Britanya
başbakanı Cameron’un haftalar öncesinden ilân edilen ve basına sızdırılan
konuşması, umulduğu gibi, AB gündeminin ilk sırasına oturdu. Zaten Avrupa’daki
burjuva medyası günlerdir »Britanya AB’den ayrılıyor mu?« spekülasyonunu
körüklüyor ve güya Avrupa başkentlerinin »tereddütlü bir bekleyiş« içinde
olduğunu bildiriyordu. Ama asıl meselenin bu olmadığını anlamak zor değil.
Öncelikle
Cameron’un bu mızmızlanışının Britanya tribünlerine yönelik bir sesleniş olduğu
vurgulanmalı. AB’ni yakından tanıyanlar, Downing Street’in her zaman »yaşlı
kıta« ile arasında mesafe koyduğunu, Brüksel’den bağımsızmış gibi davranmaya
çabaladığını ve transatlantik ittifak içerisinde AB’nin değil, daha çok ABD’nin
yanında durduğunu biliyorlardır.
Cameron,
konuşmasında »ayrılırım haa!« tehditini savurmasına gerekçe olarak, AB
bütünleşme sürecinin »yeniden müzakeresinin zorunluluğunu« ve AB’nin »daha
rekabetçi, daha esnek, daha yerindenlikçi, daha demokratik (!) ve daha adil
olması gerekliliğini« gösteriyor. Ama, şimdi olduğundan »daha rekabetçi« ve
»daha esnek« bir AB’nin nasıl olup da »daha demokratik« olacağı sırrını
açıklamıyor.
Derdinin
ne olduğuna dair ipucunu ise, 2017 yılında »yaparım« dediği halk oylaması savına
baktığımızda görebiliyoruz. Cameron, iktidarda kalırsa, AB yorgunu
Britanyalılara »AB’de kalalım mı, kalmayalım mı?« sorusunu yöneltecekmiş. Bu
son derece muğlak vurgunun hedefi tabiî ki 2015 seçimleri. Cameron muhtemelen
böylelikle hem Britanyalılar arasında yaygın olan AB karşıtlığını kendi lehine
kullanmak, hem de aynı anketleri okuyan Labour lideri Miliband’i benzer
pozisyon almaya zorlayarak, asıl »orijinalin« kendisi, Miliband’in ise sadece
»taklidi« olduğu kanısını uyandırmak istiyor.
Cameron’un
bu muğlak »AB reformu taleplerine« Britanya sermayesinin verdiği »Britanya’nın
AB üyesi kalması, iktisatımızın uzun vadeli çıkarlarına uygundur« (Britanya
sanayiiciler başkanı John Cridland) biçimindeki net yanıt, oynanan oyunu açıkça
deşifre ediyor.
AB üyesi
ülkelerde burjuva partilerinin her seçim öncesinde »Brüksel bürokrasisini«
eleştirmeleri ve daha fazla »yerindenlik« talep etmeleri bilinen bir gelenek.
Bu nedenle AB elitlerinden kaygı duyulduğunu gösteren önemli bir açıklama
gelmedi.
Burjuva
medyasında süren tartışmanın gölgesinde kalan asıl mesele ise burjuva
gericiliğinin AB çatısı altındaki konumlanışıdır. Esas itibariyle Cameron’un
açıklamalarını, AB’nin, kapitalizmin değişmez kuralı olan merkezîleşmenin
meşruiyetsiz yoğunlaşması, ulus devletlerin sömürü aygıtı olarak
kullanılmasının devamının sağlanması, yoksul bölgelerin daha fazla boyunduruk
altına alınması ve sermayenin egemenliğinin pekiştirilmesi yönündeki dönüşümüne
hız verilmesi olarak okumak, daha doğru olacaktır.
Çek ve
Macar milliyetçiliklerinin aldığı aşırı çehre, zengin Katalunya’nın İspanya’nın
yoksul diğer bölgelerinden ayrılma isteği, Kuzey İtalyalıların Güney
karşıtlığı, Doğu ve Güneydoğu Avrupa’daki Roman ve Yahudi düşmanlığı,
nihâyetinde Çekirdek Avrupa’da toplum merkezine yerleşik ırkçılık ve refah
şövenizmi tam olarak bu burjuva gericiliğinin açık bir ifadesidir.
Aslına
bakılırsa burjuva gericiliğinin »demokratikleşme« ve »kaderini tayin hakkı«
adına savunduğu sözde yerindenlikçilik, 19. ve 20. Yüzyıl’lardaki gerici
ulusçuluğun 21. Yüzyıl’da makyajlanmış, ama sermaye egemenliği ve sömürünün
sürdürülebilirliği biçimindeki özü değişmeyen çirkin yüzünden başka bir şey
değildir.
Bu
açıdan »baldırı çıplaklar« ve ezilenler perspektifinden yükseltilmesi gereken
temel talep, ulus devlete dönüş değil, aksine gerçek demokratikleşmenin, sosyal
standartların her yerde en yüksek düzeyde olmasının, ekonominin olabildiğince
demokratik kontrol altına alınmasının, militarizm ve emperyalist müdahalelerin
geriye püskürtülmesinin, ekolojik sürdürülebilirliliğin, cinsiyetler
eşitliğinin sağlanmasının ve halk egemenliğinin ifadesi olan demokratik
özerkliğin gerçekleştirilebileceği bir küreselleşmedir. Burjuva gericiliğine
verilecek yegâne yanıt, emekçi sınıfların ve ezilenlerin kaderlerini tayin hakkı
talebidir. Cameron’un bizlere anımsatacağı, bence bu olmalıdır.