Avrupa’daki bir televizyon izleyicisinin ekrandaki
resimlere baktığında, kameraların o anda hangi ülkenin hangi kentini
gösterdiğini anlamakta güçlük çektiği günler yaşıyoruz. Çünkü bugün
İstanbul’da, dün Frankfurt’ta, daha önceleri de Diyarbakır, Tunus, Kahire,
Atina, New York, Madrid, Tahran, Halep ve Kamışlıda çekilen resimler
birbirlerine, ayırt edilemeyecek kadar çok benziyorlar.
Her geçen gün dünyanın muhtelif köşesinde
binlerce, on binlerce, hatta yüzbinlerce insan sokaklara dökülüyor, savaşa,
sömürüye, baskıya, otoriterliğe, ekolojik felaketlere yol açan kararlara, temel
hak ve özgürlüklerin yok edilmesine direniyor. Ve yöneticiler, gene hemen her
yerde, haklı başkaldırılara aynı yöntemle – devlet terörüyle yanıt veriyorlar.
Gelişmeler, egemenlerin »demokrasisiz kapitalizmi«
kökleştirmek için büyük çaba harcadıklarını kanıtlıyor. Burjuva demokrasisinin
içinin oyulması, parlamenter temsilîyetin işlevsizleştirilmesi, geniş coğrafî
alanları etkileyen siyasî kararların meşruiyeti olmayan kurullarda alınması,
yaşamın her alanının ticarileştirilmesi ve her türlü muhalefetin polis devleti
araçlarıyla acımasızca ezilmesi, sadece eşik ülkelerinin ve diktatörlüklerin
değil, bütün kapitalist ülkelerin gündelik yaşam pratiği hâline geliyor.
Egemenler, hem krizleri, hem de direniş
hareketlerini kendi çıkarlarına yarayan egemenlik araçlarına çevirme konusunda
»ustalık« kazanıyorlar. Karşımıza her yerde aynı strateji çıkıyor: egemenler,
haklı talepleri – yerine getirilmeyeceği gün gibi açık – vaatlerle ötelemeye ve
hareketi oluşturan kitleleri »marjinal azınlık-makul kalabalık« ayrımı ve/veya
etnik-dinî düşmanlık söylemiyle bölmeye, hareketin dönüşümcü potansiyelini
söndürmeye çalışıyorlar. Hükümet bürokrasisi ile tek sesli yaygın medyanın
ortak çabası, hegemonyayı korumaya ve kökleştirmeye yönelik – aynı Türkiye’de
olduğu gibi.
Türkiye’de spontane gelişen direniş hareketinin
tabuların yıkılmasına, egemen siyasî söylemin sorgulanır olmasına, »sarsılmaz«
denilenin bir kaç günde sarsılabileceğinin görülmesine ve birbirlerine düşman
edilen kesimlerin ortaklaşabildikleri ortamların yaratılmasına neden olduğundan
hiç kuşku yok.
Ancak gelinen aşama, hareketin en güçlü olduğu
anda en zayıf noktalarını açığa çıkartıyor. Bir kere, genelde hareketin
kendisinin ve özelde Gezi Parkı’nın demokratikleşme ve özgürleşmenin mekânı
olduğu algısı yaygınlaşıyor. Bu, son derece yanıltıcı bir algıdır ve iktidarın
güçlü bir darbesiyle yerini hayal kırıklığına bırakabilir. Çünkü, henüz ülkede
tek bir demokratikleşme adımının atılmamış olduğu unutulmaktadır.
İkincisi, hareketin ana bedenini hâlâ şehirli orta
katmanlar oluşturmaktadır. Hareket, asıl dönüşümü sağlayabilecek olan alt ve
orta sınıflar ittifakını henüz yaratamamıştır. Bu olmadığı takdirde,
demokratikleşmeyi ve barışın tesis edilmesini tetikleyecek gerçek bir toplumsal
alternatif oluşturulamayacaktır. Demokratikleşme başlamadan ve barışın tesis
edilmesi sağlanmadan ise, ne Gezi Parkı, ne de yaşam biçimlerinin özgürlüğü
korunabilecektir.
Halbuki direnişin yarattığı atmosfer, böylesi bir
alternatifin oluşturulabilmesi için son derece uygundur. Tam da şimdi sokaklara
çıkan insanlara ve sessizliğini koruyan yoksul mahallelere umut verecek,
gerçekçi ve kısa sürede başarı sağlama potansiyeli olan bir teklif ihtiyacı
doğmuştur. Direniş romantizminin, reel siyasî özneye dönüşmesini önerecek bir
teklif, direnmeyi ve dayanışmayı yaşayarak öğrenen ve bilinçlenmekte olan
kitlelerin somut bir hedef için kenetlenmelerini sağlayabilir ve yepyeni bir
dinamik yaratabilir; hatta »kapitalizmsiz demokrasi« umutlarını yeşertebilir.
Gezi Parkı ve Taksim bileşenleri yerel seçimlere
kadar olan süreci, katılımcı belediyecilik anlayışı temelinde bir alternatif
oluşturmak için kullanmalı ve hareketin İstanbul büyükşehir belediye başkanı
adayını ilân etmelidirler. Tamamen saydam ve kolektif olarak yazılan,
demokratik ve verili koşullar altında olabildiğince özerk belediyeciliğin
yapılabileceğini gösteren bir program, geniş toplumsal kesimlerin ittifakını
kurabilir.
Böylesi bir somut hedef, hareketi içine girdiği
çıkmaz sokaktan çıkarabilir, direnişin yarattığı kolektif enerjiyi yeni bir
aşamaya kanalize edebilir, demokratikleşme ve barış sürecinin
toplumsallaşmasına yaşamsal katkı sunabilir.
Gelinen aşamanın zorunluluğu belli olmuştur:
direniş romantizmi, reel siyasete dönüştürülmelidir.