PKK kurucularından Sakine Cansız, KNK
Paris temsilcisi Fidan Doğan ve Leyla Söylemez’in Çarşamba akşamı Paris’te son
derece profesyonelce işlendiği şüphe götürmez bir infaza kurban gitmeleri, bir
çok soruyu beraberinde getiriyor ve Kürtlerin haklı tepkisini çekiyor.
Sakine’yi özverili, tutarlı ve öngörüleri hayli güçlü bir insan olarak tanımıştım. Yaşam hikâyesi, iradesini çelikleştirmiş, ama O, dürüst yoldaş sevecenliğinin ve dayanışmacı ruhunun kaybolmasına hiç bir zaman izin vermemişti. Şimdi yok, aynı Fidan ve Leyla gibi. Hiç kuşkusuz yakınları ve yoldaşları onların anılarını zihinlerinde hep taze tutacaklardır. Kürt halkının başı sağolsun.
Tanıdığınız birisinin katledilmesinin hemen
ardından bir yorum yazmak, pek akıllı bir iş gibi görülmeyebilir. Ama özel
olanın politik, Sakine gibi bir insanın öldürülmesinin son gelişmelerle
bağlantılı olduğuna inanıyorsanız, olayı yorumlamanız, en azından »Cui bono?«,
yani »kime yarıyor?« sorusunu sormanız için yeterlidir.
Amacım komplo teorileri üretmek değil,
bazı soruları ortaya koymak, arka planı anlamaya çalışmaktır. Ama önce
Avrupa’daki Kürt kurumlarına bir önerim var: Paris ve Berlin başta olmak üzere,
Avrupa’da ulaşılabilecek en yüksek düzey sorumlularla hemen ilişkiye geçilmeli
ve olayın aydınlatılması için ısrarlı olunmalıdır. Kürt kurumları ile
siyasetçilerinin 24 saat yakından izlendiği Avrupa’da devlet kurumlarının
böylesi bir cinayeti görememeleri, en azından habersiz olmaları olanaksızdır.
Fransız devleti, olayı en kısa zamanda aydınlatmalıdır. Aksi takdirde bu
cinayetlerin sorumluluğuna ortak olmaktan kurtulamayacaktır.
Avrupa’nın göbeğinde ilk kez PKK’nin üst
düzey isimlerinden birisinin planlı bir suikastın hedefi seçilmesi, yeni bir
dönemin başladığına işaret ediyor. Ancak olayı salt PKK ile bağlantılı ele
almak, Kürt Sorunu’nun gerek Türkiye, gerek Kürdistan ve Ortadoğu, gerekse de
küresel kapitalizmin stratejileri açısından önemini, somut gelişmeler ile
bağlantısını görmeyi engelleyecektir. Bu açıdan, neden bu isimler hedef seçildi
ve bu cinayetler kime yarıyor sorusuna yanıt aramak gerekiyor.
Öncelikle Türkiye karar vericilerinin
yargısız infazlar ve zamanında ASALA örneğinde örneğinde görüldüğü gibi,
doğrudan devlet kontrolündeki çeteler ile işlettiği cinayetler konusunda sicili
hayli kabarık olduğundan, bu infazın arkasında
Türkiye kaynaklı bir kararın durduğunu düşünmek için fazlasıyla neden
var. Kaldı ki, AKP genel başkan yardımcısının olayın henüz sıcaklığı geçmeden
yaptığı, »PKK’nin iç hesaplaşması gibi görünüyor« açıklaması ve cinayetlerin
»süreci sabote etme çabası olabileceği« tespiti, son derece şüphe
uyandırıcıdır.
Öyle ya da böyle, kim yapmış olursa olsun,
cinayetlerin Ömer Çelik’in dediği gibi »süreci sabote etmeyi« değil,
görüşmelerin yapıldığı PKK lideri Abdullah Öcalan’a ve doğrudan PKK’nin
kendisine bir sinyal vermeyi hedeflediğini ve Türkiye karar vericilerinin çifte
stratejilerinin açık bir ifadesi olduğunu düşünüyorum. Amed Dicle’nin dün
yazdığı gibi, Başbakan Erdoğan’ın »sizi bulunduğunuz yerde yakalarız«
açıklamasından hemen sonraki Lice saldırısı ve bu üç infaz doğrudan birbiri ile
bağlantılı görülmelidir.
Şahsen çifte stratejinin, yani bir taraftan
fizikî imha yollarının farklı biçimlerde derinleştirilerek sürdürülmesi (ki
siyasî cinayetin, »amaç aracı meşrulaştırır« açıklamasıyla ABD devlet aklı
hâline gelmesinde yardımcı olan Cizvit Yüksek Okulu öğrencisi ve ABD’nin
anti-terör-operasyonlarında İHA’larla yargısız infazlar pratiğini başlatan John
Brennan’ın CIA başkanlığına aday gösterilmesiyle, Türkiye güçlü bir destekçi
kazanmıştır), diğer taraftan da »çözüm« umutları yaratılarak, Kürt hareketinde
sınıfsal ve milliyetçi temelde bölünme hedefiyle görüşme taktikleri
izlenmesinin, »AKP devletinin« önümüzdeki dönemde uygulanacak somut
politikalarının temeli olduğuna inanıyorum. Bu açıdan, yeni cinayetlere
hazırlıklı olunması gerektiğini ve gelişmelerin soğuk kanlı bir biçimde, tüm
diyalektik bağlantılarıyla ele alınmasının zorunlu olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’deki karar vericilerinin, Türkiye
sermayesinin ve artık güçlü bir bileşeni hâline geldiği emperyalist güçlerin
bölgedeki çıkarlarını kollamak, bir »Global Player« olarak Ortadoğu’nun yeniden
düzenlenmesinden olabilecek en büyük payı alabilmek için geliştirdikleri
militarist ve yayılmacı dış politika, içeride üstesinden gelinememiş Kürt
Sorunu’nun tasfiyesini, en azından sivriliklerinin törpülenerek, Kürt
hareketinin marjinal hâle getirilmesini gerektiriyor.
Öcalan ile görüşmelerde »demokratikleşme«
ışığı gören Türkiye demokrasi güçleri, aydınlar ve liberalleri, bu
politikaların faturasının kendilerine de çıkartılacağını ve Öcalan başta olmak
üzere, Kürt hareketinin belirleyici aktörleriyle özgür ve eşit göz hizasında
müzakere yapılmaksızın, »barışın« sağlanamayacağını görmeleri gerekiyor.
Selahattin Demirtaş’ın »demokratik özerklikten vazgeçmedik« açıklamasının,
Kürtlerin hâlâ dik durduğunu gösterdiğini unutmamaları gerekiyor. Cinayetlerin
ifşa ettiği gerçek şudur: Barışçıl bir gelecek, ancak Kürdistan Barışı’ndan
geçecektir, yoksa hiç.