Brezilya, Bulgaristan,
Türkiye, Yunanistan ve halk direnişleri
Yeni Özgür Politika gazetesinde 20 Haziran 2013’de
yayımlanan bir fotoğraf her şeyi anlatıyor: görüntüler, resmin altında yazı
olmadığı takdirde, fotoğrafın hangi ülkede çekildiğini anlatmaya yetmiyor. »Her
yer Taksim, her yer direniş!« sloganı, küreselleşen direniş okulları gerçeği
ile müthiş bir anlam kazanıyor.
Brezilya, Bulgaristan, Türkiye ve Yunanistan’da
gelişen olaylar, bir tarafta egemenler »demokrasisiz kapitalizmi« yerleştirmeye
çalışırlarken, halkların bu girişime karşı hiç beklenmedik bir biçimde
direndiklerini, alışılagelmiş yönetim siyasetlerinin iflas ettiğini ve
kapitalizmin merkez ülkeleri etrafında, küresel ekonomiyi altüst edebilme
potansiyeline sahip derin yönetim krizlerinin ortaya çıktığını göstermekte.
Bulgaristan ve Yunanistan’ı, Almanya merkezli
Avrupa Birliği (AB) kriz yönetiminin kurbanları olarak değerlendirmeyi sonraya
bırakarak, Brezilya ve Türkiye arasındaki bazı benzerliklere değinmek, bilhassa
Gezi kıvılcımı ile başlayan »Haziran İsyanının« (Ferda Koç, sendika.org) hem
Türkiye sınırları içerisinde, hem de küresel bazda enternasyonalleşmesine bir
katkı olacaktır.
G 20 zirvesine dahil edilerek küresel stratejilere
koopte edilen Brezilya ve Türkiye son on yılın »star« eşik ülkeleriydi. Batı
basını Brezilya’nın içerisinde olduğu BRICS ülkelerini ve Türkiye’yi »ekonomi
mucizeleri« nedeniyle öve öve bitiremiyor, uluslararası malî piyasa aktörleri
bu ülkelerde elde edilebilecek kâr oranlarını, muhtemelen, ağızları sulanarak
yorumluyorlardı. Bugünlerde ise bu ülkelerle ilgili olarak tartışmalara ve
tedirginliklere tanık olmaktayız. Dünya »liderleri« her geçen gün daha çok
kaygılandıklarını açıklıyor, Almanya ve Türkiye arasında olduğu gibi, eşik
ülkeleri ile merkez ülke yönetimleri arasında ipler geriliyor.
Peki, nasıl oldu da, böylesine ekonomik büyüme
kaydeden, sermaye birikiminin (bölgesel) emperyalist politikalara yönlendirdiği
ve gelişmekte olan ülkelere »model ülke« olarak tanıtılan Brezilya ve
Türkiye’de aniden bu hareketler gelişti? Kaldı ki her iki ülke de son derece
popüler olan ve geniş seçmen desteğine sahip hükümetlerce yönetilmekteyken.
Elbette Brezilya ile Türkiye karşılaştırması izafî
olacaktır – zaten eski bir gerilla olan ve »direnişçilerle gurur duyduğunu«
söyleyen Brezilya devlet başkanı Dilma Rousseff ile nefret söylemini
siyasetinin taşıyıcısı hâline getiren Recep Tayyip Erdoğan’ı aynı kefeye
koymak, Rousseff’e büyük haksızlık olur. Ancak paradoks gibi görünen ve iki
ülkede de aynı nedenlere dayanan güncel olgular, başta sorduğumuz sorunun yanıtını
veya en azından yanıtın anahtarını verecek gibi gözükmektedir.
Her iki ülkede de spontane başlayan halk
direnişinin taşıyıcılarının ezici çoğunluğunun gençlerden oluştuğunu,
çoğunlukla iyi eğitimli ve gelir seviyesi ortalamanın üzerindeki katmanların
sokakları doldurduğu görülmektedir. Bu bağlamda Türkiye’deki hareket konusunda
Korkut Boratav’ın değerlendirmesi, önemli ipuçları vermektedir: »Gezi
direnmesinde sınıfsal bir karşı koyuş var mıdır? Eylemleri tetikleyen olaya,
Taksim projesinin uygulanmaya başlamasına baktığımızda, kanımca, olgunlaşmış
bir sınıfsal tepki vardır: Yüksek nitelikli, eğitimli işçiler, yarınki sınıf
yoldaşları (öğrenciler) ile birlikte, profesyonellerin de katılımıyla, kapkaççı
burjuvazinin ve onunla bütünleşmiş siyasî iktidarın devâsa kentsel rantlarına
el koyma girişimine karşı çıkmaktadır«.
Görüldüğü kadarıyla Boratav’ın bu tespiti Brezilya
için de aynı şekilde geçerlilik kazanmaktadır. Bilhassa bu kesimlerde,
ortalamanın üzerinde olan refah seviyelerini kaybetme korkusunun ağır bastığı
görülmektedir. Bununla birlikte iyi eğitimli olunması ve yabancı dil bilinmesi
sayesinde dünyadaki gelişmelerden haberdar olmaları, temsilî parlamenter
sisteme ve izafen demokratik seçimlere rağmen, demokrasiden beklenti
seviyelerinin yükselmesine ve otoriter yönetim anlayışı karşısında
hoşnutsuzluklarının artmasına neden olmakta.
Gerek Brezilya’da, gerekse de Türkiye’de »hissedilen
refah seviyesinin« artması ve demokratikleşme vaatlerinin belirli bir süre
inandırıcı olmasıyla birlikte, yolsuzluklar, çoğunluk dayatması, kamuoyu
görüşünün tek sesli hâle getirilmiş medya üzerinden manipüle edilmesi, yerel
yönetimlerin zaafı, rant ekonomisi, ekolojik kaygılar, kent ve mekan
dönüşümleri, eğitim ve sağlık alanlarında olduğu gibi sosyal altyapının
ticarileştirilerek, kamu kontrolünden uzaklaştırılması vb. nedenler, içten içe hoşnutsuzluğun
artarak, kızgınlıklara dönüşmesine yol açmıştır.
Brezilya ve Türkiye’de benzerlik gösteren diğer
noktalar da, 2010 ve 2011’e nazaran 2012’de ekonomik büyümenin gerilemesi,
uluslararası malî piyasa aktörlerinin »güvenilir« durak arayışına girmeleri,
her iki ülke ekonomisinin de »sıcak para« girdisine muhtaç olması, enformel
sektörün yaygınlaşması ve bununla bağlantılı olarak, yoksulluğun kronikleşerek,
şehirlerde artan yaşam giderleri ile sürekli yükselen kredi yükü altında olan
iyi gelirlilerin yoksullaşma korkusunun derinleşmesi olarak sayılabilir.
Bir diğer benzerliği de ülke yönetimlerinin
megalomani yatkınlıklarında görebilmekteyiz. »Süper«, »Mega«, »Giga« projeler,
bir tarafta kalkınmış olmanın sembolleri olarak teşvik edilmekte, diğer yanda
halkların gerçek gereksinimlerini kaale almayan yöneticilerin prestiji için
propaganda malzemesi hâline getirilmektedirler. Türkiye’de »3. Boğaz Köprüsü«,
»dünyanın en büyük havalimanı«, Çamlıca tepesine yerleştirilecek olan büyük
camii, »Topçu Kışlası« ve Taksim-Projesi gibi, hem bu megalomaninin göstergesi
olan, hem de hükümete yakın sermaye fraksiyonlarına yeni sermaye birikim
olanakları sağlayan »projeler« bilhassa kendisini kentsel dönüşüm adı altında
kentlerin sosyal birleşimini değiştiren ve kamuya açık alanları sermaye
hizmetine sunan çalışmaların baskısı altında hisseden kesimlerin tepkisini
çekmiştir. Toplumsal yaşam üzerinde kurulan neoliberal-islamist paternalizm de
işin cabasıdır.
Brezilya’da da 2014 Dünya Futbol Şampiyonası ve
2016 Olimpiyatları çerçevesinde yürütülen ve »Favelalarda« yaşayan yoksul kent
sakinlerinin zorla yerlerinden edilmesine neden olan devâsa altyapı
yatırımları, artan enflasyon, sağlık ve eğitimin ayakta tutulması için harcanan
dev bütçeler ve kitle ulaşım araçlarının zaten yetersiz ve kötü olan hizmetlerinin
pahalandırılması ile birleşince, önceki yılların ekonomik büyümesi ile finanse
edilen sosyal programların şimdi devam ettirilememesinin faturasını ödemek
istemeyen halk kitlelerinin sokaklara dökülmesine neden oldu. Nasıl Türkiye’de
»bir kaç ağaç« ülke geneline yayılan bir isyanın kıvılcımı olduysa, Brezilya’da
da kitle ulaşım araçları biletlerine yapılan cüzî bir fiyat artışı isyanın
tetiklenmesini sağladı.
Elbette iki ülke arasında farklar da var,
özellikle yöneticiler arasında. Brezilya’da devlet başkanı Dilma Rousseff
»sokağın sesi duyulmalı« diye isyancılara hak verir ve hükümet koalisyonundaki
İşçi Partisinin (PT) sol kanadı siyaset değişikliği için isyancılara
katılırken, Türkiye’de AKP hükümeti yangına körükle gitmeye devam etmekte. Bu
farka rağmen, her iki ülkede de protestoculara karşı aşırı polis şiddeti
uygulanmaktadır.
Sonuç itibariyle Brezilya, Bulgaristan, Türkiye,
Yunanistan veya başka bir ülke olsun, dünyanın hemen her yerinde insanlar
bugüne kadar olduğu gibi yönetilmek istemediklerini göstermektedirler. Aslında
her yerde insanlar neoliberal politikalara, otoriter yönetimlere, savaşa,
sömürüye, doğanın, kadın bedeninin, kent ve yaşam alanlarının istismarına
başkaldırmaktadırlar. Bu başkaldırıların nedenleri olduğu kadar, başkaldırı
biçimleri, direniş yöntemleri de birbirlerine benzemekte, geniş halk kitleleri
yaşayarak bilinçlenmektedirler. Dünya sokakları küresel direnişin okulları
olmakta, »kapitalizmsiz bir demokrasi« mücadelesine, dün hayal bile
edilemeyecek yeni olanaklar sunmaktadırlar. Solun, hiç beklemediği bir anda
önüne düşen tarihsel bir fırsat ile karşı karşıyayız. Başka bir dünya
tahayyülü, kapitalizm eleştirisi ve halkların özgürlük, eşitlik ve barış
temelinde ortak ve demokratik geleceği inşa etme çabaları için müthiş bir zaman
penceresi açılmış durumdadır. Bu zaman penceresi, halkların isyanlarını
enternasyonalleştirme, birbirlerine bağlama, dayanışma içerisine girme, ortaklaşma
çabalarını teşvik edecektir.
Ancak açılan zaman penceresinin kullanılabilmesi,
Türkiye özelinde kalırsak, en başta Türkiyeli ve Kürdistanlı sosyalistlerin
göstereceği basirete bağlıdır. Gezi kıvılcımının ateşlediği »Haziran İsyanına«
burun kıvırmak, »öküz altında buzağı aramak«, yapılabilecek en büyük
yanlışlardan birisi olacaktır. Tarih, Türkiyeli ve Kürdistanlı sosyalistleri
tavır almaya zorlamaktadır. Gösterilecek tavır, tarihin acımasız
değerlendirmesinde vereceği notun derecesini belirleyecektir.
Gezi direnişinde »iç ve dış güçlerin oyunu« veya
»devlet parmağı« görenlere duyurulur.