Birleşmiş Milletler Şartı esas itibariyle savaşın uluslararası hukuka aykırı olduğunu kabul eder. BM Şartı’nın 2. Maddesi, 4. Fıkraında bu özellikle belirtilmiştir. BM Şartı’nı imzalayan ülkeler, buna uymakla yükümlüdür.
Diğer taraftan, savaşın buna rağmen realite olması nedeniyle iki temel hukuksal kural kabul edilmiştir: ius ad bellum, yani savaş yürütmenin yasallığı üzerine ve ius in bello, yani savaşta hukuk. BM Şartı silahlı saldırıya karşı kendini silahla savunmayı kabul eder, ama 51. Madde’de belirtildiği gibi, »Güvenlik Konseyi gerekli tedbirlere alana kadar« koşulunu koyar. Şiddet yasağı esas itibariyle geçerlidir.
Savaş, yasallığı ancak Den Haag Sözleşmesi, bilhassa Den Haag Kara Harbi Kuralları ve Cenevre Konvansiyonu’na uyulduğu takdirde kazanır. Savaşın, hukuksuzluk alanı olmaması tartışmasının bir sonucudur bu, ki Roma döneminde Cicero’nun »silahlar altında yasalar susar« tespitinin gerçekleşmemesi için uygulamaya sokulmuştur.
Hukuksuz savaş cinayettir, soykırımdır. Savaşta hukuka uymayan, savaş suçu işler. Savaş suçu işleyen devletler ise Den Haag’daki Uluslararası Ceza Mahkemesi önünde hesap vermeye zorlanabilirler. Bunun haricinde kimi ülkeler de savaş suçlarını yargılamak için hukuksal düzenlemelere gitmişlerdir. Örneğin Almanya’da yürürlükte olan Uluslararası Ceza Hukuku gereğince, dünyanın neresinde olursa olsun işlenen her savaş suçu Almanya mahkemelerince kovuşturulabilir.
Teori bu. Pratik uygulamaya bakıldığında, örneğin Irak veya Afganistan Savaşları bağlamında işlenen savaş suçları konusunda pek adım atılmadığı görülür. İşin bir yanı böyle, ama gene de örneğin NATO ülkeleri bile yürüttükleri hukuka aykırı saldırı savaşları için hukuksal gerekçeler bulmaya çalışmaktadırlar. Çünkü savaşta hukuka uyulmaması, dünya çapında bir suç olarak kabul görmektedir.
Hukukçu değilim, ama bir hukuk fakültesinde öğretim üyesi olan bir profesörün BM Şartı’nı ve ius in bello kuralını benden çok daha iyi bildiğini bilirim. Aksi zaten absürd olurdu.
Şimdi, bu böyleyse, yani Anıl Çeçen gibi BM Şartı’nı çok iyi bilen bir profesör, TBMM’nin bir komisyonunda, hem de İnsan Hakları Komisyonu’nda »savaş hukuku lazım«, »hükümranlık alanının bir bölgesinde insan hakları kaldırılmalı«, »40-50 kişilik toplulukları füze ile vurmak lazım« veya »Kürt nüfusun artması önlenmeli« gibi BM Şartı’na ve her türlü demokratik hukuk devleti esaslarına aykırı öneriler sunabiliyorsa, sözün bittiği yerdeyiz demektir.
Kimi okur, hele hukukçuysa, »bu adamı ciddiye bile almamak gerekir« diyebilir. Doğru, aklından zoru olmayan herkesin olağan tepkisi böyle olur. Ancak mesele bu kadar basit değil. Anıl Çeçen’in söyledikleri zaten uygulanmaktadır.
Uygulanmakta olan Düşman Ceza Hukuku’dur, Çeçen’in söylediklerinden tek farkı, resmen ilân edilmemiş olmasıdır. Çeçen sadece fiîli durumun tanımlandırılması gerektiğini söylemektedir.
Fiîli durum, »Terörle Mücadele Kanunu«, özel yetkili mahkeme ve savcılar veya TCK’nun 100. ve diğer maddelerinin T.C. vatandaşlarının bir kesimi için yürürlükten kaldırılması gibi yasal dayanaklar ve Uludere Katliamı’nda olduğu gibi sivillere de yönelik olan askerî şiddet pratiği üzerine kuruludur.
Düşman Ceza Hukuku genişletilmeye de çalışılmaktadır: örneğin bir »Lex Öcalan«, yani kişiye mahsus ceza yasası veya »terör finansmanını« engelleme yasası gibi yasa hazırlıkları gündemde. Hatta Adalet Bakanı daha yasa çıkmadan hakim ve savcılara »terör destekçilerinin mallarına el koymak için gerekli hazırlıkları tamamlama« emrini verdi bile.
Hukukun eğildiği, keyfîyetin ve siyasî otoritenin mahkemeleri yönlendirdiği ve Kuvvetler Ayrılığı İlkesi’nin kaldırıldığı bir ülkede, Çeçen gibi »hukukçuların« böyle önerilerde (!) bulunmalarından daha doğal ne olabilir ki?
Unutulduysa anımsatalım: Avrupa Yahudilerinin yok edilmesine yol açan Nürnberg Irk Yasaları da »hukukçular« tarafından yazılmıştı. Tarihin tekerrürü bu olsa gerek.