylemlerini gerçekleştirecekler. Şahsen yanlarında olamayacağım, onların dertlerine ortak, taleplerine paydaş olamayacağım için üzgünüm. Ama siz İstanbul’daki okurlarımızın onların yanına gidip, beş dakikalığına da olsa destek çıkabilirsiniz. Cumartesi Annelerine sahip çıkmak, onlara destek olmak her demokratın, her devrimcinin görevi olmalıdır. Çağrım size. Bugün Galatasaray’a gidiniz.