I
Bilim-kurgu romanlarına atıfta bulunmadan,
bugünden 22. veya 23. Yüzyılların nasıl şekillenebileceğini öngörmek pek
olanaklı değil. Ancak insanlığın bugün yaşadığı gibi, savaşlarla, doğayı yok
etmekle, insanın insanı sömürmesiyle var olmaya devam edemeyeceğini tahmin
etmek için müneccim olmaya da gerek yok. Eğer insanlık günün birinde savaşları
engelleyebilme, yani savaşı ortaya çıkaran nedenleri aşabilme, sürdürülebilir
bir yaşamın koşullarını yaratma becerisini gösterebilirse, o zaman
Samanyolu’ndaki bu küçük mavi gezegenin ebedî cennete dönüşmesi olanaklı
olacaktır – kast ettiğimiz »ebediyetin« izafî olduğunu ve en fazla güneşimizin
enerjisi bittikten sonra, dev bir ateş topuna dönüşüp dünyamızı yutana dek
süreceğini burada vurgulamak gereksizdir herhalde.
Öyle ya da böyle; insanlar yaşadığı müddetçe,
»tarihin sonunu« ilân edenleri her defasında yalanlayarak tarih yazanlar ve
geçmişe bakıp, geçmişin deneyimlerinden öğrenerek kendi zamanlarını
şekillendiren, yeni gelecek tasavvurlarını geliştirenler olacaktır. Hiç bir
baskı, hiç bir zulüm – sayıları ne kadar az olursa olsun – özgürlükten yana
olanları bunları yapmaktan alıkoyamayacaktır.
İşte böylesi bir gelecekte kayıt altına alınan
tarih anlatımı, tanığı olduğumuz Rojava Devrimi’nden »genç 21.Yüzyıl’ın en
muazzam olgusu« diye bahsedecektir. Şüphesiz çağdaşlarımız arasında bu
iddiamızı abartılı bulanlar olacaktır. Ve hiç kuşku yok ki, Şervan Müslim gibi,
yaşamı pahasına Rojava’yı savunan genç YPG savaşçıları islamist terör
gruplarını, talancıları, tecavüzcüleri geri püskürtürlerken, geleceğin tarih
yazıcılarının haklarında nasıl hüküm vereceğini düşünecek durumda değillerdir.
Ama nasıl antik çağda ayaklanan köleler günün
birinde efsanelere konu olacaklarını, adlarının destanlarda ve şarkılarda
anılacağını bilemediler; nasıl 75 gün boyunca Paris sokaklarındaki barikatlar
üzerine çıkan »Komünardlar« pratikleriyle »Komünist Partisi Manifestosu«na ilham
olduklarından bihaber olduysalar, Rojava devrimcileri de muhtemelen tarih boyunca
hem dinler ve medeniyetler beşiği, hem de »cehennem üçgeni« olmaktan
kurtulamayan Ortadoğu’nun barışçıl geleceğinin küçük çaplı bir örneğini
oluşturuyor olduklarının farkında değildirler.
Evet, henüz Rojava Devrimi’nin nasıl sonuçlanacağı
belli değil. Paris Komününden daha uzun süre ayakta kalabildiğini kanıtlamasına
rağmen, Rojava devrimcilerinin Parisli komünardların akıbetini
paylaşmayacaklarını mutlak bir kesinlikle söyleyebilme şansımız yok – hele hele
kardeşin kardeşe sırtını döndüğü, en basit insani yardımlar için dahi
egemenlerin kardeşler arasına zor kullanarak çizdiği »sınırların« kapatıldığı
bir dönemde.
Gene de tanığı olduğumuz devrim günlerinin şimdiye
kadarki muhasebesini çıkartabilir, tarihe not düşebilir ve çağdaşlarımıza kendi
sorumluluklarımızı anımsatabiliriz, ki okumakta olduğunuz bu makalenin amacı
bundan ibarettir. O halde, okura »anlatılan senin hikâyendir« diyerek
başlayalım.
II
Suriye’deki iç savaşın başlamasıyla birlikte PYD
öncülüğündeki Rojava Kürtleri kendilerine ait toprakları, Esad rejimi ile
Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bölge ülkelerinin Batılı ülkeler ile birlikte
destekledikleri silahlı »muhalefet« arasındaki çatışmalardan uzak tutabildiler.
Türkiye basınında »PKK’nin Suriye kolu« olarak adlandırılan Demokratik Birlik
Partisi PYD, Rojava Kürtleri arasında köklü bir örgütlenmeye sahip olduğundan,
Batının Suriye’deki Kürtleri destekledikleri silahlı »muhalefete« eklemleme
planları başarısız oldu.
Türkiye kamuoyu, ki aynı şekilde Türkiye sosyalist
hareketinin büyük bir bölümü de, komşu ülkedeki Kürtlerin böylesi bir siyaseti
takip etmelerini – deyim yerindeyse – şaşkınlıkla izlediler. Aslında bu durum
hükümet ve muhalefet taraftarlarıyla birlikte Türkiye kamuoyunun ne denli dar
ve salt iç politikaya odaklı bir bakış açısına sahip olduğunu gösteren
semptomatik bir örnektir. Zaten bu nedenle kamuoyunda yürütülen ve genellikle
hakim siyasî söylem ile komplo teorilerince belirlenen tartışmalar, bölgedeki
gelişmelerin gerçeğe yakın analizini çıkartabilmekten hep uzak kalmaktadırlar.
Rojava Kürtlerinin çoğunlukla Abdullah Öcalan ve
PKK’ye sempati ile baktıkları bilinen bir gerçek. Ne de olsa Rojavalılar Öcalan
ve PKK’ye yirmi yıl boyunca ev sahipliği yapmışlardı. Diğer yandan 2003 yılında
kurulan PYD, Suriye’deki 2004 Kürt kalkışmasının rejim güçlerince
bastırılmasından sonra silahlı savunma birlikleri kurmaya ve Rojava halkı
arasında örgütlenmeye başlamıştı. Bu nedenle 2011 Mart’ında Suriye’de ilk
olaylar patlak verdiğinde, diğer Kürt örgütleri ne yapacaklarına henüz karar
verememişken, PYD kısa sürede oluşturduğu halk komiteleri ile yönetim ve idarî
yapılanmaları oluşturmuş, en başından itibaren Suriye’deki ihtilafın çözümünün
ancak »Suriyelilerin kendi eseri olacağını« merkezine alan bir »Üçüncü Yol«
siyaseti izlemişti.
PYD eş başkanı Salih Müslim 2011’de basına verdiği
ilk demeçlerde yabancı ülkelerin müdahalesine kesinlikle karşı çıktıklarını ve
Suriye’nin »demokratik ve barışçıl geleceğini tüm Suriyelilerle birlikte
kurmayı hedeflediklerini« vurguluyordu. PYD bugün de ısrarla ne Suriye Ulusal
Konseyi SUK’un, ne Özgür Suriye Ordusu ÖSO’nun, ne de rejimin tarafında
durduğunu belirtiyor.
Müslim, 23 Aralık 2012’de civaka-azad.org adlı
internet sitesinde yayınlanan bir demecinde izledikleri »Üçüncü Yol« siyasetini
şöyle açıklıyor: »Bu çözüm modeli, halkların siyasî ve toplumsal ortak
geleceğini şekillendirecektir. Somut olarak bu modelde devletin siyaset,
kültür, dil, ekonomi ve ekoloji alanlarına karışmayacağı söylenebilir. Taban
demokrasisine dayalı bir demokratik özerklik modeli, tüm Suriye için geçerli
bir model olarak görülmelidir. Böylelikle bölgedeki farklı halkların ve inanç
gruplarının ayırımcılık ve baskı olmadan ortak yaşayacakları ideal bir sistem
kurulabilir. Ve bu model sonunda bütün Ortadoğu’ya yayılabilir.«
Rojava’daki gelişmeler demokratik özerklik
modelinin yaşama geçirildiğini gösteriyor. Kısa zaman içerisinde halk
meclisleri ve halk özsavunma birlikleri biçiminde demokratik özyönetim ve idarî
yapılanmaları oluşturulmuş durumda. Ancak bu yapılanmalar sadece Kürtlerden
oluşmuyor, aksine burada tüm etnik ve inanç grupları temsil edilmekte.
Bununla birlikte Türkiye’deki yaygın basında iddia
edildiğinin aksine PYD Rojava’daki yönetimi tek başına elinde tutmuyor. Halk
meclisleri ve YPG çatısı altında toplanan halk özsavunma birlikleri doğrudan
Kürt Yüksek Konseyi »Destaya Bilind a Kurd« DBK adlı ve bütün sivil kurumlar
ile tanınmış şahsiyetlerin içerisinde yer aldığı koordinasyon kurumuna
bağlılar.
2012 yazında Suriye’deki rejim güçleri ile silahlı
»muhalefet« arasındaki çatışmaların Rojava’ya sıçraması söz konusu olunca, halk
meclisleri Kürt yerleşim bölgelerinde kontrolü yavaş yavaş ele geçirmeye
başladılar. Bu »ele geçirme« çoğunlukla barışçıl bir stratejiyle gerçekleşti.
Halkın desteği ile rejimin idarî binalarının ve karakollarının etrafını saran
PYD güçleri, rejimin asker ve polislerinin silahlarını teslim etmelerinden
sonra kendi bölgelerine çekilmelerine olanak tanıyarak, Kürtler ve Araplar
arasında silahlı çatışmaların çıkmasını engellediler. Almanya ve Britanya basınından
da okunabileceği gibi, PYD öncülüğündeki halk meclislerinin kontrolünü
aldıkları köyler, kasabalar ve kentlerdeki yönetim büyük ölçüde çatışma
çıkmadan el değiştirdi. Bu nedenle gerek silahlı »muhalefet«, gerekse de AKP
hükümeti PYD’ye »Esad’la işbirliği« suçlamasını yöneltiyorlar. Anlaşılan
çatışma olmadan da yönetimin el değiştirilebileceği, sadece halk kitlelerinin
kan dökmeden yönetimi ellerine geçirebileceği bir olanak, gözlerini kan ve kâr
hırsı bürümüş olanların tasavvur edemeyeceği bir düşünce olmuş.
Köy, kasaba, kent ve Batı Kürdistan halk
meclisleri olarak oluşan özyönetim ve idarenin olduğu yerlerdeki halk, diğer
Suriyelilere nazaran güvenlik içerisinde
yaşıyor, ki diğer bölgelerden Rojava’ya göç edenler nedeniyle nüfusta önemli
ölçüde bir artış olmasına rağmen. Yasama görevini üstlenen halk meclisleri eş
başkanlık sistemini ve yüzde 40 cins kotasını uyguluyorlar. Meclislerde meslek
grupları, kadın ve gençlik örgütleriyle farklı etnik ve inanç grupları kendi
temsilcileriyle yer alıyorlar.
Meclisler, bütün belediye hizmetleri dahil, yerel
idare görevini tam olarak üstlenmiş durumdalar ve bölgeden gelen haberlere
göre, hayli etkin çalışıyorlar. Gene halk meclislerinin girişimi ile yargı
yapılanmaları kuruluyor. Hukukçular »halk mahkemelerinin« inşası ile meşgulken,
Kamışlı’da olduğu gibi, oluşturulan »Sosyal Sorunlar Komisyonları« gündelik
ihtilafların, yargıya başvurmadan, uzlaşma yolu üzerinden çözümüne yardımcı
oluyorlar.
Rojava’da savunma, güvenlik ve asayiş yaklaşık 45
bin kişilik halk özsavunma birlikleri YPG tarafından sağlanıyor. Gene Türkiye
basınında çıkan haberlerin ve Güney Kürdistan yönetiminin iddialarının aksine,
YPG sadece PYD’li Kürtlerden oluşmuyor. Rojava’da yaşayan Kürt, Arap ve
Asuri-Süryaniler gibi farklı inanç gruplarından insanlar YPG’yi oluşturuyor.
Ayrıca YPG Hıristiyan mahallelerinin Hıristiyanlar tarafından korunması için bu
inanç gruplarından oluşan özsavunma birliklerinin oluşturulmasına destek
veriyor. Üçte birini kadın milislerin oluşturduğu ve komuta kademesinin seçimle
işbaşına getirildiği YPG’de milislere herhangi bir maaş ödenmiyor. Halk
rotasyon usulü ile YPG güçlerine gıda maddeleri veriyor. Uzun yıllar PKK
saflarında bulunan Rojava’lı gerillalar ise ülkelerine geri dönüyor ve milis
güçlerinin eğitimine destek veriyorlar.
İç savaş öncesinde Suriye’nin tahıl gereksiniminin
önemli bir bölümü Rojava’dan temin ediliyordu. Çatışmalar nedeniyle zirai
üretim durma noktasına gelmiş. Bilhassa un ve ekmek üretiminde, İslami terör
gruplarının sabotajları sonucunda elektrik kısıntısının baş göstermesi
nedeniyle dar boğazlar ortaya çıkınca, halk meclisleri büyük fırınlar kurarak
halkın ihtiyacını yeniden karşılamaya başladılar. Savaşların aynı zamanda
kıtlık dönemleri olduğu ve kıtlığın pahalılık ve spekülasyonlara yol açtığı
gerçeğinden hareketle halk meclislerinin oluşturduğu komiteler temel tüketim
maddelerinin fiyatlarını kontrol etmeye başladılar. Komiteler aşırı fiyat
artışlarını engellemek amacıyla yüksek cezalar uyguluyor.
Bununla birlikte Suriye’deki petrol kuyularının
yarıdan fazlasının Rojava’da bulunması, bu kaynakların halk meclislerinin
kontrolüne geçmesini sağlamış. Petrol kuyularının güvenliği ise YPG güçlerinin
elinde. YPG yaptığı bir açıklamada, »Petrol kaynakları Suriye halklarının
malıdır, özgürlüğüne kavuşacak bir Suriye’de herkesin kullanımı üzerindeki
haklarını kullanabilmesi için petrol kuyularını korumamız altına aldık« diyor.
YPG sadece asayiş ve savunma güçlerinin ailelerine ücretsiz yakıt veriyor. Daha
önce, petrol kuyuları silahlı »muhalefet« güçlerinin elindeyken Alman basınında
yer alan bir haberde, bu grupların uluslararası piyasalarda 100, 00 ABD
Dolarını aşan bir fiyatı olan bir petrol varilini Türkiye’den gelen tankerlere
13,00 ABD Dolarından sattıkları bildiriliyordu. YPG’nin kontrolüne geçen
kuyularda bu artık mümkün değil.
III
Görüldüğü gibi Rojava’da Abdullah Öcalan’ın
demokratik özerklik konsepti hemen her alanda yaşama geçirilmiş durumda.
PYD’nin farklı etnik ve inançtan halkın güvenini kazanmasının temel nedeni de
bu. Öcalan ile herhangi bir organik bağlarının olmadığını belirten PYD eş
başkanı Müslim, »biz Öcalan’ın özerklik ve kardeşlik felsefesini
gerçekleştiriyoruz« diyor.
Rojava, özgür yaşamın örgütlendiği ve bizzat
halkın kendisi tarafından savunulduğu bir »vaha« hâline geldi. Ancak bu »vaha«
ölüm çölünün kum fırtınalarının tehdidi altındadır, çünkü Rojava’nın varlığı
bölgedeki egemenlerin iktidarlarını ve bölge üzerindeki gelecek planlarını
tehlikeye sokan, bölge halklarının örnek alabilecekleri bir deneye dönüşmüştür.
Rojava aynı zamanda Kürt burjuvazisini de rahatsız
etmektedir. KDP’nin elindeki Güney Kürdistan yönetimi aylardan beri keyfî
olarak Rojava sınırını kapatmakta ve halkın ivedi ihtiyaçlarının karşılanmasını
engellemektedir. Avrupa’daki yardım kuruluşlarının hibe ettikleri 15
ambulanstan sadece dokuzu Rojava’ya ulaşabilmiş, ama bunların içinde bulunan
tıbbî gereçlere Güney Kürdistan yönetimi el koymuştur. İlaçların, tıbbî araç ve
gereçlerin ve bilhassa bebekler için gönderilen süt tozlarının Rojava’ya
geçirilmesine müsaade etmeyen Güney Kürdistan yönetimi, PYD’ye »Esad rejimi ile
işbirliği yapma« ve »diğer Kürt örgütlerini baskı altında tutma« suçlamasını
yapmaktadır.
Bu açıdan Mustafa Karasu’nun Almanya’da yayımlanan
Yeni Özgür Politika gazetesinin 5 Kasım 2013 tarihli nüshasında yer alan »KDP
ve Rojava devrim gerçeği« başlıklı yazısı, suçlamalara yönelik bir yanıt
niteliğindedir. Karasu şöyle yazıyor:
»(...) Rojava
devriminin karakteri KDP’nin iddiasının tam tersidir. Devrimci ve demokratik
karakteri esastır. (...) Zaten kadının devrimdeki büyük etkisi ve toplumun
tabandan örgütlendirilmesi, karakterinin ne olduğunun temel göstergesidir.
Eğer KDP ve
yandaşları Rojava’da hakim olsaydı, bugünkü demokratik ortamın yüzde biri
yaşanmazdı. Tam bir otoriter rejim kurulur ve diğer siyasî güçlere yaşam hakkı
tanımazlardı. (...) KDP’ye bağlı güçler komplo ve provokasyonlarla devrimci
güçleri boğmak ve hakim olmak istemişlerdir. Özürlük değil, hegemonya peşinde
koşmaktadırlar. (...) Rojava devrimi hiç bir siyasî güce baskı ve şiddet uygulamıyor.
Tüm siyasî güçler ve topluma özgür yaşamı örgütleme imkanı sunuyor. Tabii ki
demokratik bir devrim olarak devrimi boğmak isteyenlere ne kadar kılıcı
keskinse, toplum açısından da demokratiktir. KDP ve yandaş basını bu gerçeği
tersyüz etmeye çalışsa da, gerçeklik onların söylediklerinin tersidir.
Rojava devrimi
başından itibaren tüm örgütlerin siyasî birliğini savunmuştur. Her siyasî
örgütün örgütlenme özgürlüğünü savunmuştur. Ancak tek ordu ve tek asayiş
dışında parçalı ordu ve parçalı asayişi kabul etmemiştir. Devrim ortamında
parçalı ordunun tehlikeli olduğunu vurgulamıştır. Bazı partiler dışarıdan
gönderilecek silahlı güçlerle bir askeri güç kurmayı dayatmışlardır. Dışarıdan
getirilen bu askeri güçlerle daha sonra provokasyon yapıp askeri müdahaleye
zemin yaratmak istemişlerdir.«
Rojava devrimi görüldüğü gibi tarihsel ve
toplumsal bir gerçekliği de gün yüzüne çıkartmaktadır: sınıf çıkarları
çelişkisini ve sınıf egemenliğini. Karasu anılan yazısında kitlesel Kürt
hareketinin ve özelde PKK’nin »ulusal birlik« siyasetine uygun olarak, KDP’nin
Rojava’ya yönelik hasmane tutumunun arkasında duran asıl nedenlere pek
değinmiyor ve yazısını »Tüm Kürtler birbirini tamamlayan ve güçlendiren biçimde
hareket etmelidir. PKK de, PYD de buna hazırdır« diyerek, Kürtlerin birliğini
ne denli önemsediklerine vurgu yaparak bitiriyor.
Özgürlük mücadelesinin uzun vadeli stratejileri
açısından bu anlaşılır bir yaklaşımdır. Ancak tarihsel maddecilik temelinde
Rojava devrimi gibi bir olguyu ele almaya çalışan bir makalede asıl nedenlere,
yani her türlü siyasetin maddî temellerine değinmek bir zorunluluktur.
Karasu’nun bıraktığı noktadan devam edersek:
öncelikle KDP ve Güney Kürdistan yönetiminin tavrının maddî temellerine
bakalım: KDP’nin Rojava’daki özerklik çabalarına muhalefet etmesinin, hatta bu
çabaları sabote ederek devrimi boğma uğraşlarının ardında sadece PKK ve PYD
karşıtlığı olduğunu düşünmek, yanıltıcıdır. KDP’nin bu yaklaşımını belirleyen
asıl mesele, bir tarafta Güney Kürdistan’daki sınıf egemenliğini sağlayan
iktidarını güvence altına alma hedefi, diğer yanda da Güney Kürdistan ve
Rojava’daki fosil enerji kaynakları üzerinde hakimiyet sağlama kaygısıdır.
Güney Kürdistan yönetimi, dünyanın en büyük petrol
rezervlerinden birine sahip olan Irak devletinin toplam rezervlerinin neredeyse
yüzde 20’sini kontrol etmektedir. Exxon ve General Energy gibi uluslararası
enerji tekellerinin yaptıkları araştırmalar, Güney Kürdistan’da toplam 45
milyar varil petrol rezervi olduğuna işaret etmektedir. Güney Kürdistan yönetimi,
Türkiyeli ve diğer uluslararası tekellerle yaptığı antlaşmalara dayanarak, en
geç 2014 sonundan itibaren günde 1 milyon varil petrol üretmeyi hedeflediklerini
açıklamıştı. Dünya Ticaret Endeksi verilerine göre bu üretim 34 milyar ABD
Dolarından fazla bir yıllık gelir anlamına gelmektedir. Kürt burjuvazisinin
derdi, bu gelirin aslan payına sahip olmaktır.
Ancak fosil enerji taşıyıcılarının sadece
üretiliyor olması yeterli değildir, çünkü bunların tüketiciye – bu durumda
merkez Avrupa ülkelerine – güvenli bir koridordan ulaştırılması gerekmektedir.
Hâlen faaliyette olan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı bu üretimi taşıyacak
kapasitede değildir. TPAO ve BOTAŞ gibi Türkiyeli tekellerin internet
sayfalarından okunabileceği gibi, bu nedenle yeni boru hatlarının inşası
planlanmaktadır. Uzun vadeli düşünüldüğünde, Rojava’nın KDP’ye yakın güçlerin
kontrolüne geçmesi veya günün birinde »ulus devlet« olarak bağımsızlığını ilân
etmesi hedeflenen Güney Kürdistan ile birleşmesi veya bütünleşmesi sonucunda,
Kürt burjuvazisine Doğu Akdeniz havzasında tespit edilen devasa doğal gaz
kaynaklarından pay alma fırsatını verecektir. Zaten kıyılarında – Levante
Havzasında – doğal gaz çıkarmaya başlayan İsrail, aynı şekilde büyük doğal gaz
rezervlerine sahip olan Katar, Güney Kürdistan’da başlayıp Rojava üzerinden
Türkiye’nin Ceyhan Limanı’na gidecek olan boru hattına bağlanarak, kendi doğal
gaz üretimini Batı ülkelerine gönderme niyetlerini çok önceden açıklamışlardı.
KDP’nin Rojava devrimi karşısında ve Türkiye’nin yanında konumlanışının maddî
temeli burada yatmaktadır.
Ayrıca Kürt ve Türk burjuvazilerinin çıkarlarının
yanı sıra uluslararası stratejilerin oynadığı rol de unutulmamalıdır. Kürt ve
Türk burjuvazilerinin çıkarlarının ne denli örtüştüğü aşikâr. Türkiye’deki
sermaye birikiminin sermaye ihracını zorlayarak Türk devletinin bölgesel
emperyalizm heveslerini körüklemesi, Güney Kürdistan’ın Almanya’nın hemen
peşinden Türkiye’nin ikinci büyük ihracat pazarı hâline gelmiş olduğu yeterince
biliniyor.
Uluslararası stratejilerin oynadığı rolü hem
jeopolitik, hem jeostratejik, hem de jeoekonomik çıkarlar bağlamında ele almak
gerekiyor. Bunları kısaca sıralayacak olursak: Güney Kürdistan’ın Irak
devletinden ayrılarak, bağımsız »ulus devlet« hâline gelmesi ve Rojava
devriminin bastırılarak Güney Kürdistan veya Türkiye’nin kontrolü altına
sokulması, başta ABD ve AB olmak üzere, Türkiye’nin, Suudi Arabistan ve Körfez
İşbirliği Ülkelerinin bölgedeki planları ve çıkarları ile doğrudan
örtüşmektedir. Çünkü böylelikle İran, Irak merkezî yönetimi, Esad rejimi ve
Lübnan Hizbullah’ından oluşan »Şiî Yayı« kırılacak, Rusya’nın etkisi geri
püskürtülecek, bölgedeki petrol ve doğal gaz kaynaklarının işlenmesi,
pazarlanması ve merkez Avrupa ülkelerine nakliyatı güvence altına alınmış
olacak, İran üzerinde baskı artırılacak ve İsrail-Filistin ihtilafının
emperyalizm lehine olan çözümüne bir adım daha yaklaşılacaktır. Bu stratejinin
temellerinin ne zaman atıldığını öğrenebilmek için Roland D. Asmus ve Kenneth
M. Pollack’ın Policy Review dergisinin 2002 Eylül’ünde yayımlanan 115.
sayısındaki »Transforming the Middle East« başlıklı makalesini okumak yeterli
olur. Aynı zamanda Clinton yönetiminin çalışanları Asmus ve Pollack’ın bu
makaleleri, ABD yönetimlerinin Ortadoğu stratejileri konusunda hem fikir olduklarını
gösterdiğinden, hayli ilgi çekicidir.
2011’de Tunus ve Mısır’da olduğu gibi Arap
dünyasını sarsan kalkışmalar Suriye’ye de sıçradığında, »Greater Middle East«
projesi için yeni bir fırsat doğduğu düşünülmüştü. Başlangıçta Libya benzeri
bir »çözümden« bahseden NATO güçleri, Suriye’nin toplumsal yapısının
çetrefilliğinin bu »çözüme« uygun olmadığını çok çabuk gördüler ve rejimin
»içeriden yıkılması« kararını verdiler. Suriye ordusunun güçlü hava savunma
sistemi ve Afganistan ile Irak’taki kalıcı askerî işgallerin olumsuzlukları
NATO’nun ülke içinden başlatılan »destabilizasyon stratejisine« başvurmasına
neden oldu. Böylece El-Kaide ve Nusra Cephesi gibi vahşi terör gruplarının
doğrudan desteği başladı. Gerisi biliniyor.
PYD’nin öncülüğünde başlatılan Rojava devrimini –
Müslim’in sözleriyle – »sadece Kürt halkının değil, Suriye halklarının bir
devrimi« olarak görmesi, Kürt Yüksek Konseyi’nin Rojava’nın demokratik
özerkliğini meşrulaştırmak için halkın oyuna sunulacak bir anayasa hazırlamaya
başlaması, yani »Üçüncü Yol« siyasetini takip etmesi, bölge ülkelerinin ve
Batının planlarını rahatsız etti. 2012 sonundan beri İslamist terör gruplarının
mütemadiyen Rojava’ya saldırmaları bu yüzdendir. Rojava devrimi daha henüz
filiz hâlindeyken bile uluslararası stratejileri alt-üst etmiştir ve bu nedenle
ortak çabayla boğulmak istenmektedir.
IV
Rojava devriminin çağımızın en muazzam olgusu
olmasını gösteren bir diğer niteliği de, kapitalist sömürünün en karanlık ve en
ceberut araçlarından birisi hâline dönüşen »ulus devlet« reddiyesine dayanan
kurgusudur, ki bu şekliyle de Kürtler arasında gerçek bir ayrışma çizgisini
oluşturmaktadır. Çünkü Rojava devrimi muğlak ve kimin kullanacağı belli olmayan
bir »ulusların kendi kaderini tayin hakkı« ilkesinin değil, halkların ve tek
tek bireylerin kendi kaderlerini tayin hakkını kullanması ilkesinin bir
ifadesidir.
Bu tespitimizi iki örnekle açmaya çalışalım.
Örnekleri sağlıklı bir karşılaştırma yapabilmek için Güney Kürdistan ve
Rojava’dan alma durumundayız.
Kürtlerin bağımsız bir »ulus devlet« kurmalarının
zamanının geldiğini vurgulayan Kürt milliyetçileri, »devletleşme hakkının«
alınacağı süreçte Güney Kürdistan’ın belirleyici bir rol oynadığı kanısındalar.
Yayınladıkları sayısız makale ve kitaptan okunabileceği kadarıyla, Güney
Kürdistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla, dört parçanın nihâyet birleşerek
»Büyük Kürdistan« kurulabileceği umudunu taşıyorlar, dahası uluslararası
konjonktürün buna fırsat tanıdığını iddia ediyorlar.
Küçük burjuva beyinlerin masa başı yurtseverliklerinin
verdiği heyecan ile kapıldıkları romantik hayallere uzun uzadıya değinmek
gereksiz olur. Onun yerine tarihsel ve maddi koşullara bakmak, reel siyaseti
değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bu açıdan 22 Ocak 2013’den itibaren Vatan
gazetesinde »Irak Kürdistan’ındaki« izlenimlerini bir yazı dizisiyle aktaran
Ruşen Çakır’ın KDP’li Kerkük valisi Necmettin Kerim ile yaptığı bir röportaj
hayli aydınlatıcı. Bu yazı dizisi http://rusencakır.com adlı sitede okunabilir.
Röportajda AKP hükümetinin politikalarından övgüyle bahseden Kerkük valisi,
gazeteci Çakır’ın sorularını şöyle yanıtlıyor:
»Irak’ta bağımsız
bir Kürt devleti ütopya mı, yoksa kaçınılmaz bir olgu mu?
Dr. Kerim:
Sanıyorum bağımsız Kürt devleti kaçınılmaz bir gerçek ve Türkiye’nin bundan
tedirgin olması gerekmez. 2005’de sizinle konuştuğumuzdan bu yana yaşananlara
bir bakalım: Kürt bölgesinin başkanı defalarca Türkiye’yi ziyaret etti.
Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve diğer yetkililer buralara
geldi, başta petrol olmak üzere bir çok konuda anlaşmalar imzalandı. Öte yandan
bugün Irak’taki idarî sistem büyük ölçüde işlemiyor, meclis yasama görevini
yerine getiremiyor, hükümet meclise danışmıyor, yürütme anayasayı sık sık ihlal
ediyor. Sünni ve Şiîler arasındaki gerilim tırmanıyor. İşte bütün bunlar
Irak’ın tek bir devlet olarak yoluna devam edip etmeyeceğini belirleyecek.
Irak’ta bağımsız
bir Kürt devleti bu kadar kaygı yaratırken, birleşik Kürdistan ihtimali
Türkiye’de nasıl karşılanır? Sizce bu mümkün mü?
Dr. Kerim: Her
ülke kendi Kürt sorununu kendi başına çözmelidir. Her ülkenin şartları farklı.
Türkiye eğer kendi sorununu çözerse bölünme kaygılarından da arınır. Azerbaycan
örneği ortada: İran Azerbaycan’ında daha fazla Azeri yaşamasına rağmen
Azerbaycan bağımsızlığını ilan etti diye onlar da bağımsızlık arayışına girmiş
değiller. Eğer İran Azerbaycan’ında yaşamak istemeyenler varsa, Azerbaycan’a
gidebilirler. Aynı şey Türkiye Kürtleri ve Irak Kürdistanı arasında da
yaşanabilir.«
Kerkük valisi, bağımsız Kürt »ulus devletinin«
kaçınılmaz bir »gerçek« olduğunu söylerken – tabii burada sadece Güney
Kürdistan’dan bahsediyor –, Azerbaycan örneğinin altını kalın çizgiyle çizerek,
»Türkiye Kürtlerinin« bağımsızlık arayışına girmemelerini, Türkiye’de yaşamak
istemeyen Kürtlerin »Irak Kürdistanı’na« gelmelerini salık veriyor. Sınıf
egemenliği çıkarlarını kollamak böyle bir şeydir işte. Kendi egemenlik
alanında, tam olarak uluslararası stratejilere uygun bir biçimde bağımsız »ulus
devlet« kurma hakkını kendilerinde gören Kerkük valisi, hem Kürdistan’ın diğer
parçalarındaki Kürtlerin, hem de diğer milliyetlerin »kendi kaderlerini tayin
hakkını« bu kadar ucuza satmaktadır.
Burada kitlesel Kürt hareketi içerisinde koalisyon
bileşeni olarak yer alan milliyetçi ve dinci yapılanmalara, ama özellikle de
kitlesel Kürt hareketine »bağımsız Kürt aydını« sıfatıyla yakın (!)
durduklarını telkin eden, doğrudan Abdullah Öcalan’a saldıramadıkları için,
sosyalist hareket üzerinden Öcalan eleştirisi yapan Kürt burjuva
milliyetçilerine sormak gerekiyor: Öylesine pohpohladığınız o tumturaklı
bağımsız Kürt »ulus devleti«, daha kurulma olanağının ilk ışıklarını gördüğü
anda Kuzey Kürtlerine, İran Azerilerine »oturun oturduğunuz yerde,
bağımsızlıkla falan uğraşmayın« der, Rojava’daki kardeşlerine sınır kapılarını
kapatıp, insanî yardımları dahi engellerken, kutsadığınız o »ulusların kendi
kaderlerini tayin hakkından«, bunun »doğallığından ve bilimselliğinden« geriye
kocaman bir hiç kalmasına ne diyorsunuz? Eğer bağımsız Kürt »ulus devletinin«
kaçınılmaz bir »gerçek« olduğunu söyleyen Barzani ve tayfasıyla aynı
fikirdeyseniz, Kürdistan coğrafyasındaki diğer Kürtlere »ya olduğunuz yerde
kalıp, tayin edemeyeceğiniz kaderinize razı olun, ya da toplanıp Güney
Kürdistan’a gidin« mi diyeceksiniz?
Tarihsel gelişmenin ezilen ve sömürülen halkların
önüne koyduğu temel görev, herhangi bir milliyetin burjuvazisinin sınıf
egemenliğini sağlayacak ve sadece küçük burjuva lafazanlığının hayal dünyasında
»iyi«, »güzel« ve »doğru« olabilecek yeni bir »ulus devletin« inşası değil,
ezilen ve sömürülenlerin, yani halkların ezici çoğunluğunun verili koşullar
altında ve modern burjuva toplumunun içinde, yani bugün ve burada kendi
kaderlerini tayin edebilmelerinin demokratik ve eşit haklı koşullarını
gerçekleştirmek için mücadele etmektir. Verili tarihsel koşullar ve söz konusu
maddî şartlar temelinde, Kerkük valisi gibi bağımsız bir Kürt »ulus devleti«
savunusu yapmak ise, sınıf egemenliğinin pekiştirilmesine ve emperyalist
stratejilere hizmet etmek anlamına gelmektedir.
Rojava devrimi halk meclisleri üzerinden
özyönetimini, öz savunmasını, herhangi bir »ulusal« ayrıcalığı öne çıkarmadan
Rojava’da yaşayan bütün etnik ve inanç gruplarının eşit, demokratik ve ortak
yaşamını örgütlemeye çalışmasıyla tamamen ters yönde yol almaktadır.
Rojavalılar zor, ama doğru olanı seçmiş, geleceğin Ortadoğu’sunun nasıl
şekillenmesi gerektiğini gösteren bir örneği inşa etmektedirler. Halkların
kendi eseri olan bu inşa sürecinde »devrimin keskin kılıcının« bu sürecin
önünde duran engelleri hedef almasından da başka bir çareleri yoktur. Ya bu
engelleri yok edeceklerdir, ya da kendileri yok olacaktır.
Rojava devriminin pusulası »demokratik konfederalizm
– demokratik cumhuriyet – demokratik özerklik« konseptidir ve hiç bir
milliyete, »ulusa« veya inanca dayanmayan »demokratik ulusun« nasıl
örgütlenebileceğini göstermektedir. Bu biçimi ile Rojava devrimi, Güney
Kürdistan’da oluşturulmaya çalışılan »ulus devletin« antitezi, gerçekleşmesi
olanaklı alternatifidir.
Rojava devrimi her türlü »ulusal« ayrıcalıkların
kaldırılarak, hem her milliyet ve inancın kendi özelliklerini koruması ve
geliştirebilmesi için eşit kolektif haklara sahip olacakları, hem de olanaklı
olan en geniş demokratik özyönetim ve idarî yapılanmalarıyla bütün
milliyetlerin ve inançların ortak çatı altındaki özgür ve gönüllü
birlikteliğinin olanaklı olabileceğini göstermesi nedeniyle çağımızın en
muazzam olgusudur.
Elbette bu bir deneydir. Yeni olan, daha
denenmemiş, ortaya çıkaracağı sorunların ne olacağı bilinmeyen bir yol; her gün
yeniden kurulup, yeniden düzenlenmek zorunda olan – hem de uluslararası
güçlerin yok etme tehdidi altında var olmaya çalışan yepyeni bir deneyle karşı
karşıyayız. Hatalar, yalpalanmalar olacak, imtiyaz ve iktidar hırsları zaman
zaman geri adım attırabilecek, belki de saldırılar karşısında ayakta kalabilmek
olanaksız olacaktır. Ve elbette diğer ülkelerdeki ezilen ve sömürülenlerin
desteği olmadan, onlar da kendi evlerinde demokratik, eşit ve özerk bir gelecek
için mücadele vermedikleri müddetçe Rojava devriminin nefes alabilmesi çok, ama
çok zor olacaktır.
Ancak Rojava devrimi bir başlangıçtır. Esası ve
kalıcı olan yanı, tüm insanlık için arzu edilebilecek özgür ve eşit bir yaşamın
olanaklı olabileceğini göstermesidir. Bu bağlamda Rojava devrimi şimdiden
insanlık tarihinde onurlu bir yer almayı fazlasıyla hak etmiştir. Rojava
devrimi, Ortadoğu halklarının yolunu aydınlatan güçlü bir ışık gibidir. Bu
devrimin başarısız olması, sadece Rojavalıların değil, bölgedeki tüm halkların
başarısızlığı anlamına gelecektir. Barıştan, demokrasiden, eşitlikten yana
olan, ezilen ve sömürülenlerin yanında duran ve başka bir dünyanın olanaklı
olduğuna inananların ivedi görevi Rojava’ya sahip çıkmak, destek vermek ve en
önemlisi kendi evlerindeki kendi görevlerini yerine getirmektir. Rojava
geleceğimizdir. Gelecek ise her yerde Rojava’nın olacaktır.