10 Aralık 1948
tarihli İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi, Madde 9: »Hiç kimse
keyfî olarak tutuklanamaz, alıkonulanamaz veya sürülemez«, Madde 10: »Herkes, haklarının,
vecibelerinin veya kendisine karşı cezaî mahiyette herhangi bir isnadın
tespitinde, tam bir eşitlikle, davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme
tarafından adil bir şekilde ve açık olarak görülmesi hakkına sahiptir«.
18 Aralık 2011, T.C. Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay: »Tek yönlü uyguladığımız entegre bir stratejimiz var devlet olarak.
Sınır ötesi operasyonlardan, KCK operasyonlarına hepsi koordinasyon içinde,
tartışılmış, kararlaştırılmış, planlanmış ve yürütülmektedir«.
Gün olur, insanın işi başından aşkındır, yazdıklarına ara
verir. Ama gün olur, iki elin kanda da olsa, sesini çıkartmazsan aynaya
bakamazsın. 20 Aralık 2011 günü tek merkezden planlanmış, kararlaştırılmış ve
emredilmiş polis baskınları ve tutuklamaların haberini aldığımda, bugün o
gündür dedim kendi kendime.
Emperyalist hırslarını saklamayan, iktidarını perçinlemek
için hukuku eğen, yürürlükte olan kendi anayasası ve ceza yasası hükümlerini
(bırakın uluslararası hukuku) ayaklar altına alan, keyfiyeti ve siyasî
motivasyonu geçerli hukuk yapan ve »Düşman Ceza Hukuku«nu uygulamaya sokan bir
devlet, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve BM Şartı’na göre bir »Haksızlık
Devleti«, bir »Despot Devlet«tir. Haksızlığa ve despotluğa karşı direniş
göstermek ise, yurttaşlık görevidir.
Almanya’nın uzun zamandır Türkiye’deki karar vericileri
»hukukî yollarla« ilgili olarak eğittiği biliniyor. Ama görüldüğü kadarıyla
Türkiye karar vericileri asıl hocalarını Alman hukukçu Günther Jakobs’da bulmuşlar. Jakobs 1985 yılında »Düşman Ceza
Hukuku« tanımlamasını yapmıştı. Bu tanıma göre, »devlet düşmanı« olarak görülen
kişi yurttaşlık haklarından mahrum bırakılır ve devlet bu kişiye karşı her
türlü »aracı« kullanmaya yetkilidir. »Düşman Ceza Hukuku« devleti, demokratik
hukuk devleti esaslarından muaf tutar. Yani Guantanamo’lar veya Özel
Yetkili Ceza Mahkemeleri olanaklı olur, yargı hükümetin kontrolü altında ve
direktiflerine göre hareket eder.
Devlet ve rejimi despotik olunca, başbakanın yardımcısı »herşeyin« yani bombardımanların, kirli
savaşın, keyfî tutuklamaların, medyadaki yargısız infazların, zorunlu hâllerde
istisnaî bir öntedbir olan tutuklamaların başlı başına ve yürürlükteki yasalara
aykırı olarak bir cezalandırma biçimine getirilmesinin, güdük de olsa
»demokrasinin« rafa kaldırılmasının ve »Kuvvetler Ayrılığı İlkesinin« geçersiz
kılınmasının »tek merkezden planlı bir
biçimde gerçekleştirildiğini« itiraf eder, devletin başı »devletin gücünün, herkesin gücünden daha
güçlü olduğunu içeride ve dışarıda herkesin bilmesi gerekir, dolayısıyla son
operasyonlarımız hep bu yöndedir. Ümit ederiz ki; içeride ve dışarıda herkes,
kendine bundan bir hisse çıkartır« diyerek despotizmi en yukarıdan teyid
eder.
Evet, sayın Cumhurbaşkanı haklı; herkes kendine bundan
bir hisse çıkartması lazım. Solliberaller ve Tarafgir »entelektüeller« hiç timsah gözyaşı dökmesin. Savundukları,
»demokratikleşiyoruz« dedikleri
devlet böylesine bir devlet. Yarın iktidara ters düşüp, hukuka ihtiyaçları
olduklarında, demokratik hukuk devletinin herkese, er ya da geç, gerekli
olduğunu göreceklerdir. Merak etmesinler, zor duruma düştüklerinde gene biz
baldırı çıplaklar yardımlarına koşacağız. Ama tarihe nasıl not düşüleceklerine
kendileri karar verecektir.
Evet, sayın Cumhurbaşkanı, haklısınız. Biz sosyalistler,
devrimciler, radikal demokratlar bu yaptıklarımızdan kendimize hisse
çıkartıyoruz. Demokratik, eşit ve özgür bir geleceği kurana dek, despotluğunuza
direneceğiz. Doğruyu söylemeye, hukukun üstünlüğünü savunmaya, barış için
mücadele etmeye devam edeceğiz. Şairin dediği gibi, »ipin, kurşunun rağmına« susmayacağız. Kime haksızlık yapılırsa,
kendimize haksızlık yapılmış sayacağız. Tankınıza, topunuza, polis devleti
uygulamalarınıza, özel yetkili savcı ve mahkemelerinize rağmen, tiranların
ilelebet iktidarda kalamayacaklarının bilinciyle, direneceğiz ve konuşacağız.
Sözümüz söz: Susan namerttir!