12 Kas 2013

Rojava Devrimi üzerine*

Demokratik Modernite dergisi için kaleme alınmıştır.

I

Bilim-kurgu romanlarına atıfta bulunmadan, bugünden 22. veya 23. Yüzyılların nasıl şekillenebileceğini öngörmek pek olanaklı değil. Ancak insanlığın bugün yaşadığı gibi, savaşlarla, doğayı yok etmekle, insanın insanı sömürmesiyle var olmaya devam edemeyeceğini tahmin etmek için müneccim olmaya da gerek yok. Eğer insanlık günün birinde savaşları engelleyebilme, yani savaşı ortaya çıkaran nedenleri aşabilme, sürdürülebilir bir yaşamın koşullarını yaratma becerisini gösterebilirse, o zaman Samanyolu’ndaki bu küçük mavi gezegenin ebedî cennete dönüşmesi olanaklı olacaktır – kast ettiğimiz »ebediyetin« izafî olduğunu ve en fazla güneşimizin enerjisi bittikten sonra, dev bir ateş topuna dönüşüp dünyamızı yutana dek süreceğini burada vurgulamak gereksizdir herhalde.

Öyle ya da böyle; insanlar yaşadığı müddetçe, »tarihin sonunu« ilân edenleri her defasında yalanlayarak tarih yazanlar ve geçmişe bakıp, geçmişin deneyimlerinden öğrenerek kendi zamanlarını şekillendiren, yeni gelecek tasavvurlarını geliştirenler olacaktır. Hiç bir baskı, hiç bir zulüm – sayıları ne kadar az olursa olsun – özgürlükten yana olanları bunları yapmaktan alıkoyamayacaktır.

İşte böylesi bir gelecekte kayıt altına alınan tarih anlatımı, tanığı olduğumuz Rojava Devrimi’nden »genç 21.Yüzyıl’ın en muazzam olgusu« diye bahsedecektir. Şüphesiz çağdaşlarımız arasında bu iddiamızı abartılı bulanlar olacaktır. Ve hiç kuşku yok ki, Şervan Müslim gibi, yaşamı pahasına Rojava’yı savunan genç YPG savaşçıları islamist terör gruplarını, talancıları, tecavüzcüleri geri püskürtürlerken, geleceğin tarih yazıcılarının haklarında nasıl hüküm vereceğini düşünecek durumda değillerdir.

Ama nasıl antik çağda ayaklanan köleler günün birinde efsanelere konu olacaklarını, adlarının destanlarda ve şarkılarda anılacağını bilemediler; nasıl 75 gün boyunca Paris sokaklarındaki barikatlar üzerine çıkan »Komünardlar« pratikleriyle »Komünist Partisi Manifestosu«na ilham olduklarından bihaber olduysalar, Rojava devrimcileri de muhtemelen tarih boyunca hem dinler ve medeniyetler beşiği, hem de »cehennem üçgeni« olmaktan kurtulamayan Ortadoğu’nun barışçıl geleceğinin küçük çaplı bir örneğini oluşturuyor olduklarının farkında değildirler.

Evet, henüz Rojava Devrimi’nin nasıl sonuçlanacağı belli değil. Paris Komününden daha uzun süre ayakta kalabildiğini kanıtlamasına rağmen, Rojava devrimcilerinin Parisli komünardların akıbetini paylaşmayacaklarını mutlak bir kesinlikle söyleyebilme şansımız yok – hele hele kardeşin kardeşe sırtını döndüğü, en basit insani yardımlar için dahi egemenlerin kardeşler arasına zor kullanarak çizdiği »sınırların« kapatıldığı bir dönemde.

Gene de tanığı olduğumuz devrim günlerinin şimdiye kadarki muhasebesini çıkartabilir, tarihe not düşebilir ve çağdaşlarımıza kendi sorumluluklarımızı anımsatabiliriz, ki okumakta olduğunuz bu makalenin amacı bundan ibarettir. O halde, okura »anlatılan senin hikâyendir« diyerek başlayalım.

II

Suriye’deki iç savaşın başlamasıyla birlikte PYD öncülüğündeki Rojava Kürtleri kendilerine ait toprakları, Esad rejimi ile Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bölge ülkelerinin Batılı ülkeler ile birlikte destekledikleri silahlı »muhalefet« arasındaki çatışmalardan uzak tutabildiler. Türkiye basınında »PKK’nin Suriye kolu« olarak adlandırılan Demokratik Birlik Partisi PYD, Rojava Kürtleri arasında köklü bir örgütlenmeye sahip olduğundan, Batının Suriye’deki Kürtleri destekledikleri silahlı »muhalefete« eklemleme planları başarısız oldu.

Türkiye kamuoyu, ki aynı şekilde Türkiye sosyalist hareketinin büyük bir bölümü de, komşu ülkedeki Kürtlerin böylesi bir siyaseti takip etmelerini – deyim yerindeyse – şaşkınlıkla izlediler. Aslında bu durum hükümet ve muhalefet taraftarlarıyla birlikte Türkiye kamuoyunun ne denli dar ve salt iç politikaya odaklı bir bakış açısına sahip olduğunu gösteren semptomatik bir örnektir. Zaten bu nedenle kamuoyunda yürütülen ve genellikle hakim siyasî söylem ile komplo teorilerince belirlenen tartışmalar, bölgedeki gelişmelerin gerçeğe yakın analizini çıkartabilmekten hep uzak kalmaktadırlar.

Rojava Kürtlerinin çoğunlukla Abdullah Öcalan ve PKK’ye sempati ile baktıkları bilinen bir gerçek. Ne de olsa Rojavalılar Öcalan ve PKK’ye yirmi yıl boyunca ev sahipliği yapmışlardı. Diğer yandan 2003 yılında kurulan PYD, Suriye’deki 2004 Kürt kalkışmasının rejim güçlerince bastırılmasından sonra silahlı savunma birlikleri kurmaya ve Rojava halkı arasında örgütlenmeye başlamıştı. Bu nedenle 2011 Mart’ında Suriye’de ilk olaylar patlak verdiğinde, diğer Kürt örgütleri ne yapacaklarına henüz karar verememişken, PYD kısa sürede oluşturduğu halk komiteleri ile yönetim ve idarî yapılanmaları oluşturmuş, en başından itibaren Suriye’deki ihtilafın çözümünün ancak »Suriyelilerin kendi eseri olacağını« merkezine alan bir »Üçüncü Yol« siyaseti izlemişti.

PYD eş başkanı Salih Müslim 2011’de basına verdiği ilk demeçlerde yabancı ülkelerin müdahalesine kesinlikle karşı çıktıklarını ve Suriye’nin »demokratik ve barışçıl geleceğini tüm Suriyelilerle birlikte kurmayı hedeflediklerini« vurguluyordu. PYD bugün de ısrarla ne Suriye Ulusal Konseyi SUK’un, ne Özgür Suriye Ordusu ÖSO’nun, ne de rejimin tarafında durduğunu belirtiyor.

Müslim, 23 Aralık 2012’de civaka-azad.org adlı internet sitesinde yayınlanan bir demecinde izledikleri »Üçüncü Yol« siyasetini şöyle açıklıyor: »Bu çözüm modeli, halkların siyasî ve toplumsal ortak geleceğini şekillendirecektir. Somut olarak bu modelde devletin siyaset, kültür, dil, ekonomi ve ekoloji alanlarına karışmayacağı söylenebilir. Taban demokrasisine dayalı bir demokratik özerklik modeli, tüm Suriye için geçerli bir model olarak görülmelidir. Böylelikle bölgedeki farklı halkların ve inanç gruplarının ayırımcılık ve baskı olmadan ortak yaşayacakları ideal bir sistem kurulabilir. Ve bu model sonunda bütün Ortadoğu’ya yayılabilir.«

Rojava’daki gelişmeler demokratik özerklik modelinin yaşama geçirildiğini gösteriyor. Kısa zaman içerisinde halk meclisleri ve halk özsavunma birlikleri biçiminde demokratik özyönetim ve idarî yapılanmaları oluşturulmuş durumda. Ancak bu yapılanmalar sadece Kürtlerden oluşmuyor, aksine burada tüm etnik ve inanç grupları temsil edilmekte.

Bununla birlikte Türkiye’deki yaygın basında iddia edildiğinin aksine PYD Rojava’daki yönetimi tek başına elinde tutmuyor. Halk meclisleri ve YPG çatısı altında toplanan halk özsavunma birlikleri doğrudan Kürt Yüksek Konseyi »Destaya Bilind a Kurd« DBK adlı ve bütün sivil kurumlar ile tanınmış şahsiyetlerin içerisinde yer aldığı koordinasyon kurumuna bağlılar.

2012 yazında Suriye’deki rejim güçleri ile silahlı »muhalefet« arasındaki çatışmaların Rojava’ya sıçraması söz konusu olunca, halk meclisleri Kürt yerleşim bölgelerinde kontrolü yavaş yavaş ele geçirmeye başladılar. Bu »ele geçirme« çoğunlukla barışçıl bir stratejiyle gerçekleşti. Halkın desteği ile rejimin idarî binalarının ve karakollarının etrafını saran PYD güçleri, rejimin asker ve polislerinin silahlarını teslim etmelerinden sonra kendi bölgelerine çekilmelerine olanak tanıyarak, Kürtler ve Araplar arasında silahlı çatışmaların çıkmasını engellediler. Almanya ve Britanya basınından da okunabileceği gibi, PYD öncülüğündeki halk meclislerinin kontrolünü aldıkları köyler, kasabalar ve kentlerdeki yönetim büyük ölçüde çatışma çıkmadan el değiştirdi. Bu nedenle gerek silahlı »muhalefet«, gerekse de AKP hükümeti PYD’ye »Esad’la işbirliği« suçlamasını yöneltiyorlar. Anlaşılan çatışma olmadan da yönetimin el değiştirilebileceği, sadece halk kitlelerinin kan dökmeden yönetimi ellerine geçirebileceği bir olanak, gözlerini kan ve kâr hırsı bürümüş olanların tasavvur edemeyeceği bir düşünce olmuş.

Köy, kasaba, kent ve Batı Kürdistan halk meclisleri olarak oluşan özyönetim ve idarenin olduğu yerlerdeki halk, diğer Suriyelilere nazaran  güvenlik içerisinde yaşıyor, ki diğer bölgelerden Rojava’ya göç edenler nedeniyle nüfusta önemli ölçüde bir artış olmasına rağmen. Yasama görevini üstlenen halk meclisleri eş başkanlık sistemini ve yüzde 40 cins kotasını uyguluyorlar. Meclislerde meslek grupları, kadın ve gençlik örgütleriyle farklı etnik ve inanç grupları kendi temsilcileriyle yer alıyorlar.

Meclisler, bütün belediye hizmetleri dahil, yerel idare görevini tam olarak üstlenmiş durumdalar ve bölgeden gelen haberlere göre, hayli etkin çalışıyorlar. Gene halk meclislerinin girişimi ile yargı yapılanmaları kuruluyor. Hukukçular »halk mahkemelerinin« inşası ile meşgulken, Kamışlı’da olduğu gibi, oluşturulan »Sosyal Sorunlar Komisyonları« gündelik ihtilafların, yargıya başvurmadan, uzlaşma yolu üzerinden çözümüne yardımcı oluyorlar.

Rojava’da savunma, güvenlik ve asayiş yaklaşık 45 bin kişilik halk özsavunma birlikleri YPG tarafından sağlanıyor. Gene Türkiye basınında çıkan haberlerin ve Güney Kürdistan yönetiminin iddialarının aksine, YPG sadece PYD’li Kürtlerden oluşmuyor. Rojava’da yaşayan Kürt, Arap ve Asuri-Süryaniler gibi farklı inanç gruplarından insanlar YPG’yi oluşturuyor. Ayrıca YPG Hıristiyan mahallelerinin Hıristiyanlar tarafından korunması için bu inanç gruplarından oluşan özsavunma birliklerinin oluşturulmasına destek veriyor. Üçte birini kadın milislerin oluşturduğu ve komuta kademesinin seçimle işbaşına getirildiği YPG’de milislere herhangi bir maaş ödenmiyor. Halk rotasyon usulü ile YPG güçlerine gıda maddeleri veriyor. Uzun yıllar PKK saflarında bulunan Rojava’lı gerillalar ise ülkelerine geri dönüyor ve milis güçlerinin eğitimine destek veriyorlar.

İç savaş öncesinde Suriye’nin tahıl gereksiniminin önemli bir bölümü Rojava’dan temin ediliyordu. Çatışmalar nedeniyle zirai üretim durma noktasına gelmiş. Bilhassa un ve ekmek üretiminde, İslami terör gruplarının sabotajları sonucunda elektrik kısıntısının baş göstermesi nedeniyle dar boğazlar ortaya çıkınca, halk meclisleri büyük fırınlar kurarak halkın ihtiyacını yeniden karşılamaya başladılar. Savaşların aynı zamanda kıtlık dönemleri olduğu ve kıtlığın pahalılık ve spekülasyonlara yol açtığı gerçeğinden hareketle halk meclislerinin oluşturduğu komiteler temel tüketim maddelerinin fiyatlarını kontrol etmeye başladılar. Komiteler aşırı fiyat artışlarını engellemek amacıyla yüksek cezalar uyguluyor.

Bununla birlikte Suriye’deki petrol kuyularının yarıdan fazlasının Rojava’da bulunması, bu kaynakların halk meclislerinin kontrolüne geçmesini sağlamış. Petrol kuyularının güvenliği ise YPG güçlerinin elinde. YPG yaptığı bir açıklamada, »Petrol kaynakları Suriye halklarının malıdır, özgürlüğüne kavuşacak bir Suriye’de herkesin kullanımı üzerindeki haklarını kullanabilmesi için petrol kuyularını korumamız altına aldık« diyor. YPG sadece asayiş ve savunma güçlerinin ailelerine ücretsiz yakıt veriyor. Daha önce, petrol kuyuları silahlı »muhalefet« güçlerinin elindeyken Alman basınında yer alan bir haberde, bu grupların uluslararası piyasalarda 100, 00 ABD Dolarını aşan bir fiyatı olan bir petrol varilini Türkiye’den gelen tankerlere 13,00 ABD Dolarından sattıkları bildiriliyordu. YPG’nin kontrolüne geçen kuyularda bu artık mümkün değil.

III

Görüldüğü gibi Rojava’da Abdullah Öcalan’ın demokratik özerklik konsepti hemen her alanda yaşama geçirilmiş durumda. PYD’nin farklı etnik ve inançtan halkın güvenini kazanmasının temel nedeni de bu. Öcalan ile herhangi bir organik bağlarının olmadığını belirten PYD eş başkanı Müslim, »biz Öcalan’ın özerklik ve kardeşlik felsefesini gerçekleştiriyoruz« diyor.

Rojava, özgür yaşamın örgütlendiği ve bizzat halkın kendisi tarafından savunulduğu bir »vaha« hâline geldi. Ancak bu »vaha« ölüm çölünün kum fırtınalarının tehdidi altındadır, çünkü Rojava’nın varlığı bölgedeki egemenlerin iktidarlarını ve bölge üzerindeki gelecek planlarını tehlikeye sokan, bölge halklarının örnek alabilecekleri bir deneye dönüşmüştür.

Rojava aynı zamanda Kürt burjuvazisini de rahatsız etmektedir. KDP’nin elindeki Güney Kürdistan yönetimi aylardan beri keyfî olarak Rojava sınırını kapatmakta ve halkın ivedi ihtiyaçlarının karşılanmasını engellemektedir. Avrupa’daki yardım kuruluşlarının hibe ettikleri 15 ambulanstan sadece dokuzu Rojava’ya ulaşabilmiş, ama bunların içinde bulunan tıbbî gereçlere Güney Kürdistan yönetimi el koymuştur. İlaçların, tıbbî araç ve gereçlerin ve bilhassa bebekler için gönderilen süt tozlarının Rojava’ya geçirilmesine müsaade etmeyen Güney Kürdistan yönetimi, PYD’ye »Esad rejimi ile işbirliği yapma« ve »diğer Kürt örgütlerini baskı altında tutma« suçlamasını yapmaktadır.

Bu açıdan Mustafa Karasu’nun Almanya’da yayımlanan Yeni Özgür Politika gazetesinin 5 Kasım 2013 tarihli nüshasında yer alan »KDP ve Rojava devrim gerçeği« başlıklı yazısı, suçlamalara yönelik bir yanıt niteliğindedir. Karasu şöyle yazıyor:

»(...) Rojava devriminin karakteri KDP’nin iddiasının tam tersidir. Devrimci ve demokratik karakteri esastır. (...) Zaten kadının devrimdeki büyük etkisi ve toplumun tabandan örgütlendirilmesi, karakterinin ne olduğunun temel göstergesidir.

Eğer KDP ve yandaşları Rojava’da hakim olsaydı, bugünkü demokratik ortamın yüzde biri yaşanmazdı. Tam bir otoriter rejim kurulur ve diğer siyasî güçlere yaşam hakkı tanımazlardı. (...) KDP’ye bağlı güçler komplo ve provokasyonlarla devrimci güçleri boğmak ve hakim olmak istemişlerdir. Özürlük değil, hegemonya peşinde koşmaktadırlar. (...) Rojava devrimi hiç bir siyasî güce baskı ve şiddet uygulamıyor. Tüm siyasî güçler ve topluma özgür yaşamı örgütleme imkanı sunuyor. Tabii ki demokratik bir devrim olarak devrimi boğmak isteyenlere ne kadar kılıcı keskinse, toplum açısından da demokratiktir. KDP ve yandaş basını bu gerçeği tersyüz etmeye çalışsa da, gerçeklik onların söylediklerinin tersidir.

Rojava devrimi başından itibaren tüm örgütlerin siyasî birliğini savunmuştur. Her siyasî örgütün örgütlenme özgürlüğünü savunmuştur. Ancak tek ordu ve tek asayiş dışında parçalı ordu ve parçalı asayişi kabul etmemiştir. Devrim ortamında parçalı ordunun tehlikeli olduğunu vurgulamıştır. Bazı partiler dışarıdan gönderilecek silahlı güçlerle bir askeri güç kurmayı dayatmışlardır. Dışarıdan getirilen bu askeri güçlerle daha sonra provokasyon yapıp askeri müdahaleye zemin yaratmak istemişlerdir.«

Rojava devrimi görüldüğü gibi tarihsel ve toplumsal bir gerçekliği de gün yüzüne çıkartmaktadır: sınıf çıkarları çelişkisini ve sınıf egemenliğini. Karasu anılan yazısında kitlesel Kürt hareketinin ve özelde PKK’nin »ulusal birlik« siyasetine uygun olarak, KDP’nin Rojava’ya yönelik hasmane tutumunun arkasında duran asıl nedenlere pek değinmiyor ve yazısını »Tüm Kürtler birbirini tamamlayan ve güçlendiren biçimde hareket etmelidir. PKK de, PYD de buna hazırdır« diyerek, Kürtlerin birliğini ne denli önemsediklerine vurgu yaparak bitiriyor.

Özgürlük mücadelesinin uzun vadeli stratejileri açısından bu anlaşılır bir yaklaşımdır. Ancak tarihsel maddecilik temelinde Rojava devrimi gibi bir olguyu ele almaya çalışan bir makalede asıl nedenlere, yani her türlü siyasetin maddî temellerine değinmek bir zorunluluktur.

Karasu’nun bıraktığı noktadan devam edersek: öncelikle KDP ve Güney Kürdistan yönetiminin tavrının maddî temellerine bakalım: KDP’nin Rojava’daki özerklik çabalarına muhalefet etmesinin, hatta bu çabaları sabote ederek devrimi boğma uğraşlarının ardında sadece PKK ve PYD karşıtlığı olduğunu düşünmek, yanıltıcıdır. KDP’nin bu yaklaşımını belirleyen asıl mesele, bir tarafta Güney Kürdistan’daki sınıf egemenliğini sağlayan iktidarını güvence altına alma hedefi, diğer yanda da Güney Kürdistan ve Rojava’daki fosil enerji kaynakları üzerinde hakimiyet sağlama kaygısıdır.

Güney Kürdistan yönetimi, dünyanın en büyük petrol rezervlerinden birine sahip olan Irak devletinin toplam rezervlerinin neredeyse yüzde 20’sini kontrol etmektedir. Exxon ve General Energy gibi uluslararası enerji tekellerinin yaptıkları araştırmalar, Güney Kürdistan’da toplam 45 milyar varil petrol rezervi olduğuna işaret etmektedir. Güney Kürdistan yönetimi, Türkiyeli ve diğer uluslararası tekellerle yaptığı antlaşmalara dayanarak, en geç 2014 sonundan itibaren günde 1 milyon varil petrol üretmeyi hedeflediklerini açıklamıştı. Dünya Ticaret Endeksi verilerine göre bu üretim 34 milyar ABD Dolarından fazla bir yıllık gelir anlamına gelmektedir. Kürt burjuvazisinin derdi, bu gelirin aslan payına sahip olmaktır.

Ancak fosil enerji taşıyıcılarının sadece üretiliyor olması yeterli değildir, çünkü bunların tüketiciye – bu durumda merkez Avrupa ülkelerine – güvenli bir koridordan ulaştırılması gerekmektedir. Hâlen faaliyette olan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı bu üretimi taşıyacak kapasitede değildir. TPAO ve BOTAŞ gibi Türkiyeli tekellerin internet sayfalarından okunabileceği gibi, bu nedenle yeni boru hatlarının inşası planlanmaktadır. Uzun vadeli düşünüldüğünde, Rojava’nın KDP’ye yakın güçlerin kontrolüne geçmesi veya günün birinde »ulus devlet« olarak bağımsızlığını ilân etmesi hedeflenen Güney Kürdistan ile birleşmesi veya bütünleşmesi sonucunda, Kürt burjuvazisine Doğu Akdeniz havzasında tespit edilen devasa doğal gaz kaynaklarından pay alma fırsatını verecektir. Zaten kıyılarında – Levante Havzasında – doğal gaz çıkarmaya başlayan İsrail, aynı şekilde büyük doğal gaz rezervlerine sahip olan Katar, Güney Kürdistan’da başlayıp Rojava üzerinden Türkiye’nin Ceyhan Limanı’na gidecek olan boru hattına bağlanarak, kendi doğal gaz üretimini Batı ülkelerine gönderme niyetlerini çok önceden açıklamışlardı. KDP’nin Rojava devrimi karşısında ve Türkiye’nin yanında konumlanışının maddî temeli burada yatmaktadır.

Ayrıca Kürt ve Türk burjuvazilerinin çıkarlarının yanı sıra uluslararası stratejilerin oynadığı rol de unutulmamalıdır. Kürt ve Türk burjuvazilerinin çıkarlarının ne denli örtüştüğü aşikâr. Türkiye’deki sermaye birikiminin sermaye ihracını zorlayarak Türk devletinin bölgesel emperyalizm heveslerini körüklemesi, Güney Kürdistan’ın Almanya’nın hemen peşinden Türkiye’nin ikinci büyük ihracat pazarı hâline gelmiş olduğu yeterince biliniyor.

Uluslararası stratejilerin oynadığı rolü hem jeopolitik, hem jeostratejik, hem de jeoekonomik çıkarlar bağlamında ele almak gerekiyor. Bunları kısaca sıralayacak olursak: Güney Kürdistan’ın Irak devletinden ayrılarak, bağımsız »ulus devlet« hâline gelmesi ve Rojava devriminin bastırılarak Güney Kürdistan veya Türkiye’nin kontrolü altına sokulması, başta ABD ve AB olmak üzere, Türkiye’nin, Suudi Arabistan ve Körfez İşbirliği Ülkelerinin bölgedeki planları ve çıkarları ile doğrudan örtüşmektedir. Çünkü böylelikle İran, Irak merkezî yönetimi, Esad rejimi ve Lübnan Hizbullah’ından oluşan »Şiî Yayı« kırılacak, Rusya’nın etkisi geri püskürtülecek, bölgedeki petrol ve doğal gaz kaynaklarının işlenmesi, pazarlanması ve merkez Avrupa ülkelerine nakliyatı güvence altına alınmış olacak, İran üzerinde baskı artırılacak ve İsrail-Filistin ihtilafının emperyalizm lehine olan çözümüne bir adım daha yaklaşılacaktır. Bu stratejinin temellerinin ne zaman atıldığını öğrenebilmek için Roland D. Asmus ve Kenneth M. Pollack’ın Policy Review dergisinin 2002 Eylül’ünde yayımlanan 115. sayısındaki »Transforming the Middle East« başlıklı makalesini okumak yeterli olur. Aynı zamanda Clinton yönetiminin çalışanları Asmus ve Pollack’ın bu makaleleri, ABD yönetimlerinin Ortadoğu stratejileri konusunda hem fikir olduklarını gösterdiğinden, hayli ilgi çekicidir.

2011’de Tunus ve Mısır’da olduğu gibi Arap dünyasını sarsan kalkışmalar Suriye’ye de sıçradığında, »Greater Middle East« projesi için yeni bir fırsat doğduğu düşünülmüştü. Başlangıçta Libya benzeri bir »çözümden« bahseden NATO güçleri, Suriye’nin toplumsal yapısının çetrefilliğinin bu »çözüme« uygun olmadığını çok çabuk gördüler ve rejimin »içeriden yıkılması« kararını verdiler. Suriye ordusunun güçlü hava savunma sistemi ve Afganistan ile Irak’taki kalıcı askerî işgallerin olumsuzlukları NATO’nun ülke içinden başlatılan »destabilizasyon stratejisine« başvurmasına neden oldu. Böylece El-Kaide ve Nusra Cephesi gibi vahşi terör gruplarının doğrudan desteği başladı. Gerisi biliniyor.

PYD’nin öncülüğünde başlatılan Rojava devrimini – Müslim’in sözleriyle – »sadece Kürt halkının değil, Suriye halklarının bir devrimi« olarak görmesi, Kürt Yüksek Konseyi’nin Rojava’nın demokratik özerkliğini meşrulaştırmak için halkın oyuna sunulacak bir anayasa hazırlamaya başlaması, yani »Üçüncü Yol« siyasetini takip etmesi, bölge ülkelerinin ve Batının planlarını rahatsız etti. 2012 sonundan beri İslamist terör gruplarının mütemadiyen Rojava’ya saldırmaları bu yüzdendir. Rojava devrimi daha henüz filiz hâlindeyken bile uluslararası stratejileri alt-üst etmiştir ve bu nedenle ortak çabayla boğulmak istenmektedir.

IV

Rojava devriminin çağımızın en muazzam olgusu olmasını gösteren bir diğer niteliği de, kapitalist sömürünün en karanlık ve en ceberut araçlarından birisi hâline dönüşen »ulus devlet« reddiyesine dayanan kurgusudur, ki bu şekliyle de Kürtler arasında gerçek bir ayrışma çizgisini oluşturmaktadır. Çünkü Rojava devrimi muğlak ve kimin kullanacağı belli olmayan bir »ulusların kendi kaderini tayin hakkı« ilkesinin değil, halkların ve tek tek bireylerin kendi kaderlerini tayin hakkını kullanması ilkesinin bir ifadesidir.

Bu tespitimizi iki örnekle açmaya çalışalım. Örnekleri sağlıklı bir karşılaştırma yapabilmek için Güney Kürdistan ve Rojava’dan alma durumundayız.

Kürtlerin bağımsız bir »ulus devlet« kurmalarının zamanının geldiğini vurgulayan Kürt milliyetçileri, »devletleşme hakkının« alınacağı süreçte Güney Kürdistan’ın belirleyici bir rol oynadığı kanısındalar. Yayınladıkları sayısız makale ve kitaptan okunabileceği kadarıyla, Güney Kürdistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla, dört parçanın nihâyet birleşerek »Büyük Kürdistan« kurulabileceği umudunu taşıyorlar, dahası uluslararası konjonktürün buna fırsat tanıdığını iddia ediyorlar.

Küçük burjuva beyinlerin masa başı yurtseverliklerinin verdiği heyecan ile kapıldıkları romantik hayallere uzun uzadıya değinmek gereksiz olur. Onun yerine tarihsel ve maddi koşullara bakmak, reel siyaseti değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bu açıdan 22 Ocak 2013’den itibaren Vatan gazetesinde »Irak Kürdistan’ındaki« izlenimlerini bir yazı dizisiyle aktaran Ruşen Çakır’ın KDP’li Kerkük valisi Necmettin Kerim ile yaptığı bir röportaj hayli aydınlatıcı. Bu yazı dizisi http://rusencakır.com adlı sitede okunabilir. Röportajda AKP hükümetinin politikalarından övgüyle bahseden Kerkük valisi, gazeteci Çakır’ın sorularını şöyle yanıtlıyor:

»Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti ütopya mı, yoksa kaçınılmaz bir olgu mu?

Dr. Kerim: Sanıyorum bağımsız Kürt devleti kaçınılmaz bir gerçek ve Türkiye’nin bundan tedirgin olması gerekmez. 2005’de sizinle konuştuğumuzdan bu yana yaşananlara bir bakalım: Kürt bölgesinin başkanı defalarca Türkiye’yi ziyaret etti. Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve diğer yetkililer buralara geldi, başta petrol olmak üzere bir çok konuda anlaşmalar imzalandı. Öte yandan bugün Irak’taki idarî sistem büyük ölçüde işlemiyor, meclis yasama görevini yerine getiremiyor, hükümet meclise danışmıyor, yürütme anayasayı sık sık ihlal ediyor. Sünni ve Şiîler arasındaki gerilim tırmanıyor. İşte bütün bunlar Irak’ın tek bir devlet olarak yoluna devam edip etmeyeceğini belirleyecek.

Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti bu kadar kaygı yaratırken, birleşik Kürdistan ihtimali Türkiye’de nasıl karşılanır? Sizce bu mümkün mü?

Dr. Kerim: Her ülke kendi Kürt sorununu kendi başına çözmelidir. Her ülkenin şartları farklı. Türkiye eğer kendi sorununu çözerse bölünme kaygılarından da arınır. Azerbaycan örneği ortada: İran Azerbaycan’ında daha fazla Azeri yaşamasına rağmen Azerbaycan bağımsızlığını ilan etti diye onlar da bağımsızlık arayışına girmiş değiller. Eğer İran Azerbaycan’ında yaşamak istemeyenler varsa, Azerbaycan’a gidebilirler. Aynı şey Türkiye Kürtleri ve Irak Kürdistanı arasında da yaşanabilir.«

Kerkük valisi, bağımsız Kürt »ulus devletinin« kaçınılmaz bir »gerçek« olduğunu söylerken – tabii burada sadece Güney Kürdistan’dan bahsediyor –, Azerbaycan örneğinin altını kalın çizgiyle çizerek, »Türkiye Kürtlerinin« bağımsızlık arayışına girmemelerini, Türkiye’de yaşamak istemeyen Kürtlerin »Irak Kürdistanı’na« gelmelerini salık veriyor. Sınıf egemenliği çıkarlarını kollamak böyle bir şeydir işte. Kendi egemenlik alanında, tam olarak uluslararası stratejilere uygun bir biçimde bağımsız »ulus devlet« kurma hakkını kendilerinde gören Kerkük valisi, hem Kürdistan’ın diğer parçalarındaki Kürtlerin, hem de diğer milliyetlerin »kendi kaderlerini tayin hakkını« bu kadar ucuza satmaktadır.

Burada kitlesel Kürt hareketi içerisinde koalisyon bileşeni olarak yer alan milliyetçi ve dinci yapılanmalara, ama özellikle de kitlesel Kürt hareketine »bağımsız Kürt aydını« sıfatıyla yakın (!) durduklarını telkin eden, doğrudan Abdullah Öcalan’a saldıramadıkları için, sosyalist hareket üzerinden Öcalan eleştirisi yapan Kürt burjuva milliyetçilerine sormak gerekiyor: Öylesine pohpohladığınız o tumturaklı bağımsız Kürt »ulus devleti«, daha kurulma olanağının ilk ışıklarını gördüğü anda Kuzey Kürtlerine, İran Azerilerine »oturun oturduğunuz yerde, bağımsızlıkla falan uğraşmayın« der, Rojava’daki kardeşlerine sınır kapılarını kapatıp, insanî yardımları dahi engellerken, kutsadığınız o »ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından«, bunun »doğallığından ve bilimselliğinden« geriye kocaman bir hiç kalmasına ne diyorsunuz? Eğer bağımsız Kürt »ulus devletinin« kaçınılmaz bir »gerçek« olduğunu söyleyen Barzani ve tayfasıyla aynı fikirdeyseniz, Kürdistan coğrafyasındaki diğer Kürtlere »ya olduğunuz yerde kalıp, tayin edemeyeceğiniz kaderinize razı olun, ya da toplanıp Güney Kürdistan’a gidin« mi diyeceksiniz?

Tarihsel gelişmenin ezilen ve sömürülen halkların önüne koyduğu temel görev, herhangi bir milliyetin burjuvazisinin sınıf egemenliğini sağlayacak ve sadece küçük burjuva lafazanlığının hayal dünyasında »iyi«, »güzel« ve »doğru« olabilecek yeni bir »ulus devletin« inşası değil, ezilen ve sömürülenlerin, yani halkların ezici çoğunluğunun verili koşullar altında ve modern burjuva toplumunun içinde, yani bugün ve burada kendi kaderlerini tayin edebilmelerinin demokratik ve eşit haklı koşullarını gerçekleştirmek için mücadele etmektir. Verili tarihsel koşullar ve söz konusu maddî şartlar temelinde, Kerkük valisi gibi bağımsız bir Kürt »ulus devleti« savunusu yapmak ise, sınıf egemenliğinin pekiştirilmesine ve emperyalist stratejilere hizmet etmek anlamına gelmektedir.

Rojava devrimi halk meclisleri üzerinden özyönetimini, öz savunmasını, herhangi bir »ulusal« ayrıcalığı öne çıkarmadan Rojava’da yaşayan bütün etnik ve inanç gruplarının eşit, demokratik ve ortak yaşamını örgütlemeye çalışmasıyla tamamen ters yönde yol almaktadır. Rojavalılar zor, ama doğru olanı seçmiş, geleceğin Ortadoğu’sunun nasıl şekillenmesi gerektiğini gösteren bir örneği inşa etmektedirler. Halkların kendi eseri olan bu inşa sürecinde »devrimin keskin kılıcının« bu sürecin önünde duran engelleri hedef almasından da başka bir çareleri yoktur. Ya bu engelleri yok edeceklerdir, ya da kendileri yok olacaktır.

Rojava devriminin pusulası »demokratik konfederalizm – demokratik cumhuriyet – demokratik özerklik« konseptidir ve hiç bir milliyete, »ulusa« veya inanca dayanmayan »demokratik ulusun« nasıl örgütlenebileceğini göstermektedir. Bu biçimi ile Rojava devrimi, Güney Kürdistan’da oluşturulmaya çalışılan »ulus devletin« antitezi, gerçekleşmesi olanaklı alternatifidir.

Rojava devrimi her türlü »ulusal« ayrıcalıkların kaldırılarak, hem her milliyet ve inancın kendi özelliklerini koruması ve geliştirebilmesi için eşit kolektif haklara sahip olacakları, hem de olanaklı olan en geniş demokratik özyönetim ve idarî yapılanmalarıyla bütün milliyetlerin ve inançların ortak çatı altındaki özgür ve gönüllü birlikteliğinin olanaklı olabileceğini göstermesi nedeniyle çağımızın en muazzam olgusudur.

Elbette bu bir deneydir. Yeni olan, daha denenmemiş, ortaya çıkaracağı sorunların ne olacağı bilinmeyen bir yol; her gün yeniden kurulup, yeniden düzenlenmek zorunda olan – hem de uluslararası güçlerin yok etme tehdidi altında var olmaya çalışan yepyeni bir deneyle karşı karşıyayız. Hatalar, yalpalanmalar olacak, imtiyaz ve iktidar hırsları zaman zaman geri adım attırabilecek, belki de saldırılar karşısında ayakta kalabilmek olanaksız olacaktır. Ve elbette diğer ülkelerdeki ezilen ve sömürülenlerin desteği olmadan, onlar da kendi evlerinde demokratik, eşit ve özerk bir gelecek için mücadele vermedikleri müddetçe Rojava devriminin nefes alabilmesi çok, ama çok zor olacaktır.

Ancak Rojava devrimi bir başlangıçtır. Esası ve kalıcı olan yanı, tüm insanlık için arzu edilebilecek özgür ve eşit bir yaşamın olanaklı olabileceğini göstermesidir. Bu bağlamda Rojava devrimi şimdiden insanlık tarihinde onurlu bir yer almayı fazlasıyla hak etmiştir. Rojava devrimi, Ortadoğu halklarının yolunu aydınlatan güçlü bir ışık gibidir. Bu devrimin başarısız olması, sadece Rojavalıların değil, bölgedeki tüm halkların başarısızlığı anlamına gelecektir. Barıştan, demokrasiden, eşitlikten yana olan, ezilen ve sömürülenlerin yanında duran ve başka bir dünyanın olanaklı olduğuna inananların ivedi görevi Rojava’ya sahip çıkmak, destek vermek ve en önemlisi kendi evlerindeki kendi görevlerini yerine getirmektir. Rojava geleceğimizdir. Gelecek ise her yerde Rojava’nın olacaktır.