Türkiye günlerden beri hiç kimsenin öngöremediği,
hatta olanaklı olabileceğini düşünemediği bir hareketlilik, daha doğrusu bir
sosyal patlama yaşıyor. Farklı sosyal sınıf ve katmanlardan insanların ana
gövdesini, ama 1990 kuşağının militan çekirdeğini oluşturduğu bu toplumsal
dalgalanmanın henüz daha ne kadar süreceği, nereye evrileceği belli değil. Tek
belli olan, üzerine ölü toprağı serilmiş bir toplumun kendine geldiği ve bundan
sonra hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağıdır. Açıkçası böylesi bir gelişme
karşısında vicdanı olup da, heyecanlanmamak olanaklı değil.
Ancak bu heyecan aşırı iyimserliğe neden
olmamalıdır – aynı şekilde aşırı kötümserliğe de. Muhtemelen önümüzdeki dönemde
»Gezi Parkı İsyanını« politik ve sosyolojik arka planıyla birlikte
derinlemesine inceleyen yazılar fazlasıyla yayımlanacaktır. Kaldı ki ucu açık
bir süreç içerisindeyiz. O açıdan olayların toplumsal ve siyasal nedenlerine
uzun uzadıya değinmek için biraz erken. Ama şu an itibariyle Kürtler arasında
ortaya çıkan bazı kaygıları dillendiren kimi görüşü ele almak, bilhassa Kürt
sorunu çerçevesindeki »sürecin« selameti açısından hayli önem taşıyor.
Bunu son günlerde yayımlanan bir iki yazıdan
aldığımız alıntılarla yapmaya çalışalım.
Bu yazılardan bir tanesi, Tayfun İşçi’nin 3
Haziran günü gönderdiği »Gezi Parkı eylemleri devletin eylemi mi?« başlıklı
yazı. Yazıda eleştirilecek çok nokta var, ama son bölümde yer alan tespit,
hayli sorunlu bir eylem okumasını göstermekte. Bu süreç içerisinde böylesi bir
tespitte bulunuluyor olmasını yadırgamamak mümkün değil, ama böyle düşünenlerin
de olduğunu göstermek için alıntılamak gerekiyor:
» Gezi parkı eylemleri olarak tanımlanan bu eylemler
demokrasi mücadelesi adı altında Kürt sorununda çözüm sürecinin önünü tıkamaya
dönük devletsel bir eylemdir. Kuşkusuz bu eylem katılımcıları arasında
demokrasi arayışında olanlar vardır ve bu oldukça geniş bir çevredir. Ancak
eylemin gelişim seyri devletsel bir yönlendirme altında olunduğunu bize işaret
etmektedir.«
Kanımızca kimi Kürt kesimi arasındaki kaygıları en
açık dille anlatan yazı, Cahit Mervan’ın ANF’de »Meşru direnişin üstünde ırkçı gölgeler« başlıklı yazısıdır. Mervan Gezi Parkı
direnişiyle başlayan olaylarda Türkiye’nin polis devletiyle »ilk kez bu kadar
açıktan« tanışma fırsatını yakaladığını belirttikten sonra, kaygılarını şöyle
açıklıyor:
»Ancak bu
işte bir gariplik var sanki. Her şeyden önce Gezi Parkı’nda başlayan ve son
derece meşru olan direniş garip bir şekilde hiçbir koşulda yan yana gelmeleri
mümkün olmayan güçleri aynı anda harekete geçirdi. Dahası haklı ve meşru
talepler etrafında harekete geçen milyonlar öncüsüz ve örgütsüz olunca AKP
hükümetiyle iktidar kavgasında pozisyon almak isteyen güçleri bir anda
umutlandırdı. Bu güçlerin başında da Ergenekoncu güçler, CHP ve Gülen Cemaati
gelmekte.
Yitip giden iktidar hayalleri,
darbecilik arzuları tekrardan canlanınca, meşru ve haklı direnişinin üzerine
en az AKP kadar demokrasi karşıtı olan bu güçlerin gölgesi düştü. Haklı ve
meşru direniş farklı iktidar oyunlarının neredeyse bir parçası haline geldi
veya gelmek üzere.
Bu nedenle Kürt siyasi hareketi, sol
ve demokratik güçler dikkatli olmak zorundalar. Tarihte çok kez görüldüğü gibi
bir hareketin ve direnişin sadece haklı ve meşru olması yetmez. Ona kimin
öncülük ettiği ve hangi hedeflere yöneldiği de en az çıkış noktası kadar
önemlidir. Şimdi Gezi Direnişi diye adlandırılan ‘ayaklanma’ da gelinen nokta
budur.
Görünen o
ki ‘isyanın’ inisiyatifi demokrasi güçlerinin ve Kürt siyasi hareketinin dışına
çıkmıştır. Bir bütün olmasa da ‘ayaklanma’ AKP iktidarıyla gizli ve açık
iktidar savaşları yürüten güçlerin ‘öncülüğünde’ devam etmektedir. Ve haklı ve meşru hedeflerinin
dışına çıkmakla yüz yüze kalmıştır. Direnişte birlikte ortaya çıkan kalpaklı
Atatürk posterleri, Türk bayrakları ona ister istemez yer yer ırkçı ve gerici
bir karakter kazandırmıştır. Demokrasi ve özgürlük taleplerinin üzerine
ırkçı ve faşizan sembol ve sloganların gölgesi düşmüştür.«
(a.b.ç.)
Mervan, aslında son derece yüzeysel olan bu
tespitini, asıl söylemek istediğini gerekçelendirmek için yazıyor. Bu tespit
yüzeysel ve fazlaca konstruktif, çünkü eylemleri Ergenekoncuların,
ulusalcıların veya CHP’nin yönlendirdiği, belirlediği ve etkilediği
varsayımından hareket edilmektedir. Ulusalcı, Kürt düşmanı kesimlerin veya
CHPlilerin eylemlere katıldığı, Taksim’de olduğu gibi nasyonal-sosyalist İşçi
Partililerin veya TGB’lilerin provokasyon yapmaya çalıştıkları doğru. Ancak
Gezi Parkı’na asılan »Kimsenin askeri değiliz« pankartı ve sosyal medyada,
televizyon ekranlarında ifade edilen »partiler geride dursun« talebi,
eylemcilerin ezici çoğunluğunun Ergenekoncu veya ulusalcı olarak adlandırılan
kesimlerin etkisi altında olmadıklarını göstermektedir. Kaldı ki böylesi
spontane toplumsal hareketlenmelere her türlü grubun katıldığı, hatta gizli
servislerin ajan-provokatörlerle eylemleri diskredite etmeye çalıştıkları da
bilinen bir gerçek. Bunları toplumsal hareketlerin tarihinde her defasında
gördük. Nitekim ilk gece İstiklal Caddesinde “mavi
şapkalı” şahısların provokasyon girişimine karşın eylemcilerin bunları deşifre
etmeleri, bu diskredite etme çabalarını kanıtlamaktadır. Diğer yandan
“Ergenekoncular etkili” tespiti hem “faşizme karşı omuz omuza” sloganıyla, Kürt
ile kol kola vererek yürüyen yüz binlerce insana, hem de eylemlerde canla başla
çalışan devrimcilere, sosyalistlere, en başta HDK’lilere ağır bir hakaret.
Ne yani, HDKliler, devrimciler, sosyalistler ve eyleme katılan BDPliler de mi
Ergenekoncuların etkisinde?
O açıdan direnişin üstüne »ırkçı ve faşizan
sembollerin gölgesi düştü« tespiti eylemlerin gerçekliğini vermeyen, yüzeysel
ve fazlaca kurgu bir tespittir.
Peki, eylemlerde Türk bayraklarının, kalpaklı
Atatürk posterlerinin görünür olması, otuz yıldır süren kirli savaşa ses
çıkartmayan kitleleri gören bazı Kürtleri tedirgin etmemiş midir? Elbette
etmiştir. »Ormanlarımız, köylerimiz yakılır, insanlarımız katledilirken neden
böyle ses çıkartmadınız« hayıflanması son derece anlaşılırdır. Genel olarak
kitlesel Kürt hareketinin haklı bir kaygısını ise Mustafa Karasu
dillendirmektedir. Karasu şöyle yazıyor:
»Kuşkusuz bu Gezi Parkı olayları sırasında Kürt sorununa olumsuz yaklaşan
kesimler de toplumsal muhalefet içerisine girdiler ve AKP’ye tepkilerini
gösterdiler. Burada Gezi Parkı için yapılan eylemleri ve buna katılmayı yanlış
görme değil de şöyle bir soru sorma hakkımız doğmaktadır. Hangi saikle olursa
olsun Gezi Parkının yerine başka bir bina yapılmasına karşı çıkmanızı yanlış
bulmuyoruz. İstanbulluların oturacağı ve nefes alacağı parkların da korunması
çok değerleridir ve buna değer veriyoruz. Ancak bir halkın varlığı; özgürlüğü,
anadilde eğitimi, kültürel yaşamını özgürce sürdürmesi konusunda neden bu kadar
hassas değilsiniz? Kürtlerin kimlik, dil, kültür özgürlüğü ve kendi kendisini
yönetmesine ve demokratik özerkliğine neden karşısınız diye sorma hakkımız
vardır. Başta Gezi Parkı eylemine katılanlar olmak üzere tüm demokrasi güçleri
Kürt sorunun çözümüne olumsuz bakan, tek millette ısrar eden kesimlere bu
soruları sormalılar.
Eğer Gezi Parkına gösterilen duyarlılık Kürtlerin hak ve
özgürlüklerine yönelik gösterilemezse o zaman Kürtler bu yönlü soruları sorarlar,
bu da Gezi Parkına yönelik anlamlı eylemin değerine kuşkulu yaklaşımları ortaya
çıkarır.«
Karasu’nun bu sorusu yerinde ve haklı bir soru.
Büyük bir bölümü şehirli orta katmanlara mensup olduğu görülen eylemcilerin
şüphesiz bu soru üzerine düşünmeleri gerekmektedir. Gerçi bu sorunun yanıtını
hemen bulabileceklerini söylemek naiflik olur ama, sosyal medyada yer alan ve
sayısı hiç de az olmayan mesajlarda insanların »Kürtlerin neden taş
attıklarını...« veya »Kürtlerin neden evlerine çift çanak taktıklarını şimdi
anlıyorum...« biçiminde özeleştiri yapmaları, bu insanların düşünmeye
başladıklarının işaretidir. Şehirli orta katman mensuplarının yaşamlarında
belki de ilk kez, hem de kendileri açısından son derece radikal unsurlar olan
sosyalistler ve Kürtler ile birlikte polise direnmiş olmaları, genel algılarını
değiştirmeleri için önemli bir etken olacaktır. Eylemcilerin, daha doğrusu bir
genelleme yaparsak, hareketin otoriterlik karşıtı ve özgürlükçü karakterini,
eylemler esnasında gösterilen dayanışma ve yardımseverlik de ortaya
çıkartmaktadır. Hiç kuşku yok ki, bu karakterdeki toplumsal hareketlenmeler
insanların sorunlara bakış açılarının ve düşüncelerinin değişmesini olanaklı
kılacaktır. Başkalarının acılarına bakarken hiç bir şey hissetmeyenlerin, benzer
acılarla karşılaştıklarında ne kadar çabuk değişebildiklerini gösteren sayısız
örneğin olduğu unutulmamalıdır.
Özgür Gündem yazarlarından Delil Karakoçan’ın bu
çerçevede sosyal medyada Kürt katılımcıların gönderdikleri kaygılı mesajlara
hitaben gönderdiği kısa, ama hayli anlamlı bir mesajı burada anmak gerekiyor: »›Kürtler hep bunu yaşıyordu, şimdi anlıyor
musunuz‹lu kıyaslamalar yerine, bu kalkışmada önemli olan, direnen Kürt ve Türk
dinamikleri arasında duygusal ve vicdanî bir yakınlaşmanın oluşup oluşmadığıdır.
Bu her türlü istismarı, ırkçı şoven algıyı boşa çıkarır.« 10 gün önce
Ankara Konferansı’na katılan geniş kesimler arasında barış ve demokratikleşme
yönünde bir ortaklaşma iradesinin belirginleştiği düşünülürse, kıyaslamalar
yerine ortaklaşmayı denemenin ne denli önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kürtlerin tercihleri ve
»hükümet istifa« talepleri
Tekrar başa dönelim. Mervan »ırkçı gölge düştü«
tespitini asıl söylemek istediğini gerekçelendirmek için yapıyor demiştik.
Anılan yazısında »hükümet istifa« taleplerinin CHP, İP, Ergenekoncu veya kirli
iktidar oyunları içinde olanların ortaya attığını ve bu talebin »şu an
itibariyle demokrasi güçleri açısından hiç bir manası« olmadığını iddia eden
Mervan, yazısını şöyle bitiriyor:
»Gördüğümüz
kadarıyla Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin kısa ve orta vadeli talepleri
ararsında ‘hükümet istifa’ diye bir talep yoktur. Ne var peki? Daha çok
demokrasi ve özgürlük var. Çünkü burada esas olan hükümetin istifa edip yerine,
onun siyam ikizi olan CHP-Ergenekon ittifakının veya Gülencilerin daha çok
iktidara yerleşmesi değildir.
Esas olan daha
çok demokrasi, daha çok özgürlüktür. Bunun anahtarı da Kürt sorunun demokratik
çözümüdür. Defalarca söylendi, yazıldı, çizildi. Belki bir kez daha söylemekte
yarar var: Kürt sorunu çözülmeden bu memlekete ne demokrasi gelir, ne özgürlük,
ne de polis devlet son bulur.
Bu nedenle PKK
lideri Abdullah Öcalan’ın başlattığı barış ve çözüm süreci Türkiye için,
demokrasi ve özgürlük için yaşamsal değerdedir. Son çözüm sürecinin başarısızlığa
uğraması herkes için felaket olacaktır. Açıkça söylemek gerekir ki, bugün
çözüm süreciyle birleşmemiş bir direniş veya ayaklanma haklı ve meşru
taleplerle başlamış olsa dahi iktidar savaşlarının bir oyuncağı haline
gelmekten kurtulamaz. Şimdi statükocu güçlerin yapmak istediği budur.
İşte bazıları
için garip gelebilir ve yanlış yorumlanabilir ama parçalanmış, iç sorunlar
yaşayan veya istifanın eşiğine gelmiş bir hükümetin Kürt ve Kürdistan sorunu
gibi bütün bir bölgeyi, hatta dünyayı ilgilendiren bir sorunda risk alması,
çözüm için adım atması mümkün değildir. Bu aşamada her iki taraf açısında doğru
olan şey müzakere masasında oturan muhataplarını güçsüz kılmak değildir.
Taraflardan birinin iç problem yaşaması masayı devirmeye kadar gidebilir. Bu
nedenle Türk devleti adına PKK ile masaya oturan AKP hükümetinin istifasını
istemek akıl karı değil. Kıran kırana bir müzakere ve adil, kalıcı bir çözüm
için her iki tarafında yer aldığı masa şartta ondan.
Bu
nedenle Gezi Direnişi ile birlikte daha çok statükocu güçlerin ‘hükümet istifa’
diye bağırmalarına Kürtlerin ve demokrasi güçlerinin vereceği bir pirim
olmamalıdır. Hızla, çekilmek istenen bu çemberin dışına çıkmak, direnişin
öncüsü olmak, bu haklı ve meşru direnişi CHP-Ergenekoncu ve Gülencilerin
manipüle edeceği bir eylem olmaktan çıkarmak demokrasi ve Kürt hareketinin
önünde duran en önemli tarihsel görevdir.«
Görüldüğü kadarıyla Mervan, Abdullah Öcalan’ın
inisiyatifi ile başlatılan müzakerelerin kaderinin, AKP hükümetinin kaderine
bağlı olduğunu düşünüyor. Ancak tam da burada ciddî bir yanılgıya düşüyor.
Bir kere müzakere sürecinin kitlesel Kürt
hareketinin son dönemde verdiği direniş mücadelesinin ve Suriye’de Rojava
Kürtlerinin elde ettikleri kazanımların bir sonucu olduğunu unutuyor. Öcalan ve
PKK’nin devlet karşısında meşru birer muhatap olmalarını sağlayan bu iki
gerçektir ve bu kimin »hükümet« olacağından bağımsız böyle kalacaktır. Müzakere
masasının, AKP ile veya AKP’siz ayakta kalmasını sağlayacak olan da bu iki
faktördür.
İkincisi, hükümetin istifa etmesi veya başka bir
biçimde yeni bir hükümetin kurulacak olması, otomatikman Ergenekoncu veya
»Gülenci« bir iktidarın oluşmasına yol açmayacaktır. Bırakalım böyle bir
olasılığın gerçekçiliğini, şu anda TBMM’ndeki çoğunluk koşulları buna müsaade
etmemektedir.
Üçüncüsü, müzakere masasında Kürtler açısından
belirleyici olan Öcalan ile PKK’nin temsil ettikleri kitlesel Kürt hareketinin
iradesidir. Gelinen aşamada sürecin kitlesel Kürt hareketinin kabul etmeyeceği
bir yöne savrulması söz konusu bile değildir.
Önümüzde duran asıl tarihsel
görev
Mervan’ın dikkate almadığı dördüncü nokta da, 8
gündür devam eden ve bugün toplumun farklı kesimlerini bir araya getirmiş olan
toplumsal dalgalanmanın taşıdığı potansiyeldir. Aslına bakılırsa Gezi Parkı
direnişi bir kıvılcım olarak görülmelidir. Beklenmedik bir anda çakılan bu
kıvılcım, beklenmedik bir anda sönebilir de. Bu nedenle sosyalistlerin,
demokrasi güçlerinin ve kitlesel Kürt hareketinin önünde bugün itibariyle duran
asıl tarihsel görev, bu kıvılcımı gerçek bir dönüşüm, siyaset ve paradigma değişikliği
için toplumsal çoğunluğu elde edebilecek bir toplumsal alternatif yaratmak için kullanmaktır. Bu ise ne bu
hareketin küçümsenmesi, ne de »ulusalcılar katılıyor« gerekçesi, ile dışında
kalmakla olanaklıdır.
Gerek Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinin
vardığı aşama, gerek reel toplumsal gereksinimler, gerek kitlesel Kürt
hareketinin elde ettiği mevziiler, gerekse de Türkiye’nin merkezinde bulunduğu
coğrafyadaki gelişmeler, böylesi bir toplumsal alternatifin oluşturulabilmesi
için gerekli olan tarihsel koşulların ve maddî şartların olgunlaştığını
göstermektedir. Sendika.org yazarı Ferda Koç’un »Haziran İsyanı« olarak
adlandırdığı toplumsal dalgalanma, farklı, hatta birbirine düşman edilmiş
kesimlerin özgürlükçü ve dayanışmacı bir biçimde ortaklaşabileceklerini
kanıtlamaktadır. »Haziran İsyanı« ve Ankara Konferansı ile başlayan
konferanslar zinciri, barış ve demokratikleşme sürecinin toplumsallaşması için
verimli toprakları yaratmıştır.
Bugün küçümsenmemesi gereken bir zaman penceresi
açılmıştır. Beklenmedik bir anda açılan bu zaman penceresinin beklenmedik bir
biçimde kapanmasını engellemek için, Gezi Parkını koruma amacıyla başlayan ve
Türkiye’ye yayılan toplumsal dalgalanmanın, barış ve demokratik çözüm süreci
ile buluşturulması, ortaklaşması gerekmektedir. Spontane ve »öncüsüz« olan
kitlelerin barış ve demokratikleşme sürecinin toplumsallaşmasına katılımını
sağlamak ise, »vites düşürerek« değil, tam tersine »daha fazla gaz vererek« ve
radikal talepler ileri sürerek olanaklı olacaktır.
Bu radikal ve
günümüz koşulları altında zorunlu olan taleplerin başında, sınırsız demokrasi talebi gelmektedir. Çünkü sınırsız demokrasi
talebi en başta milliyetler sorununun çözümünü içermektedir. Sınırsız
demokrasi, ancak demokratik ulus, demokratik cumhuriyet ve demokratik anayasa
ilkeleri çerçevesinde gerçekleştirilebilir.
Bu ilkeler hangi
anlama gelmektedir?
Demokratik ulus
ilkesi, her türlü »ulusal« imtiyazın, yani özü itibariyle tek dil, tek din, tek
kültür ve tek »ulusun« reddidir. Bütün milliyetlere, dillere ve inançlara eşit
davranma, azınlıkları çoğunluk karşısında koruma altına alma ilkesidir.
Demokratik ulus herkesin kendi ana dilini seçme, kendi ana dilinde eğitim
görme, basın-yayın, iletişim ve idarî hizmetlerden faydalanma hakkının engelsiz
kullanabilmesinin ifadesidir. Her milliyetin, inancın ve yaşam biçiminin kendi
kaderini tayin hakkı ve milliyetler eşitliği, demokratik ulus ilkesinin
önkoşuludur.
Demokratik
cumhuriyet ilkesi, milliyetlerin, inançların ve özgür bireylerin demokratik ve
gönüllü birlik devletinin ifadesidir. Bu ilke mahallî, yerel ve bölgesel
özyönetim ile ülkenin her köşesinde eşit, aynı ve tek tip hakların
geçerliliğini sağlayan merkezî yasama kombinasyonudur. Yani demokratik
cumhuriyet hem özerkliğin, hem de merkeziyetçiliğin garantörüdür. Bu nedenle
demokratik cumhuriyet ilkesi, kendi »ulusal« meselelerini tamamen özerk
halleden özyönetim bölgelerinin birliği olarak, bütün idarî birimlerini
doğrudan seçilmiş özyönetim organlarına ve merkezî yasamaya bağımlı kılar.
Özyönetim bölgeleri tarihsel ve maddî koşullar temelinde bütünleşmiş coğrafî
alanlarda, mahallî, yerel ve bölgesel düzeyde, halkın doğrudan katılımını ve
parlamenter temsilîyeti içeren, demokratik seçimlerle oluşan özerk meclislerce
yönetilir. Yürütme her düzeyde yasama organlarının ve bağımsız yargının
demokratik kontrolü altındadır.
Demokratik
anayasa ilkesi ise her düzeyde demokratik, sosyal, hukuk ve seküler devlet
anlayışını, milliyetlerin, inançların ve yaşam biçimlerinin eşitliğini,
yerinden özyönetim ile merkezî yasama kombinasyonunu, kolektif haklar ile
bireyin özgürlüğünü, iktisatın ekolojik sürdürülebilirliğini, işbirliği ve
barışçıl ilişkilere dayanan dış politika yükümlülüğünü, bölgeler arası
eşitsizliğin giderilmesinin devlet görevi olarak kabul edilmesini ve iktisatın
demokratik kontrol altına alınmasının güvencesi olan ve dayanışmacı milliyetler
sözleşmesi olarak herkesin katılımıyla yazılan ve doğrudan halk oylamasıyla
kabul edilecek bir anayasanın ifadesidir. Demokratik anayasa ilkesi aynı
zamanda özyönetim bölgelerinin bu anayasa çerçevesinde ve aynı biçimde kendi
özerk anayasalarını oluşturma hakkını da içerir.
Bu ilkeler
çerçevesinde vücut bulan sınırsız demokrasi talebi, demokrasinin
demokratikleştirilmesi talebidir. Demokrasinin betona dökülmüş kurallar bütünü
olmadığını, aksine sürekli yenilenen, değişen koşullara ve gereksinimlere yanıt
verme yetisine sahip bir demokratikleşme süreci olarak algılanması gereken
sınırsız demokrasi talebi, insanı ve doğayı merkezine alan alternatif bir
konsept olarak farklı sosyal sınıf ve katmanların ezici çoğunluğunun
çıkarınadır.
Milliyetlerinden,
inançlarından ve yaşam biçimlerinden bağımsız her bireyin eşit haklı olduğu, en
geniş basın-yayın ve ifade özgürlüğü ile engelsiz örgütlenme, toplanma, siyaset
yapma hakları başta olmak üzere, temel hak ve özgürlüklerin kullanılabildiği
bir ortamda, iktisadî, sosyal ve kültürel sorunların toplumsal güç dengeleri
çerçevesinde çözülebilmelerinin önü açılacak, halkların lehine olan bir barışın
kalıcı olarak tesis edilmesi olanaklı hâle gelecektir.
Sınırsız
demokrasi talebi, başta ezilen Kürt halkı olmak üzere, bütün milliyetlerin;
çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için mücadele eden emek
hareketinin; modern ve laik yaşam biçimini benimseyen şehirli orta katmanların;
sünnîsi, alevisi, hıristiyanı, musevîsi ve diğerleriyle, inançlarını baskı
olmaksızın yaşatabilmek ve yeni kuşaklara aktarmak isteyen inananların;
herhangi bir inanç grubuna ait olmayanların; cinsiyet ve cinsel tercih eşitliği
mücadelesini verenlerin; halkın satın alma gücünün yüksek olmasına ihtiyaç
duyan zanaatkârların, serbest meslek ve dükkân sahiplerinin; doğanın korunması
ve ekolojik sürdürülebilirliğin gerçekleştirilmesi için mücadele edenlerin;
topraklı-topraksız köylülüğün ve kapitalizmin tarihin sonu olmadığını, başka
bir dünyanın, sosyalizmin olanaklı olduğunu savunan sosyalistlerin yaşam
kaynağıdır.
Sınırsız
demokrasi talebi, bugün meydanları dolduran kitlelerin duygularına tercüman
olan, kitlelerin yüreklerine ve düşüncelerine seslenen bir taleptir. Makul ve
anlaşılır bir taleptir. Sınırsız demokrasi programı, sadece her türlü
milliyetçiliğin panzehri değil, aynı zamanda bölgesel emperyalizm
politikalarının da gerçekçi bir alternatifidir. Sınırsız demokrasi talebi, Gezi
parkında çakılan kıvılcımı halkların özgürlük ateşine çevirecek »yakıttır« ve
en başta Kürt halkının özlemini çektiği yeni ve demokratik bir cumhuriyetin
»kurucu ortaklığının« harcıdır.
AKP hükümeti bu yeni ve demokratik cumhuriyetin
önünde bir engeldir. Bu nedenle sokaklardaki kitlelerin seslendirdiği »hükümet
istifa« sloganları, her ne kadar ulusalcılar da buna katılıyor olsa da, haklı
ve yerinde bir slogandır. Gezi parkı direnişi ile oluşan halk hareketini kaale
almamak, apolitik bir tutum olduğu kadar, meydanı boş bırakmak hareketi
ulusalcılara teslim etmek anlamına geldiğinden, Kürt halkına yapılabilecek en
büyük kötülüklerden birisidir.
Alıntı yaparak başladık, alıntı yaparak bitirelim.
Emekdunyasi.net sitesinde Gülseren Yoleri, »Taksim’e kara çalmadan önce bir
daha düşünmelisiniz« başlıklı yazısını, fazla söze hacet bırakmadan şöyle
bitirmiş:
»Ancak söylemek
zorundayım ki; Güzel olsa da çaba harcamadan sırf hayal kurarak, bu hareketi
demokrasi ve Kürt hareketi ile buluşturamayız. Ancak, bu hareketin sürece zarar
verdiğini yada AKP giderse çözüm yolunun tıkanacağını söylemek ve bu nedenle
AKP karşıtı bu hareketi zararlı ilan etmek, en hafifletilmiş söylemle
katılanları, art niyetli ve ne yaptığını bilmez saflar yerine koymak da barışa
vesile olmaz. Özgürlük mücadelesinde destanlaşan Kürtleri, halktan ayrıştırıp
AKP'yi iktidarda tutmak gibi bir konumda bırakmaksa, aşağılamanın en alası olur.«