»Nasyonalsosyalist Yeraltı« (NSU) adlı cinayet
şebekesinin tesadüfen ortaya çıkmasının ardından başlayan tartışmalar,
neofaşist NPD’nin yasaklanması çabalarıyla devam ediyor. Kimi eyalet hükümeti
Anayasa Mahkemesi’nden yasaklama kararını çıkartmak için adım atarken, kimileri
NPD ile »siyaseten« mücadele edilmesi gerektiğini söylüyor.
Gündemi işgal eden bu tartışmaların kamuoyu görüşünü
manipule etmeye yarayan sis bombaları olduğunu düşünmek için yeterince neden
var. Öncelikle, faşizmin bir görüş değil, suç olduğu konsensüsünden hareketle,
asıl sorunun neofaşizmle nasıl mücadele edileceği olduğunu vurgulamak
gerekiyor. NPD ve benzeri parti ve örgütlerin faaliyetlerinin yasaklanması için
yeni yasalara gerek yok: Bonn Temel Yasası, »demokratik konsensüs« ve
yürürlükteki ceza yasası yeterli. Bunun için önce Anayasayı Koruma Teşkilatı
ajanlarını geri çekmelidir.
Bu işin bir yanı. Diğer soru şu: Doğu eyaletlerinde
ortalama yüzde 4, Batı da ise yüzde 0,7 ile yüzde 2,1 oranında oy alan, son
Federal Seçimlerde yüzde 1,5 oranını aşamayan NPD neden şimdi yasaklanmak
isteniyor? Bazıları NPD’nin ajanlar çekilmeden yasaklanamayacağını ve
mahkemenin red kararının NPD’ye yeni bir meşruiyet kazandıracağını iddia ediyor.
Bu mümkün.
Kanımca nedenlerden bir tanesi de Alman devletinin »suç
üstü« yakalanmış olmasının üstünü örtmek. NSU cinayet şebekesi devletin gizli
servislerinin desteği olmadan 10 yıl boyunca aktif olamazdı. Bu noktada altı
çizilmesi gereken gerçek, neofaşist cinayetlerin asıl suçlusunun doğrudan Alman
devleti olmasıdır.
NPD ve benzeri neofaşist suç örgütlerinin güçlenmesinde
Alman devletinin politikaları da birinci derecede sorumludur.
Kurumsallaştırılan ırkçı politikalar, sosyal-ırkçı tezler, sosyal hakların
etnikleştirilmesi, göçmen ve mültecilerin çoğunluk toplumuna »günah keçileri«
olarak gösterilmeleri, göçmenlerin eşit haklardan mahrum tutulması ve Alman
milliyetçiliğini körükleyen resmî söylem, sosyal devletin yıkılmasından ve
küresel krizlerden etkilenen çoğunluk toplumundaki yabancı düşmanı, ırkçı ve
refah şövenisti yaklaşımları kökleştirdi. Bundan faydalananlar ise neofaşistler
ve diğer yabancı düşmanı aşırı sağcı gruplar oldu.
Bu açıdan altı çizilmesi gereken bir diğer nokta da, asıl
korkutucu olanın toplum çeperinde yerleşik, ama çoğunluk olma şansından
(şimdilik) uzak neofaşizm değil, toplumun merkezinde kökleşmiş olan ırkçılık ve
refah şövenizminin olduğudur. Yapılan son anketler, Alman toplumunun yüzde
25,1’nin yabancı düşmanı, yüzde dokuzunun da ırkçı olduğunu göstermektedir.
Bu gelişme kendiliğinden olmadı elbette. Neofaşizm,
ırkçılık ve yabancı düşmanlığı burjuva toplumlarının bir hastalığı değil,
bizzat kapitalizmin bir gereğidir. Irkçılık ve yabancı düşmanlığının temelinde
egemen iktidar ve mülkiyet ilişkileri durmaktadır. Neofaşizm, ırkçılık ve
yabancı düşmanlığı aynı zamanda birer egemenlik araçlarıdır. Toplumun neoliberal
dönüşümünün ve militarist politikaların gerçekleştirilmesi, burjuva
demokrasisinin içinin boşaltılması ve emperyalist politikaların
gerekçelendirilmesi için kullanılmakta ve bu politikalara karşı
geliştirilebilecek olan toplumsal direniş mekanizmaları, emekçilerin ve emek
hareketinin parçalanmasıyla asgarî düzeye indirilebilmektedir. Almanya’daki
sendikal hareketin, demokratik kurumların ve daha da önemlisi, Alman işçi
sınıfının neofaşist hareketlere karşı bu denli etkisiz kalmasının temel nedeni
bu egemenlik araçlarının etkinliğidir. Kısacası; neofaşizmin kökü parti
yasaklamalarıyla değil, sistemde köklü değişimlerle kazınabilecektir.